Boğaz Vapurları En Samimi Dostlarıydı…
Mehmet Cemal Beşkardeş’in hatırlı hatırasına…

⚓️ 2005 yılında İBB’nin vapurları zaman içinde kaldırarak bunların yerine deniz otobüsleri ve motorları devreye sokmak isteyen İstanbul’a ihanet politikasının deniz ulaşımıyla ilgili bu saldırısına karşı Adalar Postası’nın 8 Nisan 2005 tarihli 3. sayısında “Vapursuz bir İstanbul düşünebiliyor musunuz?” suali peşi sıra Büyükada sakinlerinin başlattığı “Vapurlarımızı Vermiyoruz!” Kampanyası’nın,* 7 Haziran 2005 günü Adalar Postası üzerinden imzaya açılan “Vapurlarımızı Vermeyeceğiz!” bildirisine, 17 Haziran günü saat 16:53’te “VAPURLARIMIZI VERMEYECEĞİZ! diye haykırıyorum,” nidasıyla verdiği 143. imzayla birlikte yolladığı Yeniköy, 2 Haziran 1974 tarihli “Boğaz Vapurları En Samimi Dostlarımdı” başlıklı yazısıyla birlikte eşine az rastlanır var gücüyle can-ı gönülden destekle katılarak yoldaşımız aynı zamanda da dostumuz olan Mehmet Cemal Beşkardeş’in vefatını az evvel (7 Mayıs 2025 20:03) yine “Vapurlarımızı Vermiyoruz!” Kampanyası ve de Haydarpaşa Dayanışması’nın yılmaz neferlerinden Tugay Kartal’ın Adalar Postası’na gönderdiği mesajından üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz. Ailesi ve yakınlarına başsağlığı ve sabırlar dileriz.
“Vapurlarımızı Vermiyoruz!” Kampanyası’nın yaman neferlerinden Mehmet Cemal Beşkardeş, 07 Mayıs 2025 Çarşamba günü vefat etmiştir. Cenazesi 08 Mayıs 2025 Perşembe günü Zincirlikuyu Camii’nde kılınacak ikindi namazını (saat 16:59) müteakiben Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilecektir.
Bir Boğaz Vapuru’na verilecek isminin “Boğaziçi’nin maviliklerinde gezinmesi”, doğduğu büyüdüğü ve pek çok emeğinin geçtiği Yeniköy-Sarıyer sahilllerinde kendisine “ellerini ve mendillerini sallayanların selamlarına buharlı düdüğünden çıkacak çeşitli tonlardaki seslerle —o pek sevdiği bir kısa ve ince “vuuut” sesinin ardından, uzun ve yüksek perdeden bir “vuuuuuut” sesiyle— kendine özgü bir tarzda cevap vermesi” dileğiyle “aziz hatırası önünde huşu ile eğiliyoruz.”
“Yitirdiğimiz bu eski vefakâr ve cefakâr dostumuzu daima derin bir özlemle” anarak arayacağız… Hatırlı hatırası bizlerle daima…🥀
Emine Çiğdem Tugay
Büyükada, 08.05.2025
)O(
________________________*
- “Vapursuz bir İstanbul Düşünebiliyor musunuz?”, Adalar Postası-3 (22.05.2007).
- “Vapurlarımızı Vermeyeceğiz!”, Adalar Postası-34 (07.06.2005).
- “Vapurlarımızı Vermeyeceğiz! Ya siz?”, Adalar Postası-38 (16.06.2005).
- “Adalar’a Mopur Değil Vapur İstiyoruz!”, Adalar Postası-2318/1 (26.09.2009).
- “İDO’nun Filosu… Filo’nun İDO’su…”, Adalar Postası-2331/1 (27.10.2009).

Yeniköy, 17 Haziran 2005 16:53.
Merhaba Sevgili Arkadaşlar!
Emine’nin [Emine Çiğdem Tugay] bize ilettiği kampanyaya* Yeniköy-Sarıyer doğumlu bir arkadaşınız olarak katılıyorum.
“VAPURLARIMIZI VERMEYECEĞİZ!” diye haykırıyorum…
Şirketi Hayriye döneminde yaşamadım ancak Şehir Hatları İşletmesi’nin bembeyaz boyalı, bakımlı, kuğular gibi süzülerek önümüzden geçen, pervane suyundaki anaforları, burnundaki bordasında suları fokurdayan, martıların neşeli çığlıkları eskortunda sayısız geziler yaptığımız o VAPURLARIMIZI ben nasıl verebilirdim ki? Birtakım yağmacılar onları benden koparıp, sanki vücudumun bazı uzuvlarıyla birlikte onları benden alıverdiler.
Noyan Somay ile hâlâ aramızda onların borda numaralarını hatırlama yarışı yaparız. Mesela şöyle:
— Söyle bakalım Noyan’cığım, 26 ve 27 No.ların isimlerini ve tiplerini!
