Elimde “Büyükada”dan gelmiş mektup…
Aysel Özakın, “Berlin’de mi Yaşlanacağım?”, Kadın Öykülerinde Avrupa, İstanbul (2010)42-46.
Berlin’de mi yaşlanacağım?
Pulun üstünde “Büyükada” damgası. Berlin’deyim. Penceremin önünde akın akın arabalar geçiyor. Tam karşıda kurşuni blok arabalar yükseliyor. İçlerinde kimler nasıl yaşıyor, nelerle mutlu oluyorlar, nelere kızıyorlar tasarlayamıyorum. Yabancı bir ülkeye gelip yaşamak yeniden doğup büyümeye başlamak gibi bir şey oluyor. Önce hiçbir şey algılayamıyor insan, hiçbir şey anlayamıyor. Sonra günler geçtikçe kentin yapıları, renkleri, yüzlerindeki anlam, hayatın hızı belirginleşmeye başlıyor.
Elimde “Büyükada”dan gelmiş mektup… Çam ormanları, eski ahşap yapılar, tepedeki manastır, kıyı kahveleri, kediler, martılar… Gemi yanaşıyor. Elimde mektup zarfı yerine Büyükada’yı tutuyorum sanki. Yeşil bir badem… Sımsıkı tutuyorum onu, özlem dolu sıcak avucumda…
Büyükada yazları gürültücü ve gösteriş düşkünü insanların oluyordu. Kışın ise bizim… Şehirde oturacak başka evi olmayanların… Ekim ayının başlarında gemiler şehirdeki sıcak ve konforlu evlerine göçeden yazlıkçıların eşyalarını taşıyordu… Biz onların göç edişine hem seviniyorduk hem de kış aylarının hüznüne hazırlıyorduk kendimizi. Kış aylarında son vapur akşam sekiz buçukta kalkıyordu. Büyükada’da oturan her insan son vapurun kalkışını bir odaya kilitlenen bir çocuk kırılganlığıyla hissederdi. Bizleri adanın ıssız eteklerinde bırakıp giderdi ışıklı, beyaz gemi. Bizler denizin ortasında, sanki dünyanın uzağında, martılarla birlikte kalırdık. Benim gibi yalnız yaşayan insanlar ise en çok duyardı bunu. Sokaktaki her sesi heyecanla dinlerdim. İşte yılkı atları tepeden indiler. Soğuk havalarda bile dayanamayıp balkona çıkardım. Atlara bakardım. Sokak lâmbasının aydınlığında, çiseleyen yağmurda, atlar yelelerini ağır ağır sallayarak yorgun geçip giderlerdi.
Zarfı açtım. Berlin’deyim. Adanın bütün kusurlarını bağışladım. Bana verdiği bütün hüznü, lodoslu, sisli havalarda kalkmayan gemilerini, uykularımı bölen martı sürülerini, adanın en küçük evi olan soğuk evimi, adadaki melankolikleri, intiharları, her şeyi bağışladım. Berlin’deyim. Güneşi özlüyorum.
Mektup Melike’den geliyordu. Geçirdiği günü anlatıyordu Melike. Pazara gitmişti, ateşe ıspanak koymuştu. Oğlunun okuldan dönüşünü bekliyordu, bir yandan da sobaya odun dolduruyordu. Kış başında aldığı altı çeki odunun yarısından fazlası bitmişti bile ve her şey gibi odun fiyatları da çok yükselmişti. Gerginlik artıyordu ve Danay ölmüştü.
“Danay öldü.” Benim en yakın komşum, geceleri bana en yakın ışık, Ada’nın en çok hayal kırıklıklarına uğramış insanı “Danay öldü”! Bu ölüme iki sözcükle nasıl inanabilirim? Bir an “Danay öldü” demek “Ada öldü” demekmiş gibi geliyor bana. Danay İstanbul’a indiği günler eski berelerinden birini giyer ve dudaklarını boyardı. İstanbul’a hep para sıkıntısı yüzünden inerdi. Antika eşyalarından birini satmak için, yabancı bir konsoloslukta bir daktiloya ihtiyaç olup olmadığını sormak için. Tek gelirleri yazın bir odasına sıkışıp, kiraya verdikleri ahşap evlerinden aldıkları kiraydı çünkü.
Gözlerimi bu iki sözcükten ayıramıyordum. Berlin’den ona bir kart bile atmadım. Birden Danay bu yüzden ölmüş gibi geldi bana. Onun en yakın dostu olmuştum. Ona kendimi hiç bağışlatamayacaktım. Küskünlüğünü yanına alıp gitti o. Ada’da doğdu ve 51 yaşında Ada’da öldü. Ben belki yıllar sonra adaya döneceğim, oturduğum küçük eve başkaları yerleşmiş olacak. Rum mezarlığına gideceğim. Danayı arayacağım.

