DUYDUK DUYMADIK DEMEYİN…!
BU BİR SUÇ DUYURUSUDUR…!
#DirenIhlamurAğacı
21 Haziran 2015 Pazar günü saat 16:00 sularında Büyükada Doğan Bey Sokağı’nda, —adları ‘şimdilik’ bende saklı— biri Kadıyoran’da mukim iki adam ellerinde keserlerle çıka gelip o cânım asırlık ıhlamur ağacının gövdesine dayamışlardı ki merdiveni, diledikleri kadar ıhlamur toplayabileceklerini lakin ağacın dallarını kesmelerine asla müsaade etmeyeceğimi lisan-ı münasiple ifade ettim.
—“Oooo…! Oooo…! Kim uğraşacak şimdi toplamakla…!” demesin mi biri…!
Bir şekilde sefasını sürecekse usulünce de cefasına katlanmak daha doğrusu işin hakkını gereğince vermek mecburiyetinde olduğunu, dallarına çoktan su yürümüş asırlık bir ağacın ıhlamurunu toplayıp da satacak diye dallarını kesmesine asla müsaade etmeyeceğimi bir kez daha yineledim böylelikle…
Dün de bir komşumuz kapımızı çalıp hassasiyetimizi bildiğini ifadeyle bu minval bir müsaade istediydi efendice de kendisine de aynı şekilde izahatle hatrını da kırmak hiç istemediğimden gün içinde fırsat buldukça uzanabildiğim dallarından topladığım ıhlamurları akşam üzeri takdim ettiydim.
Oysa hiddetle
— “Senin ağacın mı tapulu malın mı ki?” diye haykırıyordu bugün ıhlamur dallarına kast etmeye gelenlerden biri…!
Şimdi hepimizin aklına geldi Gezi’deki o harikulade duvar yazısı değil mi?
“Ev kiralık ama mahalle bizim…!”
O cânım ıhlamur ağacının tapusu ne bende ne de ondaydı hiç şüphesiz ki gerçi ya evimin-kapımın yanı başındaki ağaçtan ve komşum olsun olmasın daha nicesinden de mesuldum elbette… İşte tam da bu nedenlerle vaktiyle doğalgaz ve su-kanalizasyon hattı kazıları esnasında ve dahası Ada’nın doğal ve kentsel dokusunu nisbeten muhafaza edebilmiş bu ender sokaklarından birinin asfalta bulanıp trafiğe açılması sevdasındakilerin hamlelerinde de direndiydik ıhlamur ağacıyla hep birlikte… [ADALAR POSTASI-2730 (28.9.2013): DOĞAN BEY’in HAFIZASINDA NELER NELER SAKLI? #direnıhlamurağacı]

: Adı Cadı Kadın, “Ey rayihası rüya günlerin asırlık ecesi / Dert görmemiştir umarım diken eller seni… / Cân-ı gönülden 1001 teşekkürlerimizle rahmet ola…”, Büyükada (21.6.2015). )O(
Bu minval evvel zeman hanelerinin yanı başına hemzamanlı dikilirmiş ekseriya bir ıhlamur ağacı, rayihasıyla hane ve sokak sakinleri yanı sıra sokaktan gelip geçenleri de büyüler, gölgesinde oturanları mesut eder ince düşünüşüyle…
Kimler geldi kimler geçti hikâyeleriyle kimbilir kenarından kıyısından… Günün birinde ıhlamur toplamak üzere çıktığı ağacın dalı kırılıvermiş de içler acısı bir biçimde can vermişmiş dibinde ruhu ağaçla bütünleşmiş olacak zavallı kadıncağızın biri de üstelik…!
“70 senedir Ada’dayım sana mı soracağım. Madem öyle bir gece gelip dibine kezzap döküp kurutacağım ben de bu ağacı…” demesin mi biri…!
Bir Pazar günü evimizin yanı başındaki ıhlamur ağacının dallarını kesmeye kalkıp diledikleri kadar ıhlamuru toplayabileceklerini beyan yanı sıra neden dallarını kesemeyeceklerini de bir güzel izahla usule davet ettiğimiz bu adamlar bağırış çağırışla huzurumuzu kaçırdıkları yetmezmiş gibi işi böylece tehdide vardırdıklarındaysa;
“Kentsel ve Doğal SİT Alanı bütünü İstanbul Adaları’nda tarihi eser bir köşkün yanı başında olup kentsel ve doğal dokusuyla bütünlüklü asırlık bu anıt ıhlamur ağacı yanı sıra yanı başındaki evin ve kedi köpek kuş kirpi dahil tüm mukimlerinin başına herhangi bir zarar geldiğinde böylece tehdit ettikleri için Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılacak suç duyurusuyla sorgulanacak ilk mesulün kendileri olacağını kendilerine alenen bildirdik.
