Yasemin Kokulu Çiçek
Bu öykü 2 Kasım 2023’te vefat etmiş Yasemin Öndeş Anık için babası Osman Öndeş tarafından biricik kızına umut olsun diye yazılmış ve kısaltılarak yeniden düzenlenmiştir.

Bu öykü, öyle bir aşk hikâyesidir ki, Büyükada’da başlar, hem de farkında olmadan. Zaten aşklar hep böyle değil midir? Sizlere şimdi masal gibi gelse de 30’lu yılların İstanbul’unu, Adalar’ı, yandan çarklı vapurları nereden bileceksiniz? İşte ben sizlere tam da böyle bir sahne sunmak üzereyim.
Dedem Saim Bey, ailemizin soyağacında “Sancaktar” derlermiş. Anneannem Feriha Hanım. Saim Bey, Sorbonne’da hukuk öğrenimi görmüş. Muazzam derecede Paris Fransızcası’yla pek edebi bir üslupla konuşurdu. Kahire’de El-Ehzer Üniversitesi’nden mezun olmuş. Çubuklu Tepesi’nde ve bir de Emirgân’da Hıdiv’in kasrı vardı. Hıdiv Abbas Hilmi Paşa seyrek de olsa İstanbul’a geldi mi, dedem de oraya giderdi, anneannem de haliyle… Son derece naif insanlardı. Dedem El-Ezher demez, “Ben Camiat’ül Ezheri’de okudum,” derdi. Buğulu mavi gözlerine hayrandım. Anneannemin gözleri ise yakut yeşiliydi. Dedem de anneannem de incecik insanlardı.
Babam Fethi Bey, annem Nesrin Hanım ise laf aramızda bana göre tam bir mirasyediydiler. Babamı Büyükada’da Anadolu Kulübü’nde ya siyasetten dem vururken ya da çoğu zaman briç oynarken görürdünüz. Annemi sormayın. O da oralarda bir yerlerde işte hanımlarla neşe dolu günler geçirirdi. Hanımların işleri güçleri, tasaları düşünceleri o yıllarda çok moda olan uzun boylu gösteren giysilerdi. Etek boyları ayak bileğine kadar iner, bel çizgileri ortaya çıkardı. Kadın modası, kadınsı çizgiler, kıvrımlar demek oldu. Bel doğal kalırdı ve etekler ayak bileğinde hafifçe genişlerdi ki bu müthiş bir kadınsı etki yaratırdı. Özellikle akşamları, gümüşi Vionnet tarzı çok beğeni alırdı. Bunlar düşük sırtlı saten elbiselerdi. Derken beyaz saten çok cesur bulundu. Bu elbiselerde sonuna doğru etek, kıvrımlarla genişler ve gizemli bir kadınsı görünüm yaratırdı. Bir de çoğu açık pembe renklerde Chanel elbise giyerlerdi.
Büyükada şıklık demekti, nezaket demekti, selamlaşmak demekti. Beyoğlu yine eğlencenin ve modanın merkeziydi. Kadınlar Paris modasını takip eder, terziler de onları ince gösterecek hileler bulmak için tüm becerilerini ortaya koyarlardı. Beyoğlu ya da Cadde-i Kebir’deki Mısırlı Han modanın gözde terzilerinin mekânıydı. Madam Fegara, Cemal, Olivye, Iren Fayn gibi modaevleri ile şapkada Bayan Emilia, Zoe ve Kunduracı Paçiakis ve beyaz çamaşırda Eskinazi dillerde dolaşırdı. Etek boyları uzundu, sırt dekoltesi alabildiğineydi. Kalem kaşlar, saçlar ise “a la garçonne” dedikleri üzere kısa saçlardı. Kadınlar jartiyerli çorap giyerdi. Sadece kadınlar mı, erkekler de çorapları için jartiyer kullanırdı. Düşünüyorum da şimdi çok komik geliyor! Kadınlar kloş denilen geniş kenarlı şapkalar takarlardı, bu modanın gereğiydi. Bir de fötr şapkalar modaydı. Sonralarıysa bir Şen Şapka modası almış yürümüştü.
Büyükadalı olmak denince şüphesiz ki yaşamın bir parçası da vapurlardı. Adalıların dilinden düşmeyen iki
vapur vardı ki bunlar yandan çarklı idiler. Zaten çoğu vapurlar yandan çarklıydılar. Dilimizden düşmeyen vapurlardan en meşhuru Neveser’di. Diğeriyse daha bir itibara sahip olan Halep isimli olanıydı. Bizden eskilerin sohbetlerine, derken hikâyelere, hatırata konu olmuş Ada vapurları vardı. Sohbet sırasında derlerdi ki; “Eskiden durum daha beterdi. Büyükada’dan binersin git git yol bitmez. Bazen iki saate yakın sürüklenir dururduk. Yani Karaköy’e varırdık da Bâbıâli’ye ya da Beyoğlu’na mı gideceksin, vakit mi kalırdı? Aradan neredeyse kırk yıl geçti üstadım. Bu vapurlar eskidi, pörsüdü, ileri gidecekken, âdeta Marmara’da gezintiye çıkmış gibi tın tın yol alıyoruz…”
Ben pek hatırlamam ama Nüzhetiye, Ferah ve Kadriye gibi vapurlar daha lüks derlerdi. Bir de külüstürleri vardı ki şiirlerde anılırdı. Bazıları için “Tıknefes” diye takılırlar, bazılarıysa öyle dökülürdü ki, “İteleme kaptan ben gidemem,” der, nüktedanlar “Deniz sefasını almak istersen bunlara bin bir de yanına kitap al. Vallahi yüzlerce sayfa bitirirsin,” derlerdi. Nükteler yapılırdı:
— Üstadım Ada’da mı oturuyorsunuz?
— Hayır beyefendi, Ada vapurunda oturuyorum!

Biz dedemin köşkünde otururduk. Sancaktarzâde Saim Bey Köşkü, Nizam’da Arvanitidis Köşkü’ne yakındı. Bir tarafta da Keresteciyan Köşkü vardı ki, çok hoşuma giderdi. Yakınımızdaki Azaryan’ların köşkünü dedem anlatırdı; zamanında Tophane Müşiri Zeki Paşa’ya satılmış. Dünya Harbi sonunda İstanbul işgalden kurtarılıncaya kadar kulüp yapmışlar. Çoğu işgal subayları akın edermiş. Sonra mebuslardan Süreyya Bey satın almış ve en sonrasında devrin armatörlerinden Seferoğlu sahiplenmiş… Derlerdi ki, bir bunalım sonunda Taksim’deki evinden kendini aşağı atıp canına kıymış.
Ben dedemin işte bu köşkünde dünyaya gelmişim. Ebe Hafize Hanım çok meşhurmuş. Çocukluğumda Hafize Hanım’ı tanıdım. Arada bir uğrardı. Annemin çok saydığı, elini öptüğü sakin bir hanımdı. Ben onu sadece koca memelerinden hatırlarım ki artık neredeyse göbeğine kadar inmişti.
Annem, o devrin modası diye adımı “Yasemin” koymuş. Babam annemin sözünden çıkmazdı. Derken dedeme söylemişler. “Yasemin mi? Bu ne biçim isim!” diye çıkışmış. Çıkışmış diyorsam da Saim Bey, öyle terbiyeli biriydi ki, itirazı bile nezaket kurallarını aşmazdı. Sadece şöyle devam etmiş:
— Münire, Şadiye, Mahinur, Güldane olabilirdi.
Şöyle bir muhterem eşi Feriha Hanım’a bakar:
— Hatta öncelikle Feriha adı çok daha münasip olurdu. Feriha ismi öyle her kıza verilmez. Ancak çok güzel bir kız ise adı Feriha olabilir, demiş.
Annem anlatırdı; daha çok küçükken, Saim Bey, muhterem eşi anneannem Feriha Hanım’la annemi de alır, iki atın çektiği bir faytonla Çubuklu’daki Hıdiv Kasrı’na götürürmüş. Hıdiv Kasrı’nda muhteşem bir konser salonu varmış. Hıdiv’in orada camların ardında bir locası da varmış ki, misafirlerinden ayrı ve biraz da yüksekte otururmuş. Annem anlatırdı, tavanda kırka yakın kristal avize varmış ki yakıldığında o salon ışıl ışıl ışıldarmış. Hıdiv Kasrı’nda mutfak yokmuş. Mutfak sahil kenarında büyük bir binaymış. Orada nefis yemekler yapılır ve Hıdiv Kasrı’na kadar bağlanan bir tünelden tepsiler içinde yukarılara gider, yıkanacak tüm kaplar yine o tüneldeki kutularla geri gönderilirmiş. Hıdiv Kasrı’nda dedem incelemeler yapar, oradakilere gerekenleri söyler ve biraz dinleneceği zaman havuza kocaman bir leğen koydurur, annemi de içine oturturlarmış. Sonra o çok kibar, saygılı dedem beni görünce artık dayanamaz anneannemle havuzda annemi bir o kenara bir bu yana iter eğlenirlermiş.
Sonbahar geldi mi, İstanbul’a göç ederdik. Bu kez yine dedemin Tarabya’ya doğru Kalender’de yarı kâgir bir konağı vardı, orada otururduk. İlkokulu Emirgân’da okudum. Şoförümüz her sabah beni okula götürür, ikindi üzeri beni dadıyla birlikte bekler, salimen köşke getirirdi. Dedem Fransa’da veya Amerika’da öğrenim görmemi isterdi. İngilizcenin gelecek yıllarda Fransızcayı geride bırakacağını ısrarla tekrarlayan da dedem olmuştur. O nedenle beni Bebek’teki Amerikan Kız Koleji’ne yazdırdılar. Önce gündüzcüydüm, sonra yatılı oldum. Haftada bir eve çıkardık.
Sonbahar geldi mi, Büyükada’dan şehre doğru bir göç başlardı. Özellikle Majestic, Westinghouse, Frigadaire buzdolaplarını hatırlıyorum. Dedemin köşkünde ilk hatırladığım buzdolabı neredeyse teldolabı gibi dört ayaklı ve markası Crostify’dı. Başka da bir yerde görmemişimdir! Buzdolapları çok ama çok önemliydi. Sonbaharda itinayla çoğu kez eski bir yorgana ya da kilime sararlar ve iplerle de bağlarlar, sonra da hamallar vapura kadar götürürdü. Baharla birlikte yeniden bir Ada sevdası yenilenir ve akın akın eşyalar taşınır, ada sokakları şenlenirdi.
Benim için ise bahar hem eğlenceliydi ve hem de hayli yolculuk yapmam demekti. Hafta sonu Bebek’ten çoğu yatılı arkadaşlarla çıkardık. Tramvayda bir curcuna olurdu ki, bugünkülere benzemez. Sadece aramızda kıkırdaşırdık. Tabii tramvayda Robert Kolejli oğlanlar da olurdu. Yakın okullardanız ya hiç yabancılık çekmezdik ve birbirimize takılır, lâf bile atardık! Tramvay tıngır mıngır Karaköy’e geldiğindeyse esas heyecan orada başlardı. Ada vapurunu kaçırdık mı, kaçırmadık mı? Kaçırmadıysak bu sefer hangi vapur kalkacak diye, bir de o merak başlardı. Ada vapurları Köprü’deki iskeleden kalkardı. Doğru ikinci mevkiye giderdik. Bir de lüks mevki vardı ki, orasını bizim için alabildiğine sıkıntılı bir yer diye görürdük. Açıkçası orada gülüp eğlenmemize imkân olamazdı. Pek kelli felli beyefendilerin, hele de hanımefendilerin derhal yüzleri asılır, gözlerini açarlar, kendilerini beğenmiş bir tavırla “Gençlik ne hale geldi,” gibileriden birbirlerine bakarlardı. Birinci mevki ortada ve kıç tarafta olurdu. İkinci mevki ise baş taraftaydı. Aslında en güzel yer baş taraftı. Lüks mevki ise vapurdan vapura değişirdi ancak hepsi de camekânla ayrılmış, hususi bir salon ve ayrı birer dünya demekti. Diğerlerinde yolcular sıralarda otururken lüks mevkide masalar, çok kaliteli koltuklar, koltuk gibi iskemleler, vapurun pencerelerinde kadife ve kenarları püsküllü perdeler vardı. İkinci mevkiden bir süre sonra vazgeçerdik zira kanepelerinde minder yoktu. Açıkçası daha rahat oturacağımız minderli olan birinci sınıf salona geçmek zorunda kaldırdık.