— Yahu Cemal’ciğim, benim anılarımda 47 No.lu Tarz-ı Nevin ve onun kardeşi 48 No.lu Dilnişin yer alıyor en ufak numaralar olarak!!!
— 26 ve 27 No.lar Suhulet ve Sahilbent isimli “yandan çarklı” araba vapurları idi. Benim çocukluğumda Kabataş-Üsküdar hattında çalışıyorlardı. Suhulet 1961’de hurdacıya satıldığında 89 yıllık tekneydi. İşin garibi, Sahilbent 1994 yılının Lloyd kayıtlarında çalışır durumda gösteriliyordu.
59 Kamer, 60 Rağbet, 63 Sütlüce, 64 Küçüksu, 65 Sarayburnu, 66 Boğaziçi, 67 Kalender (makinası halen Rahmi Koç Müzesi’nde!), 68 Güzelhisar, 71 Halas, 72 Üsküdar (Gölcük’te 1 Mart 1958’de battı!), 73 Rumelikavağı, 74 Altınkum, 75 Kocataş, 76 Sarıyer, 77 Kabataş… şimdi nerede? Bizim milletimizin ne kadar vefasız ve geçmişini unutan bir millet olduğunun en canlı birer kanıtıdır tüm bu güzelim vapurların toptan yok edilmesi.
Umarım ekteki yazım size duygularımı ve düşüncelerimi aktarmama yardımcı olur.
Sevgilerimle,
Cemal Beşkardeş
BOĞAZ VAPURLARI EN SAMİMİ DOSTLARIMDI…

Büyük bir olasılıkla bu yazımın başlığını okuyanlar, daha metnin tümünü bitirmeden benim bir akıl rahatsızlığından muzdarip olduğuma hükmedebilirler. Kim bilir belki de bu öyküyü yazanın duygu durumunun bozuk olduğunu düşüneceklerdir. Öykümün başlığını okuyan okurlarımın konuşmalarını duyar gibiyim:
“Bu adamın galiba aklından zoru var! İnsan cansız varlıklarla, hele de o kocaman gemilerle nasıl dost olabilir ki? Hele bir de vapurlara ‘en samimi dostlarımdı’ dediğine göre, aklını peynir ekmekle yemiş olmalı zavallı!”
Oysa biraz sabreder de aşağıdaki satırlarda, Boğaziçi’nin maviliklerinde gezinerek benimle birlikte zaman tüneline girebilirlerse ve vapurların gizemlerini öykü boyunca biraz daha yakından hissedebilirlerse ancak o vakit bana hak vereceklerini umuyorum.
Önceleri Şirketi Hayriye’nin, ardından Denizcilik Bankası Şehir Hatları İşletmesi’nin gemileri olarak Boğaz’ın her iki yakasındaki nostaljik iskelelerin arasında mekik dokuyan bu gemiler gerçekten yararlı hizmetler gördü; uzun yıllar boyunca İstanbulluların, Boğaz sakinlerinin ihtiyaçlarına Hızır gibi yetişti. Nasıl mı? İzninizle, o zamanlar sabahın ilk saatlerinde başlayan bu renkli faaliyeti biraz gözlerinizin önüne getirmeye çalışayım.
Güneş ufukta yükselmeden önce Boğaz iskelelerine ilk uğrayan vapurlara, Kavaklar, Sarıyer, Beykoz ve Yeniköy’deki dalyanlardan ve balıkçı kayıklarından, sandıklar, çavalyeler, sepetler dolusu balıklar, ıstakozlar, çeşit çeşit deniz ürünleri yüklenirdi. Ardından Boğaz’ın her iskelesinden Köprü’ye yani Eminönü-Sirkeci yahut da Karaköy-Tophane’deki işlerine giden çalışanlar, memurlar, iş sahipleri ve esnaf binerlerdi bu emektar vapurlara. Ancak, bana kalırsa en görkemli ve şenlikli olan yolculuklar akşam iş dönüşü saatlerine rastlayan vapurlarla yapılanlardı. Vapurla akşam eve dönmekte olan babalarını, büyükbabalarını hatta ağabeylerini karşılamak isteyen yalı halkı, sahile, rıhtımlara ya da iskelenin çıkış kapısına sıralanırlardı. Çoğu kez gemilerin kaptanları kendilerine ellerini ve mendillerini sallayan bu insanların selamlarına buharlı düdüklerinden çeşitli tonlarda çıkarttıkları seslerle, kendilerine özgü bir tarzda cevap verirlerdi.