Ağaç için savurdukları bu tehdidin asıl kendileri için hukuken ne denli vahamet teşkil edebileceğinden bihaber kızgınlık anında düşünmeden söylenmiş olabileceğini göz önüne alarak komşuluk hukuku gereği şimdilik isim vermeden olayı naklediyoruz sadece…
Bu hadise cerayan ederken ağacın gölgesindeki basamaklarda oturmakta olan dört genç münakaşayı öylece seyretmekle yetinirken bir başına yoldan geçmekte olan tanımadığım genç bir hanım ise “Huzur bırakmadınız insanlarda, bir rahat bırakın, ne istiyorsunuz bu cânım ağaçtan da insanlardan da,” diye veryansın etti durmaksızın yılmadan dakikalarca… Ne civar hanelerden birinde oturuyordu ne de Ada’da… Dallarına su yürümüş asırlık bir ağacın ıhlamurunu toplayacağım diye dallarının kesilemeyeceğini, yanı başında mukim hane sakinlerinin bu şekilde rahatsız edilemeyeceğini biliyordu sadece… Bilmekle de yetinmiyor yoldan geçerken gözleri önünde cerayan eden bu hadise karşısında gayetle medenî bir biçimde mertçe tavrını sergiliyordu, hiç tanımadığı bizlerin muhtemeldir ki ilk kez gördüğü bu ağacın can siperane yanında duran bu mert yürekli hanıma bir zarar gelebilir endişesiyle evden fırlayıverdim yanına… Bilmeyenlere dahası anlatınca da anlamayanlara da ders olsun verdiği insanlık dersi böylece…
En
Dipte
Olsa bile
Bir ıhlamur kökünde
Böyle bir umut olur da,
Yaşamaktan nasıl korkulur?
Ihlamur ağaçlarının dibi hep filizlerle doludur!
İbrahim Minnetoğlu
mısraları geliverdi akla haliyle de…
Eli öpülesi öyle analar öyle babalar ne evlâdlar yetiştiriyor helâl, bu vesileyle yaşamın o cânım umut filizlerine de selâm ola…
Doğduğum Narmanlı Han’dan da çocukluğumun gençliğimin geçtiği Doğan Apartmanı’ndan da komşum —bizleri hayat yolunda karşılaştığımız canlı cansız varlıklarla sevgi ve saygı içinde birlikte yürümeye teşvik eden anne yarısı Mualla (Anhegger Eyuboğlu) Teyzemin ağabeyi— o cânım şair ne demişti oğluna nasihatle:
Oğlum Mehmede
Ağaçlarımızı Takdim Ederim
Şu karşıki yeşil yumağa ağaç derler
O da senin gibi elimizde büyüdü
Yalnız ne altını kirletir
Ne de öksürürdü.
Biz bu ağaçları uzak ormanlardan getirdik
Meyveleri zehir zakkum,
Dalları diken içersinde,
Köklerini köstebekler kemirirdi
Biz bu ağaçlara evlât gibi baktık tosunum
Onlar da bizden hiç bir şey esirgemediler
Ne bir mevsim atladılar
Ne bir hasat gizlediler
Bir gün; gölgelerine evlerimizi kurduk
Dallarına salıncaklar,
Rengârenk kuşlar dadandırdık yuvalarına
Biz ölürken hakkımızı helâl ederiz ağaçlara
Onlar da arkamızdan kendi dillerince
Helâl olsun derler.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Oğlum Mehmede Ağaçlarımızı Takdim Ederim”,
Yaradana Mektuplar, Ankara (1941)25.
Derken bu satırları kaleme alırken siluetini benzettiğim bir hanım geçiyordu ters istikamette penceremin önünden, fırlayıp yerimden sesleniverdim ardından, siz miydiniz diye… Yaşasın oydu, ta kendisi…! Hadise esnasında öyle asabım bozulmuş elim ayağım çözülmüştü ki akla gelip bir kahve sohbetine dahi davet edemedim diye içim içimi yemekteyken… Nazikçe bir başka sefere diyerek kapı ağzında uzun uzadıya öyle güzel sohbet ettik ki bir dahaki gelişine sözleştik, fevkalade bir dost kazandım şu uzun günde, gündönümünde… Ve dün topladığım ıhlamurlardan eve ayırdığım bu senenin de tamah edilmemiş mahsulünü en çok hak eden bu mert yürekli ince düşünüşlü zarif hanımefendiye takdim etti görmüş geçirmiş ıhlamur ağacı…
Kusturica’nın Life is a Miracle isimli filminde umut süren ıhlamur filizi misali hayat hakikaten de bir mucize…!