Ada vapurları benim ilkbahar anılarımda yer alır. Allah’tan yazın okul yoktu da o kalabalık içinde yapılan seyahatleri sadece dinlerdim zira akşama doğru Büyükada’ya dönecek olan “ekabiran” dedikleri varlıklı aileler çoğunlukla saat 18:00’den önceki vapuru tercih ederlerdi. Öyle kalabalık olurdu ki, yer bulmak için vapur yanaşır yanaşmaz resmen yer kapmaca oynanırdı. Sonunda vapur mahşeri bir kalabalık haline gelirdi. Kim ne derse desin benim en sevdiğim vapur yandan çarklı Neveser’di. İskeleye yanaşırken âdeta dağılıp parçalanacakmış gibi sesler çıkartırdı. Bu vapurlar yüzünden zaten bir avuç olan Heybeliadalılar, Büyükadalıları kızdırmak için yapmadıkları muziplik bırakmazlardı.
Mektepler kapandı mı, Ada’dan çıkmazdık ama zaman zaman arkadaşlarla buluşur, Moda’ya, Kalamış’a gitmeyi çok severdik. Benim önceliğim hep Neveser yandan çarklısı olmuştur. Bir nedeni yok. Bu vapuru çok sevmişimdir. Deseler ki âşık mı oldun, vallahi de âşık olduğum bir vapurdu. Peki âşık olunacak nesi vardı ki? Eskimiş, orası burası gıcırdayan bir vapur. Vapurla Moda’ya, oradan Karaköy’de Köprü’ye yolculuk, her seferinde olduğu gibi bir lisan curcunası halinde geçerdi. Adalı Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ama yine de herkesi bastıranlar Rumlar ile Yahudiler idi. Ay ne gürültü yaparlar ne yüksek sesle konuşurlar ve de ne kadar çok gülerlerdi. Bir de lüks mevkide hâlâ sözlerinin arasına Fransızca kelimeler eklemeyi bırakmamış eski zaman züppeleri vardı ki, sinirlerim başıma üşüşürdü.

Ben anlatamasam da gençlik yıllarımda Ziya Osman Saba’nın Neveser hakkında yazdığı nükte dolu gençlik anıları vardı. Yazdıklarına bayılırdım. Tam da benim Büyükadalı olduğum öğrencilik yıllarımın Neveser’ini anlatırdı. Neveser Kalamış’a yanaşmış.
[…] O gün, Neveser’in her yeri, narin teknesinin parlak siyah, karşımdaki davlumbazının güneşle pırıl pırıl yanan bembeyaz boyası, salonunun, yan kamarasının iki yana intizamla ayrılmış eflatun rengi püsküllü perdeleri, güvertesinin yeni gerilmiş ak teknesi, al bayrağı, her yeri her şeyi tamirden yeni çıktığını belli ediyordu. Kanarya sarısı bacası, gökyüzünün temiz maviliğini, kışın bütün yağmurları, karlarıyla yıkanıp arınmış şu bahar gününü kirletmemek istermiş gibi dumanı tütüyordu. Bembeyaz davlumbazın üstüne yelpaze şeklinde açılmış delikler, muntazam ışıldamalarıyla oraya oyulmuş bir doğan güneş resmiydi de sanki. Sürme iskeleden geçerken o deliklerden daha iyi gördüğüm kırmızı sülyen boyalı çarkı, kayıkhanelerdeki gibi serin ve yeşil bir loşluk içinde, hareketsiz, bekliyordu. Girdiğim orta salonun tavanında, yaldızlı süslerinde, püsküllü perdelerinde, geçmiş bir devri hatırlatan o eski zaman zarafeti vardı. Yeni vapurlarınki gibi çifter çifter karşılıklı değil de bütün salonu çepeçevre dolanan, ayrıca ortada da bir kısım bulunan, üzerlerine tertemiz kılıf geçirilmiş kerevetimsi oturma yerlerinin en diptekine iyice gömülerek oturduğum zaman, çok iyi hatırlıyorum, ayaklarım yere değmemişti.
Gerçekten de Neveser böylesine renkler ve hisler yüklü yaşlı bir vapurdu. Son derece kalenderdi.
İskelelere yanaşırken hiç acele etmez, kalkarken de “Eh hadi ben gideyim bari,” der gibi ağır aksak ayrılırdı. Ben onun bu haline bayılırdım. Bir de iskele hareket memurları vardı. İşlerinin çok önemli olduğunu bilirler, çımacıların halat vermesine, tahta iskelelerin vapura verilip, geri alınmasına bazen düdük çalarak, bazen “İskeleyi al…” diye komut verirlerdi. Neveser çuf çuf diye çarklarını döndüre dursun, nasılsa iskeleden ayrılabildiyse, bu kez çarkların ardında iki çift köpükler bırakır, vallahi çok cazibeli bir şuh kadının edasıyla tam keyifli yol almaya başlardı. Nereye gideceğini neredeyse kaptana sormayacak kadar kanıksamış olmalıydı. Köprüden kalkar, Moda’ya, oradan Kalamış’a, oradan Heybeliada’ya ve nihayet son sevgilisi Büyükada’ya gelirdi. Büyükada’dan dönecek mi, bıraksan Heybeliada’ya uğrar, Kalamış’ta kendini gösterir, Moda’da sevdalıları bırakır, hadi bakalım yine köprüye dönerdi.Akşam seferlerinde en renkli iskele Moda iskelesi olurdu. Moda başka başka kültürlerin buluştuğu müstesna bir yaşamı yansıtırdı. İskele binasını sahile bağlayan pek güzel uzun taştan örme bir yolu vardı ki, eşlerini karşılamaya gelen hoş hanımlar, ailenin el bebeğim gül bebeğim çocuklarını gezdiren mürebbiyeler ve çaktırmadan sevgilisini bekleyenler hep orada olurdu. Ama nasıl, herkes birbirini tanır, gülüşür, tebessüm eder, sohbet eder, bir yandan da Neveser’i beklerlerdi. Neveser ismi gibi yeni bir eser miydi? Yoksa ruhu güzellikler dolu yaşlanmış bir deniz gülü müydü? Ne hoş. Pervanesi de yoktu ama
ortasında iki yanda kocaman davlumbazları ve içinde dönen çarkları vardı. Makine dairesini de seyrederdim. Kocaman pistonlar bazen ileri döner, bazen durur ve bu kez geri dönerdi. Bazen kız arkadaşlarımla davlumbazların kenarında oturmayı çok severdik. Çarkların denize her dalışında çıkardıkları sesler bize musiki gibi gelirdi ya da doyumsuz bir şiiri dinlerdik. Neveser benim için aynen böyle şiirsel bir vapurdu ve ahı gitmiş vâhı kalmış güzeldi. […]
Anlatacağım öykünün kahramanı “Panayotis”tir. Ne zaman Neveser’e rastlasam Büyükada’dan diğerlerinden çok farklı bir yolcu da binerdi. Adını bilirdik, Panayotis. Öylesine yakışıklı da değildi. Orta yaşın üstünde, zayıf denecek kadar ince, kara kara gözleri olan ama sevgi dolu, boynu bükük Panayotis, sadece yasemin çiçeği satardı. Yolcular arasında güvertede bir baştan başlar, şiir gibi bir seslenişi tekrarlardı: “Yasemin bunlar, kokulu çiçek… Yasemin… Kokulu çiçek.” Elinde birkaç demet yasemin çiçeği saplarıyla demet halinde olurdu. “Kokulu” kelimesini Rumcasının elverdiği kadarıyla “Kokulu” derken “u” harfini âdeta şapkalı “û” gibi seslenirdi.
Biz de tüm kızlar, oğlanlar birlikte tekrarlardık: “Yasemin… Kokûlu çiçek…” Alay etmek mi haşa! Sadece Panayotis’i çok severdik. O da bizi bilirdi. Aramızdan birkaçı muhakkak bir demet yasemin alırdı. Derlerdi ki Panayotis, gençliğinde Büyükadalı bir kıza âşık olmuş. Kızın adı Yasemin’miş. Çok varlıklı Sümbülzâdeler’in kızıyken, Panayotis de Büyükadalı balıkçı Emmanuel Nicolaos’un oğlu olunca, âşık olduğunu dahi açıklayamadan sızlanmış durmuş. Anası İrini oğlunun derdini bilirmiş ama ne yapsın. Kız ise Panayotis’in ona tutkun olduğunun farkında olmamış ve sonra da Ada’dan gitmişler. O yıllardan bu yana Panayotis bahar aylarında yasemin çiçekleri satardı. Kızlar bana takılırdı: “Ay! Yasemin sakın Panayotis sana vurulmuş olmasın!”
Neveser Heybeliada İskelesi’ne o meşhur yandan çarklarının köpüklerle saçılan dalgalarında bir ileri bir geri döner durur ve nihayet gacırtılarla iskeleye yanaşırdı. Çımacı halatı verir, ardından da Heybeliada yolcuları akın ederdi. Bunlar arasında çok farklı olan bu Ada’daki Bahriye Mektebi talebeleri ve onların subayları vardı. Öyle yakışıklıydılar ki, birbirimizi çimdiklerdik. Sen misin çimdikleyen! Bir gün yine Heybeliada’dan hareket ettik. Karşı kanepelerde bahriyeliler var. Bizlerde de bir ciddiyet bir ciddiyet. Onlarsa bizleri gözlemekteler. Konuşurken demek ki adımızı söyleyerek havalarda dolaşıyoruz. O sırada Panayotis yine “Yasemin kokûlu çiçek…” diye diye dolaşmakta. Nasıl oldu bilemem. O bahriyeli çocuklardan biri bir demet yasemin aldı ve sonra da bana uzattı. “Bu sizin için!” Birden sesler yükseldi; “Vavvvv!” Teşekkür mü edeyim, yoksa beni alaya alanlara mı kızayım, ortada kalakaldım. Fakat Moda’ya kadar dut yemiş bülbüle döndüm ve kimseyle konuşmadım.
Canım sevgilim Neveser nihayet, nihayet Moda iskelesine yanaştı ve biz de Moda’ya çıktık. Moda’da ne işim vardı ki? Annemden zar zor izin almıştım. Okuldan bir kız arkadaşımın annesi babası Devriye Konağı Sokağı’nda oturmaktaydı. Galiba dedem kadar olmasa da hayli varlıklıydılar. Arkadaşım, Zühtü Nami Ailesi’nin torunuydu. O zaman köşkleri denize bakan çok büyük bir bahçe içindeydi, dillere destandı. Bu konak Devriye Konağı Sokağı’nın başında Alman mühendis Max Wohl’un köşküyle aynı sıradaydı.
Yaşlanmış olmasına rağmen eşi Seniye Hanım’ın duru güzelliğine hayrandım. Beni de torunu gibi severdi. Selânikli Selahattin Bey’in kızı derlerdi. Torunu Ayşe benim Kolej’den arkadaşımdı. Ayşe’nin üç erkek kardeşi vardı ki, hepsi Robert Koleji’nde okuyordu. Ayşe dedesine ait çok eski hikâyeleri anlamıştı; İstanbul’un işgali sırasında İngiliz İstanbul Bölge Komutanı Yarbay Hugh La Fontaine tarafından karargâh olarak kullanılmak üzere dedesinin elinden alınan köşklerden biriymiş. O yıllarda dedesi ailesiyle birlikte Bostan Sokak’ta buldukları bir evde yaşamak zorunda kalmışlar. Zühtü Nami Bey, çok sevdiği kızı Aynur için daha çocuk yaşlarındayken Osmanlı Sarayı’nın modacısı Jean Botter’in Paris’te yaşayan varislerine intikal etmiş Moda’daki bir köşkü satın almış. Ayşe de annesi gibi at binmeyi çok severdi. Annesinin “Can” dediği siyah bir atı varmış ancak birden hastalanıp ölünce, Seniye Hanım bir hafta matem tutmuş. Ayşe, ağabeyleri Halim, Halis, Harun, hepimiz kolejli olduğumuzdan çok iyi anlaşırdık ve hatta aramızda İngilizce konuşmaktan da hoşlanırdık. Harun en büyük ağabeydi. Benden dört yaş büyüktü. Çok yakışıklı, boylu, yapılı bir gençti. Ona nasıl bakardım? Bilemiyorum. Ayşe’lerde kaldığımda koleje o hafta ağabeyleriyle birlikte Moda’dan vapurla Köprü’ye iner, oradan da tramvayla yola devam ederdik.