Büyükada Rum Ortodoks Mezarlığı, 3.6.2017. )O(
Bulutlu gökyüzüne bakıyorum. Berlin’in günleri, geceleri benim dışımda akıp geçiyor sanki. Günlere, gecelere dokunamıyorum. Buraya gelirken eşya getirmedim, ama Türkiye’nin yüzlerini, seslerini taşıdım; her gün onları gözden geçiriyorum, dinliyorum. İşte Ada’dan Berlin’e geliyor Danay’ın sesi. Yaşlanmayan, şımarmayan sesiyle bir şarkı söylüyor. Eski bir Fransız şarkısı… Her zaman ürkek ve tedirgin olan siyah gözleri şarkıyla birlikte yumuşuyor. Sesi avutuyor, okşuyor onu. Danay bir Fransız ortaokulunda okumuş, Lamartin’i, Alfred de Musset’yi tanıyor. Bütün acısı bu sanki. Yaşlı annesine ve hasta kocasına bakarak geçirdiği bu yoksul ve yorucu hayat onu genç kızlığında tanıdığı şairlerden, şarkılardan ayırmış. Benim yazı makinama baktıkça iç geçiriyordu: “Sen de sıkıntı çekiyorsun be kardeşim, ama sen güzel şeylerle uğraşıyorsun. Ben bir esirim.”Danay’ın ölümüne ağlıyorum. Loş, soğuk, eski mutfakta ocağın başında görüyorum onu. Bahçedeki sarnıçtan su çekerken. Bir yatakta annesinin, bir yatakta kocasının yattığı küçük odada, çini sobanın başında, tepelerden topladığı otları ayıklarken… Danay donuk mavi bakışlarıyla tavana bakan kocasının başını okşuyor. Bu iki düşkün insan için yaşamaktan kimse kurtaramıyor onu.
Seferis’in Türkçe’ye çevrilmiş bir kitabını götürdüm ona. Bir türlü yenileyemediği siyah çerçeveli gözlüklerini taktı ve yüzü çekingen, duygusal bir anlamla doldu. Türkiye’de doğup büyüdüğü halde Türkçe okumakta zorluk çekiyordu. Bu yüzden yadırgayabilirdim onu. Fransızca, İngilizce biliyordu ama Türkçe’yi önemsememişti. Dünyanın en büyük hastalığı olan milliyetçi duygular belki ona da bulaşmıştı; ama dilediği dili öğrenmek, dilediğini öğrenmemek hakkıydı onun ve bu soruyu sormadım ona.
Danay adada benimle birlikte dolaşmaktan hoşlanıyordu. İskeleye indiğimizde, birlikte çarşıya çıktığımızda koluma giriyordu. Bu yakınlığı çevreye göstermek için çaba gösteriyordu sanki. Danay hasta bir kocası olan mutsuz bir Rum kadını olmaktan utanıyordu sanırım. Manavın, bakkalın, balıkçıların bile kendisini küçümsediğini düşünüyordu. Rum tanıdıklarına rastlayınca da dostluğumuzu göstermek istiyordu onlara. Gizlerini en çok açtığı insan bendim. Kendi kapalı ve rahat hayatlarını yaşayan ve onunla ilgilenmeyen Rum arkadaşlarını da bana çekiştiriyordu.
Danay’a Berlin’den bir kart atsaydım o kartı mutlaka radyonun üstüne koyacaktı. Gelenlere gösterecekti. Dostunun vefasızlığından yıkılmış ve ölüvermiş gibi geliyor şimdi bana. Eski okul arkadaşlarından kimi Yunanistan’a gidip yerleşmişti. Kimileri ise kışın İstanbul’a taşınıyordu. Benim tanıdığım Rum kadınlar arasında onun kadar yoksul yoktu. O kadar istediği halde bir televizyon bile satın alamamıştı; bir çamaşır makinası bile yoktu. Leğenin başına oturup yıkardı çamaşırlarını. Babasından kalma arsayı ise kullanamıyordu. Bu arsada bir ev yaptırma hakkı yoktu ve bir avukat bile tutamıyordu. Arsa benim oturduğum evin yanıbaşındaydı. Baharda yeşilin çeşitli tonlarında otlarla doluyordu. Sık sık koyunlar ya da atlar giriyordu arsaya, otları yiyordu. Danay buna çok kızıyor ve arsanın tahta kapısının kanatlarını tellerle bağlıyordu. Çünkü bu otları kullanmak istiyordu o. Salata ve börek yapmak için. Ama teller sık sık çözülüyordu ve yine koyunlar tüketiyordu otları. Bu koyunların sahibini biliyordu Danay. “Nazmi Baba’nın oğlu” diyordu. Nazmi Baba’nın adada iki dükkânı ve bir kahvesi vardı. Bir zamanlar adaya yoksul olarak gelip bahçıvanlık yapan bu adam Türkiye’den göç eden bazı Rumların evlerini çok ucuza kapatmıştı. Bazılarına para bile ödemediğini söylüyordu Danay. Danay adada mülk sahibi olan birçok insanın zenginlik kaynağını bilirdi. Onların yolsuzluklarını ve acımasızlıklarını da… Danay’a kendi konumunu anlatmaya çalışırdım bazen. Bu bilince kavuşursa daha dayanıklı olacağını sanırdım.