Geçen asrın ilk yarısında ve hatta ilk üç çeyreğinde çalışan Boğaz vapurları her bakımdan yaşayan birer efsaneydi. Onların pek çoğunun Osmanlı’nın son yıllarındaki savaşlarda, Balkan ve Çanakkale harplerinde yaşattıkları kahramanlık öyküleri, atlattıkları harp badireleri, yedikleri torpiller ve bombalar, cephelerdeki askerlerimize taşıdıkları silahlar, mühimmat ve levazım malzemeleri ya da bordalarında cephelere götürdükleri yiğit vatan evlatları, maalesef daha layıkıyla romanlara, öykülere konu olamamıştır bile! Şu kısa öykümde, bu vapurların, onları olgunluk çağlarında gören, onlarla birlikte sayısız anılar yaşayan bir Boğaz çocuğunun gözünden, çocuk ruhuna yansıyan izdüşümleri aktarılmaktadır. Yitirdiğimiz bu eski vefakâr ve cefakâr dostlarımızı daima derin bir özlemle anan İstanbul sevdalıları, o efsanevi vapurların her birinin aziz hatırası önünde huşu ile eğileceklerdir. Ancak önce onların geçmişlerini öğrenmeleri gerekiyor…
* * *
Geçen yüzyılın ortalarına henüz gelmemişiz. “Boğaz Çocuğu” küçük Memo üç yaşına yeni basmıştır. Güneşli ve iyot kokulu bir yaz ikindisinde, Yeniköy’deki İkiz Yalı’nın rıhtımında ailece akşam çayı içilirken ilginç bir olay yaşanır. Küçük Memo incecik sesiyle haykırmaktadır: “48 Numaralı Dilnişin geliyoor!”
Ailenin tüm fertleri şaşkınlıkla minik Memo’ya doğru bakarlar. Yavrucak heyecanla sağ elinin minik işaret parmağıyla, o esnada Beykoz-Paşabahçe seferinden dönen gemilerden birini gösteriyor. Ancak, vapur henüz Boğaz’ın ortalarında seyretmekte ve ne adı ne de kaptan köşkündeki borda numarası okunamıyor. Memocuk ısrarla bağırmaya devam ediyor:
— Bakııın bu Dilnişin, 48 Numaralı Dilnişin!
Aradan on beş dakika kadar bir zaman geçtikten sonra gemi Yeniköy İskelesi’nin önüne doğru yanaşmaya hazırlanıyor. Bu şipşirin geminin burnundaki “Dilnişin” yazısı ile kaptan köşkünün üzerindeki borda numarası “48” artık rahatlıkla okunuyor. Rıhtımda oturan aile büyükleri hayretle bir bu vapura bakıyorlar, bir de küçük Memo’ya. Acaba hangi aile ferdi çocuğa bu geminin adını önceden söylemişti? Büyükbaba, anneanne, baba, anne, teyze, enişte, büyük dayı, bacı ve büyük anneanne birer birer sorgulanıyorlar. Ancak, aile efradından hiçbir kimsenin, Memo’ya ne o gün ne de başka bir günde bu geminin adını ve numarasını söylemediği, öğretmeye çalışmadığı anlaşılıyor.
Gerçek anlaşılınca aile büyükleri arasında ilginç bir tartışma başlatılır: “Daha konuşmayı bile yeni sökmeye başlayan bu minicik yavru, “Dilnişin” gibi Osmanlıca bir gemi adını nasıl olur da öğrenirmiş; rakamları bilmeden geminin borda numarasını nasıl söyleyebilirmiş?”
Uzun süren konuşmaların ve tartışmaların ardından ailece somut bir karara varamazlar. Komşularının ilkokul çağındaki kızı Mine de o sıralarda kendi rıhtımlarından denize bakmaktadır. Minik Memo’yu çok seven, ona oyunlar öğreten Mine Ablası, ilgiyle komşu evdeki büyüklerin konuşmalarını da dinlemektedir. Tartışmaların en heyecanlı bir noktasında lafa giriverir:
— Memo, sen nereden bildin bu vapurun adını?
Ufaklığın kısa fakat net bir yanıtı duyulur:
— İşte! Bacasından bildim!
Verdiği bu kısa fakat kararlı yanıtıyla Memo, birçok Boğaziçi insanından farklı gözlerle o zarif vapurları gözlemlediğini ailesine anlatmak istiyordu. Vapurlarla Memo’nun arasında özel bir iletişim kanalı açılmıştı adeta. Memo, o sıralarda bu gemilerin her şeyini merak ediyordu ve büyüklerinden habersiz onların tüm ayrıntılarını körpe beynine işliyordu.
O yaz boyunca ve daha sonraki yıllarda, mahalledeki konu komşu, Rum, Ermeni, Musevi, Laz asıllı o rengarenk insanlar, yürekleri insan sevgisiyle dolu tüm Yeniköylüler, Memo’nun ailesinin alışveriş yaptığı tüm esnaf, özel yeteneği köyde kulaktan kulağa yayılan küçük çocuğa vapurları sormayı âdet edindiler. Köy halkı Memo’ya rastladıklarında ona sorularını yapıştırırdı:
— İskeleye yanaşmış üç vapurdan en dışarıda olanın, en son gelenin adı ne Memo?
— İnbisat 54, Koço Amca. Görmüyor musun?
Bu kısa ve neşeli konuşmalar esnasında, soruyu soran bir “maaşallah” çeker, çocuğun ya yanağından hafiçe bir makas alır, ya da kıvırcık siyah saçlarını okşardı. Öyle ya, eskilerin tabiriyle “marifet iltifata tabi” idi.