Bir yaz günüydü. Üç Büyükadalı evlerimizden izin aldık, Heybeliada’ya gideceğiz. Yazın Heybeliada’da Kolej’den arkadaşımız Gülsevin’ler oturmakta. İskeleye geldik. İskelede bir vapur beklemekte… Vapur diye benim köhne sevgilim Neveser iskelede bizi beklemiyor mu?! Arada Akay İdaresi’nin yeni vapurlarını da görmeye başlamıştık. Sonra bacaları değişti, çift çıpalı oldular. Neveser ise o pervaneli yeni vapurlara hüzünle mi bakıyordu bilemem ama onlar yanından nispet yaparak geçtiğinde herhalde hüzünleniyordu. Ben üzülmesin diye alabanda dedikleri duvarlarını, kapılarını, kanepelerini okşardım. Baş taraftaki güneşlik, aynı zamanda yağmurluk olan brandaları dahi eskimişti. Bir gün dönüp ona seslendim: “Sevgilim hasta mısın?” Kızlar “Sevgilim Neveser,” diye kiminle konuşuyorsun dediler… Yine gıcırtılarla Büyükada’dan kalktık. Babacan kaptanın bana baktığını gördüm.
— Yasemin Hanım senin sevgilin iyice yaşlandı, diye seslendi.
— Olsun ben onu çok seviyorum kaptan baba, dedim.
— Beni bırakın diyor. Bırakmıyoruz. Çok yorgun artık, diye seslendi.

O mahzun, ben mahzun Heybeliada’ya vardık. Heybeliada’da bizimle aynı sınıftan Gülsevin vardı. Babası ne iş yapardı hatırlamıyorum ama bir hayli varlıklıydılar. Evleri edebiyat ustası diye anlatılan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ahşap evine yakın bir yokuştaydı. Evlerine giden merdivenler çok yukarılara kadar çıkardı. Her gittiğimde bu merdivenlerden nasıl çıkılıp iniliyor diye merak ederdim ama şiir gibi bir yokuş diye de halen hatıralarımdadır. Her iki yanında duvarlar ardında kalan köşk benzeri ahşap evler, bazılarının alt katları ise kâgir olurdu. Çoğu sümbüller sarmış bahçelerinde birbirinden güzel kediler görürdüm.
Yine bir bahane uydurup Heybeliada’ya gitmiştik. Vapurdan indik, Gülsevin bizi karşıladı. Birkaç adım attık ki, birinin bana seslendiğini duydum:
—Yasemin merhaba!
Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir edayla seslenmişti. Döndük baktık. Çakı gibi bir bahriyeli genç. Tanıdım, ne zaman evvel bana yasemin çiçeği alıp “Bu sizin için,” diyen o bahriyeliydi. Ne yapabilirdim? Gülsevin yavaşça “Geri çevirme. Ayıp olur. İstersen sen kal, sonra eve gelirsin,” diye fısıldadı. Yürüdüler, ben kaldım.
— Ben yukarı tepelere doğru eğitim merkezinde staj görüyorum. Hava alayım diye sahile inmiştim. Nasıl bir his ki, seni özlerken karşımda buldum, dedi.
Daha da şaşırdım, “Beni özlerken mi, niye?”
— Ben adınızı bile bilmiyorum. Bir de beni niye özlediniz, çözemedim, dedim.
— Haklısın, dedi.
— İstersen şu yakın sokak başında küçük bir park var. Orada benimle biraz oturur musun, diye
sordu.
İtiraz etmedim. Hafif yokuşlu yolu çıktık. Karşımızda çam ağaçlarının altında birkaç bank olan küçük bir park vardı. Banklardan birine iliştik.
— Benim adım Recep.
Biraz uzun bir isim der gibi eliyle işaret etti.
— Geçen sene mezun oldum ama bir sene daha staj göreceğiz.
Omuzunu işaret etti:
— Kocaman bir güverte teğmeni olacağım.
Merakla mı yoksa hiç beklemediğim bir şaşkınlıkla mı onu dinliyordum.
— Ben galiba sana âşık oldum, dedi!
Yıldırım çarpmış gibi oldum!
— Neden, daha evvel bir görüşmüşlüğümüz, arkadaşlığımız da yok!
— Haklısın Yasemin, dedi. Ben de bilmiyorum ama ben neden bugün iskeleye kadar inmek
istedim? İçimde bir heyecan vardı. Ben senin geleceğini de bilmiyordum ki!
— …
— Ben sadece buraya… Yazın Heybeliada’da oturan arkadaşımızı ziyarete geldim, dedim.
Yani lâf olsun diye söylediğim bir sözdü. Sanki senin için gelmedim mi demek istemiştim! Çakır mavi gözleri vardı. Yüzünün gergin, gençlik dolu buğday renginden etkilenmiş miydim?
— Özür dilerim, dedi. Seni şaşırttım ve eğer üzdüysem özür dilerim.
İtiraz ettim, kendiliğinden bir karşı cevabımdı bu:
— Hayır beni rahatsız etmedin. Sadece çok şaşırttın!
— Daha çok genciz. Ben Kolej’deyim. Arnavutköy’de. Sen burada Heybeliada’dasın.
Daha nasıl devam edebilirdim ki?
— Genciz. Elbette birisini seveceğimiz bir zaman gelecek ya da bizi seven biri olacak. Bunları
olağan görelim.
Güldüm.
— Sen de bana âşık olmuşsun ama ben senin farkında bile değilim. Adının Recep olduğunu bile biraz önce sen söyledin. … Amiral Recep gibi bir şey!
İkimiz de güldük.
— Ooh… Hayır ben sadece şimdilik Teğmen Recep’im, dedi.
Gitmem gerekirdi.
— Arkadaşlarımı daha fazla yalnız bırakamam. Seni sadece üzmemek için kaldım. Beni sevmek, bana âşık olmak… Ama ben daha çok gencim Bay Recep Teğmen… Okulum var, okuyacağım. Annem, babam ve bir çevremiz var. Sana teşekkür ediyorum!
Kalkacak gibi oldum. İki eliyle elimi kucakladı! Ateş başıma üşüştü. Birden kalbim öylesine atmaya başladı ki, bayılacağımı sandım. Elimi çekemedim.
— Ben gitmeliyim, dedim.
Elini çekti.
— Yasemin, ben bir ay sonra bu Ada’dan ayrılıyorum. Benim tayinim çıkacak. Beni bir gemiye
verecekler.
Yüzüne baktım. Susuyordum.
— Gitmeden seni görmek isterdim. Bir hafta sonu. Böyle gibi.
— … Arkadaşlarımın yanına gitmeliyim. Merak etmişlerdir!
— Bir şey demedin Yasemin?
— Sana meslek yaşamında çok başarılar dilerim. Belki bir gün bir yerlerde karşılaşırız, hoşçakal âşık teğmen hazretleri!
Ayağa kalktık… Ben yokuşlu yola doğru ondan uzaklaştım. Bir ara baktım, ayrıldığım yerde ayaktaydı ve bana bakıyordu. Gülsevin’lerin ahşap köşklerinin yokuşunu çıkıncaya kadar nefesim kesildi. Zaten zavallı kalbim karman çorman olmuştu. Beni görünce üzerime üşüştüler:
—Kız o yakışıklı da kimdi?
Saklasam olmaz, anlatsam, haftaya sınıfta dillerine düşeceğim gerçi ya çaresiz başıma gelenleri bir bir anlattım. Tersine bir Pamuk Prenses öyküsü gibi bir şeydi, kızlar çığlık çığlığa “Eee… Sonra… Sonra,” deyip durdular. Biri ileri gidip edepsizlik bile etti:
— Kız, seni öptü mü yoksa?!
— Siz de artık çok ileri gittiniz ama ben Recep’i daha yeni gördüm.
— Ay adı Recep mi? Gözleri çok güzel değil mi?
Dedim ki:
— Eğer biraz daha yaygara yaparsanız, ben bulduğum ilk vapur ne ise, Büyükada’ya dönerim.
Suspus oldular. O haftasonu böyle geçti. Ben de arkadaşlarımla Büyükada’ya döndüm. Baktım ki annemde bir merak. Şaşırdım ve de ödüm koptu. Beni birisi mi görmüştü? Hele o oğlan elimi tutarken mi görmüştü de anneme yetiştirmişti.
— Yasemin bak babandan bir sürü laf işittim senin yüzünden, kızını çok başıboş bırakıyorsun diye bana söylendi durdu.
— Anneciğim arkadaşlarımla ne yaptık ki, Gülsevin’in annesini babasını da tanıyorsunuz.
— Nereden tanıyorum? Kızım sadece bir tören filan olursa Kolej’e geldiğimizde sınıf arkadaşlarının annesi babası da oluyor. “Merhaba… Nasılsınız, ” diyoruz, hepsi bu kadar!
— Muhakkak çok iyi ailedirler… Öyle olmasa, kızlarını Kolej’e verirler mi?
— Bana bak Yasemin varlıklılar mı? Yani zengin bir aile mi onlar? Neyse salimen döndün ya, ben Anadolu Kulübü’ndeki davete gideceğim.
Emektar kadınlardan birine seslendi:
— Hürrem… Adını da bilmeyen Hürrem Sultan sanacak! Benim kuaför, gelmesi lâzım. Yasemin sen de geleceksin. Baban öyle istedi. Bu bir Diner Dansant. Hep Moda Deniz Kulübü’ndeki Diner Dansant’lar mı meşhur olacak? Kızım çok iddialıyız.
Muazzam coşku ve şıklık dolu bir geceydi. Babam iki de bir pırlantalardan boyunları görülmez hale gelmiş pek ışıltılı ve de süslü hanımların, smokinli beylerin iltifatlarına kendince tevazuyla ve de gülümseyerek cevap vermekle kalmıyor:
— Bakınız işte benim güzeller güzeli kızım Yasemin, Arnavutköy Kız Koleji’nde okuyor. Oradan da ver elini Amerika. Babam biliyorsunuz Saim Sancaktar Bey çok ama çok ısrar ediyor, diyor ve bir sürü alkışla “Bravo” cevapları alıyordu. Herhalde bazıları ileride erkek çocuklarına böylesine varlıklı ve de soylu bir aileden müstakbel bir gelin hayal ediyorlardı. Annemin arada bir kahkahalarını duyuyordum. Annem bir ara babama:
— Ayol, Fethi Bey’ciğim, Zühtü Nami Bey ile eşi Seniye Hanım da davetliler arasında. Vallahi Moda sosyetesi buraya akın etmiş. Fethi Bey gel hadi de kendilerini bulalım, dedi.
Babamın elini tuttuğu gibi uzaklaştılar. Ben de meraklanmıştım. Acaba arkadaşım Ayşe ile erkek kardeşi Harun da mı gelmişti? Söylenir gibi kendime tekrarladım; “Halim, Halis ve Harun herhalde onlar da buradadırlar… Ve geldilerse bana niye haber vermediler,” diye resmen kızdım. Oysa gelmemişlerdi! O müthiş şıklık ve valslerin, tangoların, çarliston danslarının döktürüldüğü geceden geriye anıları ve bir de dedikoduları kaldı.

Bir zaman Ada’da arkadaşlarımla buluşmayı, eğlenmeyi sürdürdük. Fakat durup dururken bazen elimde
bilmediğim bir sıcaklık hissediyordum. Elimi saran bir ateş vardı. Gözlerim dalıyor ve Heybeliada’ya bakıyordum. Sanki orada birisini arar gibiydim. Kendi kendime mırıldandım; “Sen de bana âşık olmuşsun… Ama ben senin farkında bile değilim. Adının Recep olduğunu bile biraz önce sen söyledin. Amiral Recep gibi bir şey.” Yeniden başıma ateş üşüştü. Yeniden kalbim öylesine atmaya başladı ki, bayılacağımı sandım. Elime baktım. Avuçlarında sarmaladığı elime bakıyordum. Keşke elini çekmeseydi…
Giderek kendimi yer bitirir hale geliyordum.