“Yazın onlar sahneye çıkıyor, biz kuliste kalıyoruz” diyordu Danay, gürültücü ve gösteriş düşkünü yazlıkçıları göstererek…
Yiyeceklerdeki fiyat artışlarını ise çoğu zaman ondan öğrenirdim; “Biliyor musun beyaz peynir kaça çıkmış? Artık bunları bile yiyemeyeceğiz be kardeşim.”
Danay pazar sabahları kiliseye giderdi. Evdeki loşluğu, hastalığı ve yoksulluğu geride bırakarak, siyah klâsik mantosunu giyer, yakasına altın iğnesini ve başına gri beresini takardı. Gözlerine sürme çekerdi. Dudaklarını boyardı. Nedense böyle süslü olduğu sabahlar sokaktan seslenirdi bana. Balkona çıkardım. Ne istediğini sorardım. “Nasılsın?” derdi ve gülümserdi. Ona güzel olduğunu söylerdim. Danay kocasından başka hiçbir erkek tanımamıştı ve kocası yıllardır hastaydı. Umutsuz bir hasta… Danay 51 yaşındaydı ve bakireydi. Ona soru sormaktan çekinmiştim. Duygusal ve utangaçtı. “Başka hiçbir erkeği sevmedin mi? Gençkızlığında âşık olmadın mı Danay?” Niçin Danay’ın gizlerini deşmedim? Niçin onu daha iyi tanıyamadım?
Elinde bir kâğıda sarılmış bir tabakla iskeleye doğru yürürken görüyorum onu. Kıyıdaki lokantaların arasında sıkışıp kalmış iki katlı dar cepheli bir ev vardı ve üst katında Madam Lili otururdu. Danay’ın anlattıklarından tanıyorum onu. İki gözü de görmeyen seksen altı yaşında bir kadındı. Rusya’dan ailesiyle birlikte göç etmişti ve şimdi ailesinden hiçkimse kalmamıştı.
İyimser ve kültürlü bir insandı Madam Lili. Danay’ı avutuyordu. Ona dünyada çok büyük mutsuzlukların olduğunu söylüyordu. Birlikte Fransızca konuşuyorlardı. Madam Lili Tolstoy’u ve Balzac’ı okumuştu. Danay onun evinden ayrılırken kendini arınmış ve doygunluğa varmış hissettiğini söylüyordu bana. Madam Lili onun gözünde bir ermiş gibiydi. Ama ev sahibi Madam Lili’nin yıllardır oturduğu evin kirasını artırmak istiyordu. Danay gidip konuşmuştu ev sahibiyle. Niçin onların dayanışmasına sohbetlerine tanık olmadım? Acaba Madam Lili’yi hangi gömütlüğe koyacaklar? Onları yan yana yatırmayı düşünecek bir insan çıkacak mı acaba?
Türkiye’den çıktım. Büyükada’dan uzaklaştım. Baskı büyük bir yer sarsıntısı gibi ürküntü veriyordu. Danay ve Madam Lili Büyükada’da yaşadılar. Ya ben? Ben acaba Berlin’de mi yaşlanacağım? Berlin’de mi? Büyükada’da güneşin ısıttığı mavi iskemlelerde oturup kitap okumaya alışmış bir insan için Berlin’de yaşamak ne demektir? Hava puslu ve soğuk. Burada iş aramam gerekiyor. Oturma izni sağlamam gerekiyor. Ah Danay güzel elbiselerini, değerli kristallerini dolaplarda saklıyordun. Onları kullanmıyordun. Duygularını, güzel sesini, bildiğin yabancı dilleri kullanamadığın gibi… Bense senden oldukça gencim ve baskısız bir hayatı arıyorum. Yeteneklerin tıkanmadığı bir hayatı…
Bu saatte kapımı ancak Danay çalabilir. Ada’ya İstanbul’dan son vapur çoktan geldi. Kapıyı açıyorum. Danay küçük porselen kapta güzel kokulu portakal reçelini uzatıyor bana. Az önce yaptığı portakal reçelini… Bu saatte benim dostluğuma gereksinme duyuşunu bağışlatmak ister gibi…
“Girsene Danay” diyorum.
Sana Berlin’den bir kart atamadığım için beni bağışla.
(Kanal Boyu, Yazko, 1982)
[ADALAR POSTASI-2600/1 (11.9.2011): elimde ‘büyükada’dan gelmiş mektup…]
Bir Cevap Yazın