Balıkçı ve kayıkçı taifesi Memo’ya takılmadan İkiz Yalı’nın önünden geçmezdi.
— Bak hele Memo Bey! Şu açıkta yarışan Büyükdere Doğrusu ile Yeniköy’e gelmekte olan vapurların adlarını biliver de sana tuttuğum şu taze balıkları armağan edeyim!”
— Barba İspiro, Büyükdere Doğrusu olanının adı Rumelihisarı, ötekisi de Kalender 67… Kazandım mı şimdi şu tuttuğun liparileri?” (Lipari, Boğaziçi’nde o zamanlarda tutulan iri uskumruların Rumca adı idi. Kolyoz, uskumru ailesinden olmakla birlikte farklı bir cinsti. Vonos ise balıkların yavru boylarını adlandırmakta kullanılan genel bir tanımlama idi. Örneğin: Uskumru vonozu)
Her seferinde Memo bu vapur ismini bilme bahislerini kazanırdı ve kendisine sevgiyle yaklaşan Yeniköylülerden ödüllerini sevinçle alırdı.
Memo gördüğü bu yakın ilgiden ve çevresinde kazandığı şöhretten elbette hoşnuttu. Yaşı ilerledikçe verdiği yanıtları vapurların başka ince ayrıntılarıyla, donanımlarındaki birtakım hoş farklılıklarıyla süslemeye başladı.
— Nereden de bildin be oğlum bu vapurun adını taa Kanlıca’dan geçerken?
— Amca, o vapur Güzelhisar 68’dir kesinlikle…!
— Hayır be oğlum, o gemi eminim ki Kalender 67’dir. Bak göreceksin buraya gelince.
Aradan uzun bir süre geçer, gemi karşı sahilden bahisçilerin bulundukları noktaya yaklaşır, yaklaşır. Ve yaklaşan gemide Memo’nun dediği gibi Güzelhisar adıyla borda numarası 68 okunur. Çocuğun yanıtı her defasında çok ilginçtir: Bu sefer ya düdüğünün konumundan ya da bacanın en üstündeki siyah boyalı bandın altındaki sarı bandın genişlik farklarından filan ayırt etmiştir bu ikiz vapurları birbirinden. Şöyle ki, Memo’yu biraz zorladıklarında, Kalender’in bacasının önündeki düdüğün Güzelhisar’ınkine oranla daha yukarıda bulunduğunu görmüştür. Büyükler bu iddialara önce inanmazlar fakat Memo’yu sevenlerden bazıları çocuğun ileri sürdüğü ayrıntıları araştırmayı kendilerine iş edinirler.
Neticede hem aile efradı hem de Yeniköy’de kendisini tanıyanlar bu çocuğun Boğaz vapurlarına karşı duyduğu derin ilgiyi ve sevgiyi iyice sezerler ve anlamaya çalışırlar. Büyükler sezerler veya hissedebilirler bu özel sevgiyi ve ilgiyi ama bunun nereden kaynaklandığını, nasıl olup da çocuğun ruhunda bir fidan gibi serpilerek geliştiğini kavramalarıysa pek mümkün olmaz.
* * *
1940’lı, 1950’li yıllarda, Galata Köprüsü’ndeki iskelelerden günün muhtelif saatlerinde Boğaz’ın her iki yakasına uğrayacak tarifeli gemiler kalkardı. Yeniköylü minik Memo için bunlardan ikisi diğer seferlerden daha farklı bir anlam taşıyordu. Bu vapur seferlerinden birisi akşam saat 17.00 civarında Köprü’den hareket ederek Rumeli kıyısındaki iskelelere uğrayan ve bir saat kadar sonra Yeniköy’e yanaşan vapurdu ki, babasını ya da hem babasını hem de dedesini Karaköy’deki yazıhanelerinden eve dönüşlerinde taşırdı. Babanın akşam işten eve dönüşü, hele torununa tarifsiz bir sevgiyle bağlı olan dedenin elinde küçük armağanlarla vapurun salon penceresinde ya da çıkış sahanlığında görülmesi Memo’ya tarifsiz hazlar verirdi.
Bu vapurun kalkışından yarım saat kadar sonra Köprü’den kalkan bir başka Boğaz vapuru ise hiçbir ara iskeleye uğramadan, dosdoğru Büyükdere’ye giderdi. Bu vapura halk arasında Büyükdere Doğrusu adı verilmişti.
Büyükdere Doğrusu ve Boğaz Hattı’nın Rumeli Yakası’ndaki tüm iskelelere uğraya uğraya gelen akşam vapuru, Galata Köprüsü’nden kalkışlarında aralarında olan zaman farkı nedeniyle İstinye ile Yeniköy İskeleleri arasında bir yerlerde kavuşurlardı. Bir nevi yarışı andıran bu yetişme sırasında Boğaz Hattı vapuru Yeniköy İskelesi’ne yanaşmak üzere hız keserken, Büyükdere Doğrusu onu sancak tarafından sollardı. İşte o bembeyaz ve kuğular gibi yüzen iki vapurdan daha yavaş olanının adı bu nedenle önce okunabilirdi. Ardından hızla öndekine yetişen, burnundan, dümen sularından beyaz köpüklü dalgalar savurarak seyreden Büyükdere Doğrusu’nun adı okunurdu. Hatta bazı günlerde, Doğru’nun Hat Vapuru’nu yalarcasına yakınından geçtiği, dalgalarının hız kesen bu vapuru bayağı salladığı görülürdü.