Büyükada’dan ayrılmama müsaade edilmiyordu. Günümüz hep eğlenceyle geçiyordu. Sonbaharla İstanbul’a göç ettik. Ben yeniden Kolej’e başladım. Yeniden şoförümüz Halit, biz dört deli kızı Kolej’e götürüp getirmeye başladı. Fakat işleri güçleri eğlence olan kızlar benim Ada’daki çok masum, onlara göre büyük aşk olayımı dillerine dolamışlardı. Diyorlardı ki; “Sen misin bir bahriyeliye âşık olan.” Bir Karadeniz türküsü vardı; “Hani benim Recebim” diye. Beni görünce bir şarkı tutturuyorlardı:
Gemilerde talim var
Bahriyeli yârim var
O da gitti sefere
Ne talihsiz başım var
Hani benim Recep’im
Recebim sarı lira vereceğim
Almazsan karakola gideceğim
Başlarlardı, kimi ağlama taklidi yapmaya, kimi kıkır kıkır gülmeye. Ben tam kurtuldum derken yine biri başlardı: “Hani benim Recebim. Sarı lira vereceğim. Almazsan karakola gideceğim.” Ben de onlara “Domuzlar,” diye bağırırdım. Niye bunca varlıklı bir aileden geldiğim halde, çok yakışıklı, çok dürüst ve de ne yazık ki hayli maddi imkânsızlık içinde bir aileden gelen Recep’e âşık olmuştum.
Bana mektup yazmaya başladı. Gemisi bir yerlere gidiyordu. Sadece mektuplaşır olmuştuk. Şöyle yazmıştım: “Muzır sınıf arkadaşlarım adımı ‘Amiral Yasemin’ koymuşlar. Evvelden bana dedem varlıklı olduğu için ‘Banker Yasemin’ derlerdi. Şimdiyse adımı ‘Amiral Yasemin’ yaptılar!”
Tarih dersinde kızları durdurmak imkânsız. Hocaya “Efendim Amiral Recep hakkında biraz daha anlatır mısınız,” diye tuttururlardı. Hocamız bizim deniz tarihine merakımızdan hoşlanmış fakat “Amiral Recep” diye birini nereden çıkarttığımızı anlayamamıştı. Bir gün kızlardan biri “Hocam, Amiral Recep derya kaptanı oldu mu? Çok yakışıklıydı değil mi?” deyince hocamız da zamanla bu Amiral Recep ısrarlarından kuşkulanmaya başladı. Sonunda da Osmanlı denizciliğine ait tek bir kelime etmez oldu. Yine bahar, yine Adalara taşınan eşyalar, Büyükada’da köşklerde harıl harıl temizlik yapanlar ve ardından üçer beşer hanımefendiler, beyefendiler, kızlar, oğlanlar, dadılar, gelinler, damatlar, torunlar, cicili bicili çocuk arabaları… Faytonlar iskeleden köşklere durmadan seçkin misafirlerini taşımakta. Bir kış ne kadar da çabuk geçmiştir. Saim Sancaktar Bey biraz daha yaşlanmıştır. Muhterem eşi Mediha Hanım, faytoncu Abdi Efendi’yi pek beğenir, hâl hatır sorar, çocuklarını, torunlarını sorar… Anadolu Kulübü yeniden canlanır… Derken kulübün müdavimleri giderek artar, temannalar, canım cicimler ve hatta dedikodular bile yapılır. Kıbrıslızâde Şevket nice seneler sonrasında birden Anadolu Kulübü’nde görülmeye başlamıştır.
— Aaaa. Bu meşhur Şevket Bey değil mi? Prenses Mevhibe’nin dayanamayıp ayrıldığı…
— Evet, evet. Aman ne de yaşlanmış… Bir zamanlar çok yakışıklıymış. Çapkınlıktandır, çökmüş bitmiş.
— Kızlar bırakın şu Şevket’i filan, haftaya Tango Gecesi var. İlk defa Fehmi Ege Tango Orkestrası geliyormuş.
— Ayy işte buna bayıldım.
— Tango için ne giyeceğiz?
— Aman sanki yokmuş gibi!
Anadolu Kulübü, Fehmi Ege Tango Orkestrası için muhteşem hazırlık yapmıştı. Annem babam ve yanlarından ayırmadıkları tek kızları ben geceye katıldık. Müthiş neşeli bir geceydi. Fehmi Ege Tango gecesi için dolunay olacak bir geceyi seçmişlerdi. Derken orkestra “Mehtaplı bir gecede,” diye başlamaz mı… Oturan kalmadıydı.
Mehtaplı bir gecede görmüş sevmiştim onu
Her aşk gibi bunun da bilmem gelmez mi sonu
Sever, sever ağlar da
Sana destek bağlar da
Bir gün olur unutur
Başka aşk bulur da
Ona sadık olur da
İşte aşkın sonudur
Bir coşkudur gidiyordu ve yeniden başlıyorlardı, “Mehtaplı bir gecede / Görmüş sevmiştim onu / Her aşk gibi bunun da / Bilmem gelmez mi sonu?”
Büyükada’dan iki kız arkadaşımla beraberdim. Kavalyelerimiz olsa biz de tango yapmak isterdik. Bir ara da bir genç yaklaştı ve Sevda’nın önünde elini uzattı. Biz iki kız kaldık. Orkestra “Sana nerden gönül verdim,” diye çalmaya başlamıştı ve Fehmi Ege’nin bu tangoyu seslendirmesi çok hoşumuza gidiyordu. Tam “Sana nerden gönül verdim,” diye mırıldanıyordum ki, karşımda belirdi…
– Yasemin… Seni dansa davet edebilir miyim, dedi.
Nasıl şaşırmış haldeyim. Recep’ti karşımda duran. Pek şık giyinmişti. Şimdi ben ne yapacaktım? Annem babam beni görürlerse ne olurdu? Yine de elimi uzattım. Dans etmeye başladık. Çok mutluydu. Ya ben… Orkestra ile sözleri tekrarlıyordu: “Sana nerden gönül verdim / Ah keşke vermez olaydım / Seni nerden gördüm / Keşke görmez olaydım.”
— Şu en uzak köşeye doğru gidelim, dedim.
Dans ederek o köşeye doğru geldik. Elinden tuttum.
— Buraya nasıl gelebildin. Sadece üyeler girebiliyor?
— Orkestrayla… Beni de orkestradan gösterdiler.
— Neden Recep, neden? Beni hiç mi düşünmüyorsun?
— Çarem yok, dedi.
Ellerini iki yana açtı:
— Seni bu kadar da çok seviyorum.
Sustum. Hep gözlerine baktım.
— Buradan gitmeliyiz, dedim.
Yola çıktık.
— Recep ben köşke dönmeliyim, dedim.
— Sen nasıl istersen, dedi.
Birkaç adım yürümüştük ki:
— Yeniden tayinim çıktı. Çanakkale’ye gidiyorum, dedi.
— Seni göremeyeceğimden bu gece seni görmek için hiç olmazsa ellerini tutabilmek için
geldim. Beni affeder misin? dedi.
Çıldırabilirdim! Köşkün bahçe kapısına kadar hiç konuşmadan yürüdük. Biraz beride durdum.
— Recep, hislerim karmakarışık! Okulum var. Seneye mezun oluyorum. Dedem ısrarla Amerika’da öğrenim görmemi istiyor. Galiba kesinlikle Amerika’ya gideceğim.
Öylece bana bakıyordu. Bahçe duvarının kenarına çömeldik. Elimi bırakmadı! Sanki sonsuza dek veda öncesinde gibiydik. Nihayet doğruldum. O da kollarımdan tuttu. Yine karanlıkta bile parıldar gibi fark ettiğim mavi gözlerine baktım. İçimden bir şey söylemek geliyordu. Bu benim kalbimin sesiydi.
— Recep sana Allahaısmarladık demek zorundayım… Ama seni … Seni ben de çok sevdim. Seni çok seviyorum, dedim.
Elimi elinden çektim. Bahçe kapısına yöneldim. Dışarıda derin bir sessizlik vardı. Köşke doğru yürüdüm. Tangonun sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. Ağlayacak gibiydim. Kalbimi bastırdım.
Bir yaz nasıl geçti, sonbahar yaprakları nasıl dökülmeye başladı?! Rüzgârlar ardından yağmurları getirdi. Vapurlar yeniden göç eden Adalıların eşyalarının dizildiği günlere döndü. Buzdolapları yeniden Bostancı’ya, Moda’ya, Karaköy’e… Oradan köşklere, konaklara geri döndü. Belki de bu göç onların son
seyahatleri oluyordu zira evlere daha fazla buzdolapları, çok daha yeni modeller giriyordu.
Kolejde okumaya devam ettim. Şoförümüz Halit Efendi her sabah önce diğer üç kız arkadaşımı, sonra
da beni aldı. Artık hiçbiri “Hani benim Recebim,” diye takılmıyorlardı. Zaman her acının şifasıdır derler. Son sınıfı da başarıyla bitirdim. Bebek Robert Kolej ile Arnavutköy Kız Koleji’nin coşkuyla kutladıkları bir gelenekleri vardı, Field Day… O gün geldi çattı. Harun Andak mezun oluyordu. O günden önce kral ve kraliçe, prens ve prensesler seçilmişti. Oğlanlar o önemli gün için özel elbiseler diktirirlerdi. Kızların ise albenili elbiseler giymesi en büyük özlemleriydi. Kralın ve kraliçenin adını açıklarında havalara uçtum.
Aradan geçen bir ki hafta sonrasında o muhteşem gün gelmişti. O günü nakleden bir söyleşide şöyle
anlatılıyordu:
[…] Bebek’te Robert Kolej’de kral ve kraliçe seçimleri var. Birbirinden güzel kızlar ve birbirinden yakışıklı gençler neşe içindeler. Anneler, babalar, yardımcıları tam bir saygın sosyete havası içinde muhteşem bir manzara sunuyorlar. Beylerin çoğu koyu renk kruvaze elbiseli, hanımlar geniş kenarlı şapkaları, hemen hepsi en seçkin terzilerden çıkmış kıyafetleriyle salınıyorlar. Kız ve erkek Kolejli öğrenciler neşe içinde yokuşu çıkmaktalar. İnsan böyle anlarda yaşadığını anlıyor. Saat 15.00’te kral ve kraliçe ile iki prens ve iki prenses göründüler. Alkışlar arasından geçerek kendileri için hazırlanmış olan kral ve kraliçe koltuklarına oturdular. Kraliçe seçilen Yasemin Sancaktar, Fethi Bey ve muhterem zevcesi Feriha Hanım’ın torunu ve oğlu Fethi Beyefendi ile zarif eşi Nermin Hanım’ın biricik kızı. Yasemin Sancaktar’ın üzerinde Avrupa’daki özel terzilerinden getirilmiş açık sarı bir tuvalet var. Kral Harun Andak çok şık bir siyah ceket ve reyeli gri bir pantolon giymiş. Müthiş yakışıklı bir genç. Prensesler Jale ve Semiramis. Çok güzel, çok güzel kızlar. Âdeta uçacak gibiler. Prens Alpay Hanoğlu’nun kolunda Jale, Prens Arman Mandosyan’un kolunda Prenses Mariam Arzumanyan… Bu gençleri Allah böyle güzel ve yakışıklı yaratmış. Hepsi çok başarılı
öğrenciler. Günün en unutulmaz anlarından biri, spiker Tarık’ın nükteler dolu konuşmasıydı. Bir aralık atletizm yarışları başladı. Büyük bir ilgiyle izlenen yarışlarda gençler okullarının rekorlarını yenilediler. Bir ara spiker misafirler arasında güzellik kraliçelerinden Günseli Şanlılar’ın da misafir olarak bulunduğunu duyurunca gözler, Günseli Hanım’a çevrildi. Geçtiğimiz yıllarda nedime olan Melis, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öğrenimine devam ediyormuş. Bugünün kralı ve kraliçesi müthiş sükse yaptılar. Bu yıl da Field Day Kralı Harun Andak müthiş yakışıklı, sportmen gençlerden. İnşaat mühendisliği için ailesi New York’u seçmiş. Öğrendiğimiz kadarıyla New York University Tandon School of Engineering’e kaydı
yapılmış. Harun Andak ile kısa bir konuşma imkânımız oldu; “Ben daha çok şehir planlamacılığı konularını seviyorum. Yine New York Brooklyn çevresinde The Academy of Urban Planning and Engineering var. Şansımı daha ziyade orada denemeye çalışacağım’ dedi. Kraliçe Yasemin’in muhterem babası Fethi Bey ve zarif annesi Nesrin Hanım kızlarının New York’ta moda öğrenimi görmesini istediklerini belirttiler. Harun Andak’ın zarif annesi de yanlarındaydı. “İki arkadaş New York’ta da arkadaşlıklarına devam ederler,” dedi. Sonra Nesrin Hanım’a dönerek “Canikom bu görüşümü nasıl buluyorsun,” diye sordu. Nesrin Hanım “İnşallah. İnşallah. Eminim orada arkadaşlıkları daha da ilerler,” dedi. Çok mutluydular… […]
Yaşam kendi bildiği gibi devam ediyordu. Yasemin Sancaktar, Harun Andak ile New York’a doğru uzaklaşmıştı. Neveser ise artık çoğu seferlerden alınmış ancak çok ihtiyaç halinde bağlandığı şamandıradan çuf çuf sesleri çıkartarak Köprü’ye geliyor, yorgun argın yolcularını alıp alabildiğine geç kalarak Adalar’a varıyordu. Artık onun bu geç kalmalarına darılan da yoktu. Saygı duyuyorlardı, sevdalıları
alabildiğine artmıştı. Bir kış mevsiminde getirip Haliç’te kıçtankara bağladılar. İlk baharda Adalar’a göç edenlerin eşyalarını taşıdı. Mizah dergilerinde “Neveser Marmara’da kayboldu,” diye karikatürler çıkıyordu. Hiçbir tarifeye uymaz bir haldeydi. Herhalde beynindeki algılama melekeleri kaybolmuş, bir anlamda demans gibi bir yaşlılığı sürdürmeye çalışıyordu. Nihayet Neveser sessizce ve ufuklara uzanan bir rızayla denizlerden çekildi gitti.