Cân-ı gönülden 1001 teşekkürlerimle…
Kutlu olsun…!
)O(
“Git zaman, gel zaman…”
21 Haziran 1946’da Büyükada PTT Müdürü’nün —bir dem Turing Kültürevi şimdilerde Adliye “Sarayı” [!] olan— Fabiato Köşkü mukimi Aurora Fabiato’ya ıhlamur ricası nâmesinin zarafeti…

📷-1: “Fabiato Köşkü’nün olası yüzyıl başında çekilmiş Art Nouveau çerçeveli bir fotoğrafı…”, #Büyükada, 7.12.2005.
📷-2: “Büyükada PTT Müdürü’nün Aurora Fabiato’ya 21.6.1946 tarihli mektubu. / SALT Araştırma Arşivi.
・
#gündönümü
Pek Değerli Emine Çiğdem Kardeşim merhaba. Bu not ne yorum ne cevap, galiba sizinki gibi bir yakınma olacak.
Ben Büyükada’ya 1975 yılında geldim, biliyorsunuz daha önce Heybeliada’daydım. 1976 yılında Türkiye İşçi Partisi ilçesini kurduk. Bu vesileyle çeşitli solcu arkadaşlarım oldu. Demek ki hâlâ devam ediyorsa, bunlardan biriyle olan arkadaşlığımızda 40 yılı idrak ediyoruz demektir.
Sonda söyleyeceğimi hikâyenin başında söylemem lazım:
Bırakın bir solcunun 40 yıl boyunca edineceği düşünsel birikimini, 40 yılllık arkadaşlık ilişkisinin bile yüksek bir değeri olmalı değil mi?
Hayır işte, öyle değil! Şimdi siz de benim hikâyeme kulak verin az biraz.
Anneciğim 1990 yılında vefat etti, meşakkatli bir yolculuktan sonra. Beni derinden yaraladı bu ellerimin arasından kayıp giden yolculuk. Mesela şu anda ağlıyorum, yani bu kadar yaralıyım. Birçok hatıra yanında, kendi elleriyle fide haline getirdiği bir fıstık çamı ile bir malta eriği de yadigâr kaldı. Ben de onları getirip Büyükada’da kayınvalidemin bahçesine diktim. Ve bu yadigârlar yerlerini beğenip büyümeye başladılar.
Gel zaman git zaman komşu arsaya, girişte söz ettiğim arkadaşımız bir apartman dikti. Dikti deyişimin bir nedeni var ama şimdi konu bu değil. Zira hepimiz bir şeyler “dikiyoruz” bu hayatta. Anlayacağınız arkadaşımızla bir de komşu olduk, haliyle insan daha bir sevindirik oluyor, yabancı birisiyle muhatap olmayacağız diye. Fakat sadece biz komşu olmadık, anneciğimden yadigâr çam ağacımız da komşu oldu, 10 metrelik boyu, 5-6 m.lik dallarıyla.
Anneciğimden yadigâr da olsa ağacımıza söz geçiremiyoruz, dallar komşu arkadaşın sınırından içeri giriyor ve onun bahçesinde bitki yetişmesi için gereken güneşi engelliyormuş. Böyle diyorum, zira bu gerçeği çamın dalları bahçe sınırından bir hizayla kesilmesinin sebebini sorduğumuzda öğrendik. Bizim ve çamın bu düşüncesizliğini bağışlamasını ama başka bir girişimde bulunmamasını rica ettik.
Dün ilk kez adaya geldik. Ceyhun, kayınvalidemiz ve torbalarla çıktığımız için haliyle yorulduk. O yorgunlukla oturduğum koltuktayken gözüm anneciğimin çamına gitmez mi? Neredeyse yolunmuş tavuğa dönmemiş mi?
Çama mı yanarsın, 40 yıllık arkadaşlığa mı, 40 yıldır solcu olarak yaşamanın hayata dair en kritik konuların bir MANZARA için kulak arkası edilebildiğine, velhasıl neye yanacağımı bilemedik. Ayrıca ne yapacağımızı da bilemedik?
Ne yapacağız?
Hepimizden hepinize saygı ve sevgilerimizle.
H. Cevad Özdil
By: hcozdil on 23 Haziran 2015
at 07:46