Kaptanların aralarında bir nevi şakalaşma vesilesi yarattıkları, dümenlerini tuttukları bu efsane gemilerin tüm güzelliklerini kıyıdan onları temaşa eyleyen Boğaz halkına sergilemek istedikleri anlaşılırdı.Yolcular ve halk tarafından sevilen, sayılan kaptanların gemileriyle adeta özdeşleştikleri, kimliklerinin ayrılmaz bir parçası olan bu tarihi yüzer anıtlarla birlikte olmaktan kıvanç duydukları gün gibi görülürdü.
Kaptanlar, gemileriyle birbirlerini geçerken hem seyir güvenliği açısından, hem halkın, özellikle de Memo gibi “vapur severlerin” sesli ve işaretli isteklerine, selamlamalarına uyarak gemilerinin düdüklerini çalarlardı. Buharlı gemilerin düdük sesleri çok sayıda uyarı nüansını iletmek konusunda ustalaşan kaptanların ellerinde müthiş bir araç olmuştu. Tehlike uyarı düdükleri, manevra sırasında ve yanaşma öncesinde çıkarılan sesler, geminin iskeleden kalkışında memurlara, çımacıya ve yolcularına veda edişi, velhasıl bu düdük seslerinin baca önünden fışkıran beyaz buharlı tabloları Memo’yu adeta büyülerdi. Bir kısa ve ince “vuuut” sesinin ardından, uzun ve yüksek perdeden bir “vuuuuuut” sesinin, üstelik bir de giderek ses şiddetini artırarak gelişi, Memo’yu sevinçten havalara zıplatabilirdi. Küçük Memo, yazları akşam saatlerinde giderek artan deniz trafiğinde gelip geçen irili ufaklı gemilerin bu mini konserlerini her zaman, özellikle de kış aylarında deniz kıyısından uzak kaldığı günlerde, tarifsiz ölçüde özlerdi. Hatta bu düdük seslerine olan özlemini gidermek için Gümüşsuyu’ndaki kışlık evlerinin penceresinden görünen Üsküdar-Kabataş-Haydarpaşa yönlerine bakar, sevdiği o güzelim vapurların uzaktan da olsa seyirlerini izler, düdük seslerini duymaya çalışırdı.
Boğazın o zarif, bembeyaz boyanmış bordalı, güverteli gemileri, hele can simitleri ve cankurtaran filikaları öndeki güverte küpeştelerine, orta ve arkalarda pencere önlerine, inci gerdanlıklar gibi sıralanmış, bayram günlerinde rengarenk flamalarla bezenmiş olarak geçmezler miydi? Memo’nun yüreğinde adeta bir heyecan fırtınası kopardı o süslü, taze boyalı, gıcır gıcır bakımlı vapurlar geçerken denizden… Vapurların bacalarındaki renklerde sarılar sarıydı, kırmızlar kırmızı, beyazlar da bembeyazdı… Bacaların silindirik yuvarlak çevrelerinde sağda ve solda, üst güverteden orta yükseklikte duran, ay-yıldızlı, kırmızı çapraz çift çıpalar (Denizyolları’nın amblemi) ne de yakışırdı o abidelere? Boğaz’ın masmavi sularında, bembeyaz köpükleri fokurdatarak seyreden o bembeyaz gövdeli teknelerin her birinin ayrı bir zarafeti, ayrı bir asaleti vardı. Memo gemilerin her birindeki bu farklı güzelliklerin ayırdındaydı ve onları belleğinin özel bölgelerine birer birer nakşetmişti.
Fakat bu gemilerin arasında öyleleri vardı ki, onların adeta apayrı bir konumu vardı çocuğun benliğine işlemiş olan. Bunlar Memo’nun gözünde yaşayan birer kahraman, hatta birer efsane idiler. Nasıl olmuştu da bu gemiler onun gönlünde sultanlar gibi taht kurabilmişlerdi?
Bir Hasan Dayısı vardı Memo’nun, anne annesinin büyük erkek kardeşi olan, emekli deniz zabiti ve sessiz sedasız köşesinde gazetesini okuyan, heybetli, boylu poslu, davudi sesli bir ihtiyar.