Neveser’in vefat ettiğini Yasemin duymadı. Çok uzaklarda, başka bir kıtadaydı. Harun inşaat mühendisliği yerine New York University Tandon School of Engineering’e kaydını aktarmış ve çok başarılı şekilde öğrenimine devam ediyordu. Başlangıçta o da ben de bir apartmanda kiraladığımız bir daire kaldık. Odalarımız ayrıydı. Arkadaşlarımız olmaya başlamıştı. Müşterek zevklerimiz, alışkanlıklarımız olduğunu fark ediyorduk. Ben ilk zamanlarda Recep’e bir mektup yazmıştım. Zamanla mektuplardaki renklerin, heyecanların soluklaşmaya başladığını hissettim. Gün geldi mektup yazmayı durdurdum. Recep’ten birkaç mektup geldi. Sonra arkası kesildi. Harun üniversiteden mezun olmuştu ki, İstanbul’dan üzücü bir haber aldık. Babası Zühtü Bey vefat etmişti. Ben de moda tasarımı öğrenimi almıştım ama galiba daha çok ev hanımı olmayı seviyordum. Tasarımı hep kendi evimde yapmak beni daha çok mutlu kılıyordu. Üzüntülü bir haber daha aldık; dedem Saim Bey vefat etmişti. Annemle, babamla sohbetlerinde vefat ettiğinde, Anadoluhisarı’ndaki ailenin kabristanına gömülmesini isterdi. Annem babam da “Aman babamız Allah gecinden versin. Allah sizi başımızdan eksik etmesin,” diye bu his dünyasındaki vasiyetini
örtbas etmeye çalışırlardı. Dedem vefat ettiğinde vasiyetini yerine getirmişler, Anadolu Hisarı Muhaşşi Sinan Camii’nde namazı kılınmış ve yakındaki mezarlıkta aile kabristanına defnetmişler.
O gün çok ağladım. Dedemi sonsuz şekilde severdim. Çok kültürlü, saygılı, her sözü bir şiir kadar güzel olan bir İstanbul efendisiydi. Her şeye, her olası üzüntüye rağmen zaman ağlarını örmeye devam etti. Harun önce New York Urban projelerinin yapıldığı bir bölümde göreve başladı. Fakat öyle başarılıydı ki çok büyük bir Amerikan şirketi kendisine iş teklifinde bulunmuş; görüşmeden havalarda uçar gibi geldiydi. Ancak bu şirketin Seattle’deki bölgesinde görev veriliyordu. New York’a veda ettik. Özel yaşamımızda çoktandır bir sevgili, daha da ilerisi evli bir çift gibiydik. Birbirimizden hoşlanıyorduk, müşterek alışkanlıklarımız, zevklerimiz vardı. Yıllar geçiyordu. Bu kez annemin hastalığı beni perişan etti. Hastalığı ilerledi ve biz gurbetteyken onu toprağa verdiler. Babam ise sevgilisinin ardından çok yaşamadı.
Harun bir gün sohbet ederken:
— Yasemin farkında mısın? Biz hâlâ resmen evli değiliz. İlk fırsatta evlenmeliyiz, dedi.
— Vallahi mutluluğumuzdan unutmuş gitmiştim, dedim.
Harun gerekli resmî işlemleri yaptırttı ve birlikte konsolosluğa gittik. Böylece ben Harun Andak’ın resmî eşi oluyordum. Soyadımı şöyle yazdırmıştı; Yasemin Sancaktar Andak. Onun bu ince düşüncesi beni ona daha da bağladı.
Seattle’da üç yılımız geçti. Harun daha da büyük mevkilerde görevlendirildi. Bu kez California’ya yerleşmiştik. Varlıklıydık ve Harun’la California’da ağaçlar arasında ancak iki katlı diyebileceğimiz, büyük bir yüzme havuzu olan âdeta konak gibi bir ev satın aldık. Ben havalarda uçuyordum. Çünkü bu evin dekorasyonu bana kalmıştı. Fakat bir gün midemin bulanmasıyla doğruldum. Hiç de hasta değildim. Harun eve geldiğinde ona anlattım. Hınzır bir şekilde güldü.
— Kız hamile olmayasın, dedi.
Dediği de çıktı, hamileymişim. Tam dokuz ay sonrasında bir oğlumuz oldu. Adını ne koyalım derken, hiç düşünmeden neden Recep olsun dediğimi bilemiyorum. Hatta, hatta Harun’a karşı saygısızlık mı yaptım gibi de rahatsız oldum. Harun biraz şaşırmıştı:
— Bizim ailede Recep diye biri yok. Sizinkilerde mi var? dedi.
— Vallahi çok komik gelecek ama ağzımdan çıkıverdi.
Üzerinde durmadı, sadece:
— Biz artık Amerika vatandaşıyız. Oğlumuz isminden dolayı sıkıntı çekmesin. Ben Türk olarak aslımı inkâr edecek değilim. Türk olmakla onur duyarım. Fakat Amerika’da yaşıyorsak, şöyle yapalım derim. Konsoloslukta Recep Andak olarak kaydedilir ama ben Amerikan vatandaşlık sicilini alırken Robert Andak olarak yazdıracağım.
Ben de:
— Hoşgeldin Robert Andak Bey, diye güldüm.
Evimiz California’da Beverly Hills’teydi. Hep ünlülere ve iş adamlarına ev sahipliği yapan bu kentte Los Angeles bölgesinin çok pahalı evleri vardı ki yanından geçilemezdi. Zamanla artan Amerikalı dostlarımız gibi buraya yerleşmiş bazı Türk ailelerle de arkadaşlıklarımız artıyordu ve ben artık bir briç delisi olmuştum. Böylece Beverly Hills Bridge Club’a üye olduk. Seneler yerinde duracak değil ya bizim Robert büyüyor ve artık daha iyi bir öğrenimi hak ediyordu.
Bir hafta sonu Harun, Washington’da Türk Büyükelçiliği’nin kendisine gelen davetine katılmamız gerektiğini söyledi. Davet gününden üç gün önce Washington’a geldik. Harun, Sofitel Lafayette Suare Hotel’de yer ayırtmış. Klasik güzellikte muazzam bir oteldi. Büyükelçi ve eşi bizi çok büyük sevgiyle karşıladılar. Annem, kendilerini çok genç yaşlarında Dragos’taki evlerinden tanırmış. Benim aklımda böyle kalmış!
Elçiliğe gittik. Son derece resmî bir havada karşılandık. Türkler ve yabancı davetliler vardı. Sohbet ediyor, birbirimizi anlatıyordu ki Büyükelçi Bey yanımıza geldi:
— Bakın size yeni deniz ateşimizi tanıtayım. Henüz bir hafta evvel katıldı. Deniz Kurmay Albay Recep Denizsel ve muhterem eşi Sevgi Denizsel.
Bir de kafamı kaldırayım ki karşımda o duruyordu. O da şaşkınlık geçirdi ama tüm heyecanlara rağmen, kendimi toparladım. Eşi herhalde bir güzellik kraliçesi olacak kadar güzeldi. Kendisini güzelliğiyle de tebrik ettim. Fakat bu tanışmanın ardından oradan uzaklaşmak istedim. Biraz sonra eşimle davetten ayrıldık.
İki gün Washington’da bir hayli gezdik, Nisan ayıydı. Kiraz ağaçlarının çiçek açtığı bir haftaya rastlamıştık. Nasıl bir pembe güzellikler ormanıydı ki Harun’la neredeyse birkaç saat oradan ayrılamadık. Nihayet evimize dönmek vakti geldi ve yeniden California’ya Beverly Hills’e döndük. Harun giderek yorulduğunu söylüyordu. Birgün konuşurken bazı isimleri hatırlamakta zorlandığını fark ettim. O da şaşırıyordu. Kahvaltı sırasında:
— Yasemin… Birden aklımdan gitti. Biz geçen hafta bir yerlere gittik mi, dedi. Şoke oldum, şaka
yapıyor zannettim.
— Harun bu kahvaltı şakası mı? dedim.
— Hayır, yok canım ne şakası, sanki bir yerlere gitmişiz gibi geldi. Yanlış hatırlıyor olabilirim,
dedi ve durdu. Düşünmeye başladı.
— Tamam, tamam buldum. Washington’a gittik diyerek hatırladı. Bu hatırlayışı beni rahatlattıysa da içime bir kurt düştü. Günler geçtikçe, Harun’da böyle unutkanlıklar artmaya başlamıştı.
— Allah Allah çok yakın arkadaşımın ismi aklımdan kayıp gitti. Belki yıllardır ismini kullanmayınca bellek de kaybediyor diye kendine mazeretler bulmaya çalışıyordu. Doğrusu uzun zaman hatırlamadığımız isimlerin birden aklımıza gelmemesi benim için de geçerliydi ama Harun’daki unutkanlıklar çok daha yakın zamanlara aitti ve hatta mesleğiyle ilgili bazı konuları hatırlamak zorunda kalışı, korkulan bir değişimin yaklaştığının belirtileri olmuştu. Unutması ve bazı isimleri giderek hatırlamayışı ikimizi de üzmeye başladı. Öncelikle klinikte sağlık kontrolünden geçti. Doktoru biraz sevimsiz bir haber verdi. Beyinde bazı silinmeler başlamıştı. Zorlu bir yaşam yerine daha sakin bir yaşama geçmeliydik. Ayrıca Harun kendisine muhakkak bir başka uğraş bulmalıydı.
Yaşam bir taraftan da devam ediyordu. Oğlumuz Robert Recep nedense İngiltere’de Oxford’da okuyacağım diye tutturunca, ne istiyorsa yaptık. Bir sabah uçakla kendisini yolcu ettik. Arada mektuplar yolluyor, öğrenimin çok başarılı geçtiğini ve çok da eğlendiklerini yazıyordu. Bir mektubu daha gelmişti. Şok geçirdik. Mektupta şöyle yazmıştı: “Annem ve babam, ben Jane Bond’la evlendim.” Önce bunu bir James Bond şakası sandık fakat mektubuna evlilik belgesinin kopyasını ve sevgilisiyle çektirdiği evlilik töreni fotoğrafını da eklemişti. Önce çok kızdık. Bir tek oğlumuzun evlilik kararından bizim neden haberimiz olmamıştı. Neden bizi davet etmemişti? Ardından bir mektubu daha ulaştı: “Annem, babam” diye başlıyordu yine. “Bu haftasonu arkadaşlarla Greenwich’e gitmek kararını verdik. Haftasonunu orada geçirecektik. Londra’dan kanalda çalışan vapurlardan biriyle Greenwich’e ulaştık ki, çimenlerle kaplı bir cennet ve bu cennetin ortasında aniden âşık olduğum bir güzel kız. Doğru yanına gittim ve hiç beklemeden:
— Ben hem Greenwich’e, hem de sana âşık oldum, dedim.
Gülmekten yere düşecekti.
— Fakat ben sana Greenwich’ten fazla âşık oldum, dedim.
Biraz gülmesi geçince:
— Seni yıldırım çarptı galiba… Pekâlâ madem sen bana âşık oldun. Bari ben de sana âşık
olayım, dedi.
Annem, babam vallahi bayılacaktım. Adını bile bilmiyorum, adımı da bilmiyor!
— Benim adım Robert Recep dedim. Oxford’da son senem. Annem babam Amerika’da yaşıyor. Belki oraya dönerim. Sonra kekeledim:
— Yok. Yok. Seni gördükten sonra hiçbir yere gidemem!
Vallahi gülmekten bayılacaktı.
— Bari adımı söyleyeyim, dedi.
Arkadaşlarım da başımıza üşüşmüşler, gülmekten onlar da baygınlık geçiriyorlardı.
— Adım Jane Bond, deyince hepsinden bir çağırış yükseldi:
— James Bond’un sevgilisi Jane Bond… Vavvvv…
İş tam maskaralık halini almıştı ki, kız:
— İyi ama benim adım Jane ve soyadım da Bond. Yani ben Jane Bond’um, dedi.
Sersemlemiştik. Nihayet kendime geldim. Bak kıza ne dedim:
— Ben sana âşık oldum. Sen de bana âşık oldun mu? Herkes gülmekten bir hal olmuşken, kız da aynen ne yapacağını şaşırmış, o da kahkahalarla gülerken:
— Benimle evlenir misin, dedim.
Birden herkes gülmeyi kesti. Herkes Jane Bond’a bakmaya başladı. Durdu. Durdu. Elini yüzüne kapatarak gülmesini örtmek istedi. Sonra yeniden bana baktı. Herhalde kendisine evlenme teklif eden bu kaçık da kim diyordu.
— Sen ne kadar komiksin, dedi.
Sonra yeniden yüzüme baktı, baktı. İnanıyorum ki beni ciddi buldu ve
— Evet Robert seninle evlenmeyi kabul ediyorum, dedi.
Annem, babam, dünyada bunun gibi bir evlilik olabilir mi? Jane Bond Andak diye bir gelininiz
var. Çok ama çok güzel. Çok ama çok kişilik sahibi. Greenwich’te kilisede evlenmiştik. Sonra ailesiyle de tanıştık. Onlar da gülmekten hastanelik olabilirlerdi. Bir zaman sonrasında bizim konsoloslukta tekrar resmî nikâhımızı yaptıracağım. Gelininizin fotoğrafını da ekledim. Sizi çok seviyoruz.”
Harun ile bir süre şaşkın bir halde kaldık. Sonra bizi de aldı bir gülmek.
— Ben gençken böyle zıpır değildim. Bu oğlan nereden almış bu huyu, dedi.
Birden aklıma geldi:
— Harun senin Londra’da yaşayan bir sınıf arkadaşın vardı, Arman. Eşi de Mariam. Ona telefon etsen ve biz de Londra’ya gitsek. Sen de biraz dinlenmiş olursun, birlikte tatil yaparız. Bu önerim Harun’un çok hoşuna gitti. Saatlerin uygun olduğu bir aralıkta Arman’ı aradı. Çok memnun olmuş ve ille de evlerinde misafir olmamızı istemiş. Harun şirketten izin için müsaade rica etti. Çok saygı duyarlardı, izin hemen çıktı. Biletler alındı ve biz Londra’ya uçtuk.
Heathrow Havaalanı’nda Arman ve eşi Mariam bizi karşıladılar. Arman Londra’da ciddi bir iş insanı olmuştu. Şoförü bizi Sloand Street’e getirdi. Daha o dakikalarda seyrettiğimiz saygın mimari ikimizi de etkiledi. Sloan Street’in sonunda Off-Sloan Street kısa bir sola sapan sokak. Çok sakin yani daha da sakin ve daha da asil bir sokak.
— İşte bizim ev. Üçüncü kattayız, dediler.
Abraham Place diye okudum. Kaşane bir klasik apartman olmalıydı. Nasıl mükellef ve büyük bir daire, insan birbirini kaybeder. Bizim için hazırlattıkları oda, zaten açıkçası o muhteşem evin içinde sanki başka bir bölüm gibiydi. Pencerelerinden Sloan Square denilen meydan görülüyordu. Bu tabloya bayıldık ve yan yana bir süre oradaki yaşamı seyrettik. Dostlukları bizi çok mutlu kıldı. Ertesi gün kahvaltı sırasında daha rahat sohbet edebildik. Hem tatil yapmak istiyorduk, hem de oğlumuzu ve gelinimizi görmek istiyorduk. Oğlumuzun yaptıklarını anlattığımızda ikisi de kahkahalar için kaldılar.
Böylece Londra günleri başladı. Önce Robert Recep Beyefendi’ye adresimizi bildirdik. Eşini alıp Londra’ya gelmesini söyledik. Hafta sonuydu. Sevgilisini almış, geldiler. Arman eşi Mariam ile bizleri Sambuko isimli bir restorana davet ettiler. Bir klasik binanın alt katı gibiydi. Caddeden birkaç basamakla giriyordunuz ve birden karşınıza neşe dolu bir İtalyan lokantası çıkıyordu. Müstakbel gelinimiz ya da gelinimiz öylesine hoş, öylesine sevimli ve öylesine güzeldi ki, bizim erkekler bizden fazla hayran oldular.
Hafta başında konsolosluktan nikâh için gün alındı. Herkes hazırlandı, evraklar dikkatle bir dosyaya kondu. Jane Bond’un Greenwich’te yaşayan anne babası da bize geldiler. Karı koca, onlar da kızları gibi sevimli kişilerdi. Hep birlikte konsolosluğa gittik. Arman ve Mariam şahit oldular. Haliyle iş orada bitmiyordu. Çulsuz damada eşiyle yaşayacağı bir ev bulmamız lazımdı. O işi de Recep’e bıraktık ve sonra biz Glasgow’a kadar sürecek bir tren seyahatine çıktık. Arman ve Mariam de yol arkadaşlarımızdı. Çok eğlenmemize rağmen, Harun bazen kim olduklarını sormaya başlamıştı ki, Arman bir ara bana eğilerek “Aman Yasemin, galiba Harun’da ciddi bir unutkanlık başlamış. Doktora muayene oldu mu?” diye sordu. Anlattım. Londra’yı çok sevmiştim. Harun’a emekli olmasını ve Londra’ya yerleşmeyi önerdim.
— Amerika’ya dönelim, düşünürüz, dedi.
Dostlarımıza veda günü geldiğinde, çok yakın bir akrabamızdan ayrılıyormuşuz gibi üzgündük. Amerika’ya döndükten sonra Harun daha ciddi şekilde emekli olmak istediğini söylemeye başladı. Hep “Yorgunluk hissediyorum,” diyordu. O gün geldi. Harun artık faal iş yaşamından çekilmiş, kendi ifadesiyle bağımsızlığını ilan etmişti. Her gün, her saat birlikteydik. Ben briç oyunlarımı seyrekleştirmiştim. Birkaç ay geçmişti ki:
— Bir arkadaşım neden Türkiye’de Bodrum’da emekliliğinizi yaşamıyorsunuz diye bir öneride bulundu. Bunca sene Amerika’da yaşa, derken Londra’ya yerleşmek iste ve birden “Bodrum” ismi ortaya çıksın. Bu konuşmamız bir süre öyle kaldı. Harun bir sabah:
— Yasemin gel bu ilkbaharda Bodrum’a gidelim, dedi.
— Sen hiç Bodrum’u biliyor musun? Gitmişliğin var mı, diye sordum.
Dudak büktü.
— Zerre kadar bilmiyorum.
— Al benden de o kadar. Ya rahatsız olursak?
— Yasemin bizi bağlayacak değiller ya, çeker başka yere gideriz, dedi.
Bodrum macerası böyle başlamıştır. Bu minval konuşmalar yaparken, üzücü bir haber daha aldık. Babaannem Feriha Hanım da vefat etmişti. Annem “Sevgili eşinin yanına kavuştu,” diye yazmıştı. Babam, anneme Büyükada’daki köşkü satarak sadece Kalender’de oturmayı önermiş. Babaanneme anlatmışlar. Gözleri dolmuş, bir süre düşünmüş. Sonunda şöyle mırıldanmış:
— Az yaşa uz yaşa, akıbet gelir başa… Çocuklar ben Saim Beyefendi’yle çok mutlu yaşadım. Beni
hep el üstünde tuttu. Bizim bu köşkte nice anılarımız var. Durmuş, gözlerini bir yerlere çevirmiş, fark etmişler ki dedemin fotoğrafına bakıyor.
Artık hasret dayanılmaz hale gelmişti. Bu kez ben Harun’a Türkiye’ye gitmek teklifinde bulundum:
— Harun çok yıllar geçti. Açıkçası biz de galiba çok vefasız çıktık. Yıllardır annemizi, babamızı arkadaşlarımızı geride bıraktık. Bir kez olsun İstanbul’a gitmedik.
Harun şaşırmış gibiydi:
— Hani sen, ben artık buralıyım. Merak eden kalksın buraya gelsinler diyordun hep! Bu sözlerini ben çok beğendim. Sana demiyor muyum? Ben artık çok çabuk yoruluyorum. Emekli olmak zamanım geldi demiyor muyum?
— Haklısın. Bak sen de kardeşlerine, annene hasretsin. Ayşe kaç yıl oldu evleneli. Çocukları herhalde boyumuza gelmiştir. Halim’i yine görmeyeceğiz; mühendis olduktan sonra Cape Town’a yerleşti. Oraya gidemeyiz. Eşi oralı bir İngiliz, bize fotoğrafını yollamıştı.
— Geriye sadece kardeşim Halis kaldı. Allahtan o İstanbul’da.
Yılları geriye doğru sararak hayale daldık. İç çektik ve Harun yerinden doğruldu:
— Ben haftaya bir plan yapacağım. Önce Ayşe’ye telefon ederim. O Moda âşığı olduğu için baba evini terk etmemiş.
— Baba evi mi dedin, diye sordum. İkimiz de biliyorduk; İstanbul’da eski konaklar, köşkler yıkılıyor, yerlerine apartmanlar dikiliyordu. Babasının, annesinin gözü gibi baktıkları o köşk de müteahhite verilmiş, yerine on daireli bir apartman inşa edilmişti. Pekâlâ, İstanbul’a dönersek kimi görecektik! Harun bir hafta sonra seyahat planımızı tamamladığını, uçak biletimizi aldığını söyledi. Bir hafta, hatta biraz daha fazla İstanbul’da önce Kalender’de kalacaktık. Sonra Moda’ya geçecektik. Ayşe’ye bir apartman içinde olmak
yerine, yakındaki bir otelde kalacağımızı söylemiştik. Ben nedense, bir gün de Büyükada’ya gideriz belki diye düşündüm.