Müzmin bekar olan Büyük Dayısı’nın çok önemli bir özelliği vardı O’nu minik yeğeninin gözünde yücelten: Hasan Bey, Çanakkale Savaşları’nda ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda büyük yararlılıkları, kahramanlıkları bulunan, ülkemizin ilk deniz uçağı pilotlarından, eski deyimiyle “bahriye tayyarecilerinden” idi. (Yeşilköy’deki Havacılık Müzesi’nde eski bir fotoğrafı sergilenmektedir.) Hasan Bey, sabahtan akşama kadar, hiç sıkılmadan minik yeğenini eğlendirir, onunla arkadaşlık, yarenlik yapabilirdi. Özellikle Memo’ya Çanakkale Harbi’nde ve Kurtuluş Savaşı’nda neler yaptıklarını, neler yaşandığını, düşman kuvvetlerine belli etmeden havadan, denizden nasıl bilgiler topladıklarını anlatırdı. Bir de kocaman, bitmez tükenmez bir macera ve efsane konusu vardı ki o Memo’nun son derecede ilgisini çekerdi. Bu muazzam destanda Şirketi Hayriye gemilerinin Karadeniz ve Marmara’da, Çanakkale’de, Türk askerlerini, Mehmetçikleri (buradaki Mehmetçik sözcüğü ile kendi adı olan Mehmet arasında beyninde birebir bir ilişki kuruverirdi minik Memo) cepheye nasıl taşıdıklarını, bu gemilerin kahraman, yiğit kaptanlarının kumandasında, Balkan ve Çanakkale Savaşları’nın en heyheyli günlerinde cephelere ayrıca mühimmat, cephane ve yiyecek-içecek de taşıdıklarını, gecelerin karanlığında düşmana çaktırmadan, mayınlanmış sulardan usulca geçerek hedeflerine ulaştıklarını anlatırdı. Memo bu dinlediklerini defalarca yinelemesi için Hasan Dayısı’na yalvarır, belki onlarca kez anlattırırdı gemilerin bu kahramanlık öykülerini.İğneada önlerinde düşman gemilerinin yaylım ateşine tutularak ağır yaralanan, ancak yine de cepheye Mehmetçikleri, silahları, cephaneleri salimen ulaştıran 63 numaralı Sütlüce’nin mi öyküsünü istersiniz (13 Kasım 1917 tarihinde, sabah saat 05.40’ta Pylkij ve Bystryi adlı iki Rus savaş gemisi tarafından başlatılan İğneada-Trakya Karadeniz kıyıları bombardımanında Sütlüce iki mermi isabeti birden almıştı.), yoksa düşman denizaltılarından kaçarken torpillenmemek için Selimpaşa-Kumburgaz sahillerine baştankara yapan 68 numaralı Güzelhisar’ı mı dinlersiniz? (5 Temmuz 1915 tarihinde Marmara’da seyrederken İngiliz denizaltısı E-11’in saldırısına uğramıştır.) Hasan Bey, bıkmadan, usanmadan, aynı tok ve radyofonik ses tonuyla, havada uçan mermilerin, denizde hedefe yaklaşan torpidoların seslerini taklit ederek, gemilerdeki personelin telaşına ve korkusuna karşın kahraman kaptanların sükûnet ve soğukkanlılıklarını muhafaza edişlerini bir sinema filmi kadar ayrıntılı olarak anlatırdı. Elbette bütün bu kahramanlık öykülerini, onları bizzat yaşamış ve gözleriyle izlemiş olan bir kahramanın ağzından dinlemek bambaşka bir haz veriyordu çocuğa. Bunların sonucunda, Şirketi Hayriye’den, Balkan ve Çanakkale Savaşı’ndan günümüze kadar gelen bu kahraman gemiler çocuğun gözünde yaşayan birer efsane oluyor, belleğine iyice kazınıyordu.
* * *
Televizyonların, bilgisayarların bulunmadığı ancak yaşlılar ile gençler arasında sıcak aile ilişkilerinin var olduğu, dedelerin, ihtiyarların tatlı tatlı anlattıkları kahramanlık öykülerinin minikler tarafından can kulağıyla dinlenildiği devirlerdi 1940’lar ve 1950’ler. Yakın tarihimizin, Balkan ve Çanakkale Savaşları’mızın isimsiz kahramanlarından olan Boğaz Hattı vapurları pırıl pırıl ve tertemiz durumdaydı. Gemilerin sadece güvertelerinin, bordalarının boyalarının değil aynı zamanda metal donanımlarının, manikalarının, halat babalarının, kurtağızlarının, kazan dairelerindeki tüm pirinç ve bakır aksamın da bakımlı olduğunu, gemi taifesi tarafından sık sık kaville parlatıldığını izlerdik.
Elbette bu gemilere kumanda eden kaptanlar da Kurtuluş Savaşı’mızın kazanılması için nice kahramanlıklarda bulunan, destanlar yazan eski kaptanların halefleri, devamları, belki de çocukları idiler. Onlar da günün kıt olanaklarına karşın gemilerinin saat gibi işlemesi, makine dairelerinden güvertelerine, direklerinden pervanelerine kadar her yanının daima pırıl pırıl görünmesi için büyük özveriyle çalışmaktaydılar.