İstanbul’dan sonra Bodrum’a gidecektik. Nihayet İstanbul’da Yeşilköy Atatürk Havalimanı’ndaydık. Seyahat acentesi yetkilisi her şeyimizi halletti ve bir minibüse geçtik. Kalender’e gidiyorduk. İkimiz de gözyaşları içindeydik. Sonunda bizim eve ulaştık. Bir de evde bir ağlamadır gitti. Annem sandığımdan da fazla yaşlanmıştı. Babam ise bastonla yürüyebiliyordu. Haminnemi sordum. Annem yukarıyı işaret etti:
— Kızım haminnen artık hep odasında. Yatıyor. Ayaklarımın ucuna basarak üst kata çıktım. Kapıyı araladım. Pencerenin yanındaki karyolasında, bembeyaz çarşafı ve ince bir yorganın içinde giderek küçülmüş, neredeyse bir bebeğe dönmüş haminnemi gördüm. Artık beni tanıyacak halde değildi.
— Haminne ben geldim. Ben Yasemin dedim.
Hiç cevap vermedi. Bir hemşire bakıcısı vardı.
— Sizi duyuyordur, merak etmeyiniz, diye fısıldadı.
Yaşamın gerçeklerini göğüsleyebilirsen, ayakta kalabiliyorsun. Hasret, ayrılık ve her şeye rağmen dimdik olmak, gerçeği kabul etmek. Bu âlemde her şeyin bir sırası vardı. Kalender’de anneme, babama veda ettik. Ağlaştık, ağlaştık. Annem:
— Bu kadar gurbet çok fazla, artık geri dönün. Sizi çok özlüyoruz diye gözyaşı döktü. Ben de
ağlıyordum.
— Anne, söz veriyorum, yakında döneceğiz. Harun da artık memlekete dönmek istiyor. İşlerimizi bitirip döneriz, dedim. Sonra:
— Annem, babam, bize yine müsaade edin. Harun da Moda’da kardeşlerini görmek istiyor. Dönüşte uğrarız. Zaten buradan Amerika’ya döneceğiz, dedim.
Babam sarıldı, yanaklarımdan öptü. Onunla son defa olarak baba kız sohbet ettiğimizi bilmiyordum. Seyahat acentesinin aracıyla hareket ettik. Kabataş’tan araba vapuruyla karşıya geçtik ve bizi kalacağımız otele getirdiler. Moda değil de Suadiye’de bir otelde yer ayırmışlardı. Demek ki biz yanlış bilmişiz. Sahilde yine de sevimli bir oteldi. Seyahat acentemiz bizi hiç yormadan araçlarıyla her yeri gezdirdi. Sıra Moda’ya gelmişti. Harun’un da benim de ağzımız açık kaldı. Moda bizim bildiğimiz, hele Harun’un bildiği Moda değildi. Her tarafta apartmanlar vardı. Devriye Konağı Sokağı’na girdik ve köşk derken bir apartmanın önünde durduk. Ayşe’yi tombul bir teyze gibi gördüm. Halis de gelmişti. Güle ağlaya sarıldık. Acentenin şoförü bir hafta sonra bizi Suadiye’deki otelimizden alacak yeniden hava limanına götürecekti. O gün boyunca önce Koço’da kendimize nefis balıklardan oluşan bir ziyafet çektik. Sonra gece Moda Deniz Kulübü’ne götürdüler. Aman o gece orada tango gecesi varmış varmış. Bir ara Fehmi Ege’nin tangolarından bazılarını çalmaz mı?! Orkestradaki solist terennüm ediyordu; “Sana nerden gönül verdim / Ah keşke vermez olaydım / Seni nerden gördüm / Keşke görmez olaydım.” Moda Deniz Kulübü’nde bu şarkı tüm sevgililerin dillerinde, dalga dalga yayılmaktaydı. Yine ağlaştık, sarıldık, tekrar geleceğiz diye söz verdik ama bir değişiklik yapmıştık. Ben Harun’a Büyükada’ya gidip iki gün kalmak istediğimi söylemiştim. Onun da hoşuna gitti. Seyahat acentesini aradı ve konuştular. Moda’ya da veda ettik. Seyahat acentesinin aracı bizi sabah erkenden Suadiye’deki otelimizden aldı ve Kadıköy vapur iskelesine götürdü. Ada vapurunu bekleyecektik. Ben sanki gelecek olan vapurun Neveser olacağını hayal ediyordum. Hiç de öyle olmadı. Yandan çarklı da değildi. Adı da “Kadıköy” idi. Büyükada’ya kadar her adaya uğradı ve her adada daha da hislendik. Bir ara, Heybeliada’yı seyrettim. Annemin söylediği bir şarkı vardı. Babam:
— Hanım bu Sadettin Kaynak’ın Segâh eseri. Bana mı söylüyorsun, diye takılırdı.
Birden kulaklarıma o şarkının nağmeleri gelmeye başladı:
Bir rüzgârdır gelir geçer sanmıştım.
Meğer başımda esen kasırgaymış sevgilim.
Gönül oyunudur bunun izi kalmaz demiştin.
Meğer içimde yanan bir volkanmış sevgilim,
Bir gün gelir unutursun demiştin sevgilim.
Hicranını uyutursun demiştin sevgilim.
Unutmadım, unutmadım.
Aşka hasret sana hasret bekliyorum sevgilim.
Harun:
— Eski şarkılar ne kadar his dolu, dedi.
Birlikte şarkıyı söyledik. Bir anlık, beklenmedik, hatta bir çocukluk kıvılcımı gibi bir şeydi. Ben yıllardır eşimle çok mutluydum. Yine de bir tuhaf oldum.
— Bu şarkıyı her zaman genç kalmış âşıklar dinlesin isterim.
Büyükada İskelesi’nde indik. Hadi, bir kez daha fena oldum. Rehberimiz bizi faytona kadar götürdü. Acaba bizim faytoncu olabilir mi diye baktım. Yüzü bana hayli sert gelen biri faytoncu gördüm. Soramadım. Fayton yokuşu tırmanmaya başladı ve Splendid Hotel önünde durdu. Papyonlu, âdeta redingotlu bir görevli güler yüzüyle bizi karşıladı. Yarım asırlık gelenekleri değişmemişti. Odamıza çıkardılar. Balkondan alabildiğine uzanan ve yayılan emsalsiz bir manzarayı seyre daldık.
Çocukluğumun geçtiği dedemizin köşkü karşı sıralardaydı. Sanki yine oradan babamla annem
çıkacaklarmış gibi görünüyordu. Belki de Sami Sancaktar Beyefendi, zevcesi Feriha Hanımefendi’yi koluna takmış tin tin Ordulu Mazhar Paşa ve zevcesi İhsane Hanım’ı ziyarete gidiyorlardı. Pekâlâ Nurettin Bey ile Güldane Hanımların ahşap evleri birkaç sokak ötede, yokuşun hayli ortalarındaydı. Babam Fethi Bey, dedemle haminneme katılır, Nurettin Bey ile Güldane Hanım’ın evinde musiki dinlemeyi çok severdi. Nurettin Bey keman, eşi hanımefendi Güldane Teyze de çok güzel ut çalardı.
Bir süre konuşmadan kaldık. Rehberimize daha sonra bizi Anadolu Kulübü’ne götürmesini tembihledik. Akşam orada yemeğimizi yeriz diyorduk. Henüz mevsim erkendi. Şansımıza servis veriyorlarmış. Annem ile babamın çok sevdiği bir masa vardı. Deniz tarafına doğru… Rica ettik.
— Hemen efendim, dediler. Masada biz sohbet ederken hatırlayamadığım biri bize doğru yaklaştı. Hayli yaşlı, çok zarif bir hanımdı.
— Çok yakışıyorsunuz, deyince biz de çok mutlu olduk.
— Yasemin, beni hatırlayabildin mi, diye sordu.
Bir süre duraladım.
— Haklısınız çok yıllar geçti ama siz Yasemin Hanım değil misiniz? Fethi Bey ile Nesrin Hanım’ın
kızları?
İyice şaşırdık ve yerimizden kalkarak, kendisine buyurmasını rica ettik.
— Rahatınızı bozmak istemem. Ama biraz sizinle sohbet etmek isterim doğrusu, dedi. Birden hatırladım.
— Siz. Siz Melda Teyze değil misiniz? Evet Melda Teyze’siniz.
— Müthiş bir hatırlayış. Anneni briçte hep mat ederdim.
— Geçen hafta Kalender’de annem ile babamı ziyaret ettik. Sonra Harun’un Moda’daki kardeşleriyle buluştuk. İki gün de dayanamayıp Büyükada’ya geldik. Sonra yeniden Amerika’ya döneceğiz. Daha sonra da Türkiye’ye dönmeyi düşünüyoruz, dedim.
Yüzümüze baktı, baktı:
— Karar vermeniz için zaman daralıyor. Sonra demeyiniz ki, gidenler memnun ki yerinden…
Harun:
— Ooo… Evet Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi‘si gibiyiz. Haklısınız, dedi.
Melda Hanım eliyle işaret etti:
— Yasemin hatırlarsın herhalde. Biz o köşedeki masada briç oynardık. Çoğunlukla değişmez
dörtlü idik… Aman ne dedikodu yapardık… Bayılırdık. Kala kala annenle ben kaldım.
Güldü:
— Nesrin ile arada bir telefonla görüşüyoruz. Ben İstanbul’a inemiyorum, onlar buraya gelemiyorlar. Dedikodu yapamaz olduk!
— Çiçek satan bir Panayotis vardı.
— Hatırlamaz olur muyum?! Çok ahbaplık ederdik. Bana kaç defa aşkını anlatmıştır. Vallahi sonunda bunadı. Anlattığını unutuyor, yeniden anlatıyordu.
— Halen hayatta mı diye sordum. Yine eliyle yana doğru yukarıları işaret etti.
— Yukarılarda Ada’nın tepesine doğru, öteki tarafta.
— Bir Kıbrıslı Şevket Bey vardı. Hep dedikodusu yapılırdı.
— Aman kızım galiba Münih’teyken kalp sektesinden vefat etmiş. Çok sözü olmuştu. Cenazesini vapurla İstanbul’a getirmişler, sonra Karacaahmet’te kardeşinin yanına defnetmişler. Eski sevgilisi, ondan ayrılan Prenses Mevhibe Hanım vardı ya… Cenazeyi uzaktan arabayla takip ettiğini görmüşler. Bir defter de öyle kapandıydı.
— Az daha unutuyordum. Süleyman Bey Amca’mız nasıl? Kulüb’e gelmiyor mu?
Duraladı, durgunlaştı.
— Gelmiyor, dedi.
— Çok mu yaşlandı?
Şöylece güldü:
— Kızım yaşlanacak hali kalmadı.
— Süleyman Amca hep evde mi?
— Yok, dedi.
Eliyle yukarıları, gerileri işaret etti:
— Yaklaşık on yıl oldu… Orada oturmakta.
Harun’la suspus olduk.
Orası burası derken Suadiye’deki otelimize döndük. Ertesi sabah çok erkenden gelip bizi alacaklardı. Ben öyle telaş etmem. Harun ise tertiplidir. Erkenden kalkmış, her şeyi gözden geçirmiş. Kahvaltımızı yaptık ve beklemeye başladık. Servis aracı tam zamanında geldi. Bu sefer rehberimiz genç bir erkekti. Bodrum’a gidiyorduk.
Şöyle demeliyim; Bodrum’da bize çok ev buldular. Amerika’da alıştığımız öylesine geniş, rahat evler değildi bunlar, doğrusu ya bize kibrit kutusu gibi göründü. İstiyorduk ki, yürüyerek kasaba içinde olalım. Gün geldi Bodrum’a taşındık ve evimizin bir kısmını Amerika’dan getirdiğimiz eşyalarla döşedik. Diğerleri İstanbul’dan geldi. Bunlar bizi hayli yorduysa da mutluyduk.
Zaman her şeyin ilacıdır derler ya. Yeni dostlar, komşular edinmeye başladık. Hatta benim briç arkadaşlarım bile oldu. Harun da Kolej’den birkaç arkadaşını bulmuştu. Onlar da Ayvalık’a yerleşmişlerdi. Bazen ailece bir araya geliyor, eğleniyorduk.
Yazın arkadaşlarımla sahilde bir çardak altında toplanır, güle oynaya briç oynardık. Harun ise bir süre sonra arkadaşlarıyla olan görüşmelerini azalttı. Uzun uzun ufka bakıyor, konuşmaktan çekiniyordu. Yine doktora gittik. Doktor beni bir ara dışarı çağırdı ve alçak sesle, üzücü günlerin yaklaşmakta olduğunu söyledi. Ne yaptıysak, çare bulunamadı ve Harun yatağa düştü. Konuşmuyor ve öylece yatıyordu. Bakabilmek için iki yardımcı tuttum, biri hemşireydi. Sevgili eşime beş yıldan fazla böyle baktım. O güzel insan giderek eridi. Bir sabah yattığı yerden yavaş bir sesle beni çağırdığını işittim. Yanına koştum. Elini avuçlarıma aldım. Yüzünde tebessüm belirdi. Öylece bekledi. Sanki konuşmak için güç alıyordu.
— Yasemin, diye fısıldadı. Dün gece annemle görüştük, dedi.
Nefesimin kesileceğini sandım.
— Bana gelemeyeceğini söyledi. Beni çok özlemiş.
— Annem beni çağırıyor, dedi ve sustu.
Bir sabaha karşı sessizce veda etti. Arkadaşlarından kalanlar, komşular Bodrum Bitez Köy Camii’nde onu yalnız bırakmadılar ve kollar üstünde mezarlığa ışıklar içinde yatması dualarıyla teslim ettik. O üzüntümün arasında bir ara nasılsa tanıyacağım iki simayı fark ettim. Çok ama çok yaşlanmışlardı. Yalnızlığa nasıl dayanacaktım. Zaman her şeyin ilacı demişler ya. Acıları, giderek artan hasreti kalbime bastırarak tek başıma yaşamaya devam ettim. Kimseyle görüşmüyordum. Gün geldi, arkadaşlarım böyle yalnız yaşanmayacağını ve yeniden onlarla birlikte olmamı nasihat ettiler. Giderek aralarına katılmaya başladım.
Gerçekten de yeniden briç oynuyor, birçok üzüntümü unutur gibi oluyordum. Gözlerim giderek zayıflıyor, görmekte zorluk çekiyordum. Otomobilimi kullanamaz oldum. Komşumun eşi ihtiyaç duyduğum zaman beni otomobilimle alıyordu. Zamanla bir şoför buldum fakat yalnızlığa nasıl çare bulabilirdim ki? Bu kez resim yapmaya başladım. Resimle uğraşmak beni meşgul ediyordu. Pekâlâ, ya giderek sesleri duymayacak hale gelmek ne demektir? Sessizleşen dünyamda tuvalde boyadıklarımla konuşmaya başladım. Durmadan sabahtan akşama kadar tablo boyuyordum. Alt kattaki bir oda giderek tablolarla dolmaya başladı. Duvarlarda yer kalmıyordu. Üst katlara doğru, merdiven duvarlarından yukarılara kadar hep tablolarımı asmaya devam ettim. Ama zaman bir yerlerde duraksıyordu. Zamanla bazı tablolarımı çok sevdiklerime armağan ediyordum. Öyle ki beni davet ettiklerinde, evlerinde kendimi seyreder gibi oluyordum. Arkadaşlarım haber gönderiyor ve briç oynamaya davet ediyorlardı. Bir çare buldum. Bir yakın arkadaşımın eşi yanımda oturuyor ve kullanacağım kâğıt hakkında bana yardımcı oluyordu. Çünkü kağıtları da iyice göremez olmuştum.
Sizlere böyle acıklı bir öykü anlatmak istemezdim ama nice böyle yaşamlar vardı. Birçoğunda eminim hepsinde de aşk öyküleri yazılıydı. Evim bana çıkılmaz bir yokuş halini alınca, oradaki anılarımı, çoğu eşyalarımla birlikte bırakarak, evimi sattım. Tek katlı bir evim vardı artık. Tek meşgalem de resim yapmak ve arkadaşlarımla olabildiğince briç oynamaktı. Yardımcı kadınlardan birine, hemşire olana artık ihtiyacım kalmamıştı. Özür dileyerek parasını verdim, gönderdim.
Yine bir gün çardak altında oturuyor, sohbet ediyorduk. Bir kız çocuğunun sesiyle irkildim:
— Yasemin kokulu çiçek… Yasemin kokulu çiçek, diye yürüyordu.
Alabildiğine şaşırdım. O güzel küçük kıza seslendim. Yanıma çağırdım. İki kız çocuğu daha vardı. Dünya güzeli o kız, yanıma geldi. Elinde bir avuç çiçek vardı. Ama bunlar başka çiçeklerdi. Rengârenktiler.
— Güzel kız. Sen çiçek mi satıyorsun, dedim.
Çok ciddi bir şekilde:
— Evet. Ben yasemin çiçeği satıyorum. Alacak mısınız? diye sordu.
— Ooh. Tabii alırım. Hatta arkadaşlarım da alır, dedim.
Güldük. “Tabii biz de alırız,” dediler.
— Sana bir şey sorsam, sen “Yasemin kokulu çiçek,” diyorsun, bunu nereden öğrendin?
— Annem öğretti, dedi.
— Pekâlâ, annen bunu nereden öğrenmiş, diye sordum.
— Dedem söylermiş. “Yasemin kokulu çiçek,” diye.
— Dedem yasemin çiçeğini çok severmiş de ondan.
— Deden yasemin çiçeğini neden çok severmiş?
— Bilmem, severmiş işte.
— Deden nerede yaşıyor?
— Yok ölmüş, dedi.
— Dedenin adı Recep miydi, dedim.
— Aaa… Teyze sen nereden biliyorsun, diye şaşırdı.
Arkadaşlarım da şaşırdılar.
— Hadi şimdi çiçekleri ver. Bu da sana ve arkadaşların için, dedim.
— Uuuu… Bu çok para diye minicik avuçlarını açtı.
— Yok çok para değil. Hadi sen yine “Yasemin kokulu çiçek,” diye seslen, biz de seni duyalım, dedim.
Biraz düşündü, sonra:
— Sen, teyze yarın yine gelecek misin, diye sordu.
— Bilmem ama yarın ya da başka gün.
— Ben şimdiden söyleyeyim, dedi.
Bayıldık…
— Hadi söyle, dedik.
Arkadaşlarıyla çığlık çığlığa sesleniyorlardı:
— Yasemin kokulu çiçek. Yasemin kokulu çiçek…
Göklerden gelen şarkı gibi bir ses daha duyuyordum. Ufukta dalga dalga kaybolup eriyordu..
Osman Öndeş

Osman Öndeş
12 Eylül 1931 Cumartesi günü baba tarafından dedesi Üsküplü ve Selanik’ten muhacir Kolağası Osman Sancakdar Efendi ve Hafıze Fahriye Hanım’ın İstanbul, Üsküdar İmrahor’daki evinde doğdu.
Ankara-SBF’den ayrılarak Deniz Harp Okulu’na girdi. 1954 yılında bu okuldan dede ve baba mesleği olan bahriye zabiti olarak birincilikle mezun olarak Deniz Kuvvetleri’ne katıldı. 1959’da İngiltere’de, 1961’de Amerika’da öğrenim gördü. ABD’de Maryland, İngiltere’de South Shields, Newcastle, Glasgow ardından 1968-70 yıllarında NATO’da Malta Adası’nda görev yaptı. 1972’de gemi komutanıyken isteğe tâbi olarak istifaen emekli oldu. 1972-74’te Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nda Dış İlişkiler Müdürü, 1974-84’te MESS Halkla İlişkiler Bölüm Müdürü, İngiltere’de Seatrade, Lloyds, Yunanistan’da Naftiliaki, Hong Kong’da Lloyds Maritime Asia ve Maritime China yayınları ile Türkiye’de Dünya gazetesinde muhabir olarak görev yaptı.
Yazarlığa ise 1954 yılında İstanbul Ekspres gazetesinde yazdığı kısa öykülerle başladı. Bu yıldan itibaren, öğrenimini sürdürdüğü denizcilik dünyasına dair on yıla yakın süre Şevket Rado ve Yılmaz Öztuna yönetimindeki Hayat Tarih ve Hayat mecmualarında makale ve araştırmaları yayımlandı. Sonraki yıllarda, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Belleten, Atlas Tarih, İstanbul Hilton Magazine, Shell İlgi, Akbank Türkiyemiz, Art-Dekor, Antik Dekor ve Popüler Tarih gibi süreli yayınlarda tarih ve sanat tarihi alanında makaleler yayımladı. Son Saat, Hürriyet, Milliyet, Dünya ve Referans gazetelerinde yazdı. Prenses Mevhibe Celalettin’in yaşamını konu alan bir eseri yanı sıra çeşitli romanları da Haldun Simavi ve Necati Zincirkıran yönetimindeki Günaydın gazetesinde ressam Cemal Dündar tarafından resimlenerek tefrika edildi.
İngiltere’deki Lloyd’s of London Press, Informa, Seatrade, Shipbroker, Yunanistan’daki Naftiliaki, İsviçre’deki Internationale Journal des Transports dergilerinin Türkiye temsilcisi olarak çalıştı ve bu sürelerde İngiltere’de Colchester ve Londra’daki merkezlerde temsilci olarak yer aldı. Süresiz basın kartı sahibi olan gazeteci ve yazar Osman Öndeş, Türk Denizciliği Tarihi araştırmacısıdır.
Eserleri:
Moda (Kadıköy’ün Güngörmüş Sayfiyesi), Modalı Vitol Ailesi, İstanbul Hatıraları, Osmanlı Devri İstanbul Çeşmeleri, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İstanbul Limanı, Asıl Efendiler Levantenler, ///// Sir Adolphus Slade’in Anıları, Hasan Râmi Paşa’nın Hatıraları, II. Abdülhamid Devri Son Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa ve Hatıratı, Vahdettin’in Sıradaşı Avni Paşa Anlatıyor (Milli Mücadele ve Sürgün Yılları), Elveda (Balkan Harbi’nde Türk Deniz Kapudanı Ali Rıza Bey’in Hatıratı), General Hamilton’un Gelibolu Hatıratı, Efsanevi Kaptan Şefik Gogen, Bin Renk Bir Ömür (Sefire Emine Esenbel’in Anıları), ///// Lale Devri Ressamı Jean Baptiste Van Mour (Erol Makzume ile), İstanbul Âşığı Ressam Kont Amadeo Preziosi, Osmanlı Saray Ressamı Fausto Zonaro, ///// 1565 Malta Muhasarası, Turgut Reis (Malta Kuşatması ve Son Sefer), Malta Kuşatması (Kanuni’nin Amirali Turgut Reis’in Son Seferi), Vurun Osmanlı’ya (Bir Medeniyet Nasıl Yok Edildi?), Müşavir Paşa, Dorina Neave, II. Dünya Savaşı (1939-1945), Hitler Biyografisi (2 cilt), Postdam Konferansı, Kardeş Libya, ///// Ertuğrul Firkateyni Faciası (1998), Refah’ı Kim Batırdı?, Refah Faciası, Limanlar, Denizcilik, Ticaret, (İngiliz Konsolosluk Belgelerinde Mersin ve İskenderun Limanları), Endaze (Türkiye’nin Gemi Yapan Adamları), Vapur Donatıları ve Acenteler Tarihi, Son Levantenler (Gemi Acenteleri), Türk Armatörleri Tarihi, ///// Bodrum’da Yağma…

Yasemin Öndeş Anık
Doğum yeri Moda olup, Modalı olmayı bir sevgi olarak görürdü. İlkokulu Moda İlkokulu’nda tamamladı. Malta Adası’nda Sliema’daki Saint Claire Primary Collage’de iki yıl öğrenimden sonra Üsküdar Amerikan Koleji’nde öğrenimine devam etti ve 1977 yılında bu okuldan mezun oldu. Berlin’de Goethe Institut’ta bir yıl Almanca öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Hilton Hotel’de, Çırağan Palace Kempinski’de ve Antalya’da Sheraton Voyager Hotel’de pazarlama ve müşteri ilişkileri bölümlerinde çalıştı. İyi derecede İngilizce ve Almanca, orta derecede İtalyanca, Fransızca, İspanyolca dillerine hâkimdi. Müziğe olan derin tutkusu yanında hayvan sevgisiyle de tanınırdı. “Bodrum’da Aşk Başkadır” kitabının yazarı olup eşi Uzm. Dr. Turhan Anık ile birlikte Bodrum’da yaşamaktaydı.


























Yorum bırakın