Keşke bu gemilerin en azından on adedini müze gemiler olarak günümüze kadar yaşatabilseydik!
Ya da hiç değilse, onların kaptanlarının ve mürettebatının isimlerini, kahramanlık öykülerini, uzun yıllar boyunca ülke, devlet ve millete hizmet anlayışlarını dâimî bir deniz sergisinde bugünkü nesillere aktarmayı becerebilseydik. Biz hâlâ ülkemizde esaslı bir denizcilik ve deniz tarihi müzesinin kurulabileceğini umuyoruz, bu bağlamda tüm ilgili ve yetkilileri göreve çağırıyoruz.
M. Cemal Beşkardeş
Yeniköy, 02.06.1974

VAPURLARIMIZI VERMEYECEĞİZ!
Biz aşağıda imzası olanlar İstanbul’un en önemli simgelerinden biri olan vapurların kaldırılmasına karşıyız!
İstanbul’un vapurları şehrin güzelliğinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Sultanahmet Camisi’nin, Ayasofya’nın, Galata Kulesi’nin, kısacası bu şehri İstanbul yapan yapıların bir devamıdır vapurlarımız. İstanbul için tasarlanmışlardır.
İstanbul’a yakışırlar…
Sadece bir ulaşım aracı değil, biner binmez günün yorgunluğundan bir anda kurtulduğumuz, karşılıklı oturulup, çay içip, sohbet ettiğimiz, martılara ekmek verdiğimiz, temiz hava aldığımız ayrıcalıklı mekanlarımızdır. Özene bezene yapılmış iskeleleri, satıcıları, her saat başı değişen yolcuları, her an kurulmaya hazır yeni dostluklarıyla bir yaşam tarzı sunar vapurlar.
İstanbul vapurlarsız düşünülemez!
İstanbul her geçen gün yapılaşsa da, neredeyse denizi olan bir şehirde yaşadığımızı unutsak da, denizle aramıza duvarlar, otomobiller, otoyollar, binalar girse de vapurlar bizi denizle buluşturmaya devam ediyor. Araba egzoslarından çıkan pis gazlardan ve gürültülerden kurtarıyor, denizle aramızdaki perdeleri çekip alıyor.
Böyle bir yaşam biçimi “nostaljik” ilan edilemez!
Vapurlar yerine, denizle ve diğer insanlarla ilişkimizi tamamen koparan kapalı kutu, iç sıkıcı, insanların bitişik nizamda arka arkaya oturtulduğu, ense manzaralı, Norveç’ten ithal klimalı konserve kutularında taşınmak istemiyoruz!
İstanbul’un güzelliklerini farketmeyip gittikleri zengin arap şehirlerindeki çöl yaşamının kapalı gökdelenlerine, otoyollarına, oransız binalarına hayran kalanların, Haliç’e yüz metre yüksekliğinde boynuzdan köprü yapmaya, Süleymaniye Camisi’nin altına altı şeritli otoyol sokmaya çalışanların, kıyıları otogarı andıran çirkin iskelerle donatıp tek deniz ulaşım alternatifi olarak deniz otobüslerini dayatanların, Güzel İstanbul’u çölleştirmesine duyarsız kalmak istemiyoruz!
Bakımı ve üretimi Türkiye’de yapılabilen vapurlarımızı seviyoruz! Onları bakımsızlaştırarak “bakın artık eskidiler” deyip kaldırmak isteyen anlayışa karşıyız!
İstanbul’umuzu vapurları olmadan düşünemiyoruz!
Vapurlarımızı vermeyeceğiz!
| Behiç Ak, Emine Çiğdem Tugay, Mehmet Selim Tugay, Arif Çağlar, Selçuk Esenbel (Prof. Dr.), Tiraje Dikmen, Oktay Ekinci, Meral Tamer, Mehmet Güleryüz, İhsan Bilgin (Prof. Dr.), Aykut Köksal, Mukaddes Orçun, Alp Orçun, Oya Koca, Mehmet Selim Baki, Yeliz Yalın, Semir Aslanyürek, Ümit Ünal, Sumru Yavrucuk, Genco Erkal, Rutkay Aziz, Arif Aşçı, Mete Göktuğ, Nadire Göktuğ, Çağla Ormanlar, Sema Kılıçer, Vecdi Sayar, Koray Ariş, Ali Artun, Bülent Erkmen, Ayşe Orbay, Oral Çalışlar, İpek Çalışlar, Haldun Dostoğlu, Oğur Arsal, Zuhal Olcay, Lale Mansur, Cem Mansur, Yusuf Taktak, Gülsüm Karamustafa, Zeynep Tanbay, Pürnur Soğangöz, Ufuk Uras, Gündüz Vassaf, Yüksel Selek, Emre Senan, Korhan Gümüş, Serra Yılmaz, Adnan Genç, Rezzan Ataman (Prof. Dr.), Hüseyin Kaptan (Prof. Dr.), Elif Çelebi, Tülay Çelek, Neşe Erdilek, Ferhat Kentel, Ali Uçansu, Nesrin Sungur, Jurgen Gottschlich, Dilek Zaptçıoğlu, Sami Caner, Sevim Ak, Lütfiye Eroğlu, Gündüz Mutluay, Erhan Turgut, Selahattin Özgülle, Karolin Fırtına, Ayşegül Öztürk, Ani Değirmencioğlu, Zafer Tunca (Prof. Dr.), Nil Tunca, Selma Timur, Aslan Erdoğan, Ebru Kabakçı, Mehmet Kemal Turgut, Stella Ovadia, Leyla Özalp, Metin Karadağ, Seray Öztürk, Nur Ayyıldız, Megi Bişar, Nuray Keskin, Ela Cindoruk, Kerem Aysan, Alca Ağabeyoğlu, Cihat Aral, Zekai Ormancı, Bilun Marmara, Rana Seten, Uğur Seten, Bahar Zorer, Pınar Altın, Hayat Okan, Alper Mazman, Fahri Mazman, Melek Mazman, Tuna Tunca, Devrim Yalçın, Barış Yalçın, Ayşegül Devrim, Gürer Bıçakçı, Ayşe Bıçakçı, Osman Bayraktar, Aynur Bayraktar, Sevgin Bayraktar, Anna Sokullu, Mehmet Sokullu, Faruk Salman, Beyza Salman, Safi Salman, Mustafa Fındık, Oğuz Fındık, Doğan Fındık, Raşit Gökçeli, Ninako Kilahara, Ayhan Atay, Meltem Gürle, Ayla Rehbani, Gülcihan Semen, Belgin Deniz, Mahmut Koca, Filiz Gürcan, Mustafa Kaplan, Püren Gülcüler, Ufuk Girgiç, Beril Sevilla, Ayşin Darendeliler, Engin Gündoğdu, Ajlan Sunay, Feride Durmaz, Hülya Taşkın, Ömer Taşkın, Dilek Balcan, Sibel Irzık, Gürol Irzık, Canan Barım, Kamil Masaracı, Ali Akay, İnci Eviner, Hakan Çelik, Raika Suna Öcçetin, Kemal Ürgenç, Necla Tugay Aytekin (Prof. Dr.), Hamdi Aytekin (Prof. Dr.), Nalan Akış, Kayıhan Pala, Rukiye Çetin Seçkin, Nejat Ünlükal, Nilüfer Çakır, Emel İrgil, Kadife Şahin, İnci Eviner, Talat Hıtay, Erendiz Özbayoğlu (Prof. Dr.), Gökçe Dervişoğlu (M.A), Yelda Sönmez, Batu Akyol, Gül Varchetta, Ataol Behramoğlu, Hülya Behramoğlu, İdil Özsöyler, Ogur Arsal, Cengiz Kabaoğlu, Faruk Zarshati, Mustafa Durcan, Zehra Tulunoğlu, Arzu Nizamoğlu, Bilge Nilgün Öz, Ege Yıldırım, Salime Bozkurt, Solmaz Özer, Tuba Ertaş, Ömer Ekim, Dilek Keseci Karaağaç, Gülgün Kabaoğlu, Deniz İdiz, Özgür Karakaş, Nurgül Tunç, Sibel Süer Toybıyık, Ahmet Yay, Suna Nazelli, Ari Taş, Suna Orçun, Doruk Yurdesin, Süheyla Sabır, Bilun Marmara, Elif Çelebi, Şafak Erkayhan, Katrin Fırtına, Sevtap Güzekaya, Zehra Sayers (Prof. Dr.), Emine Erdoğmuş, Aydan Balamir, Pınar Gökbayrak, Şevin Yıldız, Cem Mumcu, Okşan Aytaman, Handan Dedehayır, Köksal Anadol, Yücel Altın, Serdar Akça, Akon Burduroğlu, Oya Biringen Akman, Nuran İnanç, Ayşe Baturay, Türkan Erdoğmuş, Serra Subaşı, Leyla Uran, Maya Karaca, Engin Uysal, Bilgin Büberoğlu, Ali Keskin, Kemal Ergin, Hanife Ergin, Agop Keskin, Okay Altınsoy, Sıla Altınsoy, Gökhan Curuk, Emel Curuk,Hale Polat, Ziya Polat, Eyüp Demirkıran, Efe Curuk, Elif Ergin, Zeynep Ergin, Hatice Ergin, Berna Çil, Sarkis Keskin, Bayzar Keskin, Megi Kara, Tamar Kaç, Yonca Karaoğlanyan, Sarkis Karaoğlanyan, Aral Karaoğlanyan, Nurgün Erdin, Melda Keskin, Ayşe Erzan, Necla Çakmakçı, Ayşe Çağlar (Prof. Dr.), Melda Keskin, Burçin Altınsay, Rabia Gürol, İlhan Onurkan, M. Cemal Beşkardeş, …………… ……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………… [“Vapurlarımızı Vermeyeceğiz!” imza kampanyasına yaklaşık 32.000 imza verilmiştir.] |
Yorum bırakın