Gönderen: adalarpostasi | 27 Kasım 2017

Füreya ile Sara, bir de pembe gül…

Füreya ile Sara, bir de pembe gül

Sara Koral Aykar Koleksiyonu

Füreya gül broşu eline alıyor. Bu zarif takı kendisine hediye edildiğinden beri hiç yanından ayırmamış onu. Yer altının türlü cevheriyle bezenip çeşitli biçimlerde vücut bulan mücevherlere gerçekte sahip olunamayacağını, ancak bir süre onların emanetçileri olunabileceğini biliyor o. Mücevherleri gerçekte değerli kılanın o nesnelere yüklenen anlamlar olduğunu bildiği gibi.

❀ ❀ ❀ 

Füreya broşu göğsüne her iliştirişinde zaman geri geri akıyor. Gözünün önünde aynı sahne canlanıyor, annesinden dinlediği ve hayalinde bir tiyatro izlercesine canlandırdığı, hatta her defasında yeni ayrıntılar katarak zenginleştirdiği, rol alan her karakterin –baş rol ya da yardımcı, fark etmiyor– ayrı bir dram sergilediği oyunda perde kalkıyor ve Füreya kendini çocukluğunun o tasasız günlerinde bulduğu anlara dönüveriyor yine, yeniden. Hakkıye Hanımefendi’nin hikâyeyi anlatırken titreyen sesi hep kulaklarında. Annesi yanıbaşında sanki.

Büyükada’daki köşkte bir Mart sabahı, bahar habercisi güneşli bir gün. Kahvaltı sonrası büyükler odalarına çekilmiş, çocuklar bahçenin yalnızca kendilerince bilinen köşelerine dağılmış, kimi çam ağacının dallarına kurulan salıncağa koşuyor, serince havaya rağmen. Mevsimin ilk lodosuyla az ilerideki sahile vuran dalgaların sesiyle martı çığlıkları çamlarla servilerin hışırtılarına karışıyor, bir yandan ada sokağının âşina sesleri; sütçü, zerzevatçı, bileyci. Şehir uzaklarda, karmaşa uzaklarda.

Geçkin Rus balerin Katya iki yanı mimozalarla donatılmış bahçe kapısında beliriyor, elinde küçük bir çıkınla… Yine olabildiğince şık ve temiz giyinmiş, artık tek tük aklarla bezenen güzel sarışın başını dik tutarak ve koyu mavi gözlerindeki hüznü örtmeye çalışmayarak duruyor orada. Sürekli giyilmekten eprimiş olsa da, üzerine göre dikildiği her halinden belli olan, ince yünlü kumaştan uzun ceketinin yakasına ipekten bir gül goncası iliştirmiş, pembe bir gül, eskimiş, yıpranmış, rengi atmış da olsa, kıyafetine farklılık katıyor. Ne amaçla geldiği belli. Emektar Bekir Efendi onu iyi tanıyor, demir kapıyı açarak sessizce içeri alıyor, mutfakta bir fincan taze süt ikram ediyor önce, bol şekerli, biliyor ki bu ikram çaydan da, kahveden de daha fazla makbule geçecek, onun pek iyi beslenmeyen bedenine iyi gelecek. Hem midesine ucuz şaraptan başka bir sıvı da girsin, eski votkaların izleri silinmemişken.

Daha iki akşam önce Bekir Efendi Katya’yı dans ederken izlemiş, bale için eğitilmiş vücudunu, ülkesinin bir ağızdan söylenen ezgilerine uydurarak zarifçe savuruşunu, adanın ucuz içki veren meyhanelerinden birinde, devrimden sonra buraya gelip tepedeki Yetimhane’ye yerleştirilen diğer Rus arkadaşlarıyla birlikte. Bir zamanlar otel olarak inşa edilen, sonradan Rum yetimhanesine çevrilen o muazzam ahşap bina, düşkün Rus sığınmacılara da kucak açmış, kış boyu üşüdükçe içindeki kapıları, dolapları yakarak ısınmaya çalışsalar da sesini çıkarmamış. Yurtlarından koparken, eski şaşaalı günlerinin gölgesini beraberlerinde getirebildikleri birkaç parça mücevheri satarak sürükleyen bu insanların hali, ada halkının da içine dokunuyor, ama ne çare ki “harp seneleri” o sıralar; herkes kaygılı, herkes darda, varlıklı bilinenler bile. Ne diyor hep Hakkıye Hanımefendi, “Bahçe de, köşk de o kadar büyüktü ki, eskiden, harp öncesinde, o otuz dört odalı evi idare etmek için tam elli personelimiz vardı, yirmi beşi arkada, yirmi beşi önde. E, o senelerde onları muhafaza etmek kolay iş değildi, pek zorluklar çektik.” “Annecim, önde ve arkada diyerek neyi kasdediyorsunuz?” “Hizmetkârların yarısı ev halkına görünmeden, servis işlerinde arkada çalışırdı, onları hiç görmezdik. Diğer yarısı ise bize hizmet ederdi evladım, daha malumatlı olup yol yordam bilenler yani.”

Katya incecik uzun parmaklarıyla –Kuğu Gölü’nde oynarken onca ustalıkla kullandığı, dansının en etkileyici hareketlerini tamamlayan parmaklarıyla– sımsıkı tuttuğu ipek mendilden bohçayı elinden bırakmadan içiyor sütünü, incecik Meissen porselen fincanın çiçekli tabağına konmuş kurabiyeyi de zarafetini bozmadan, iştahla yiyor. Sonra iliştiği mutfak masasından kalkıyor. Bekir Efendi onu kahya kadına devredip istemeye istemeye çekiliyor. Uzaktan uzağa beğense de bu Rus güzelini, aynı adada yaşasalar da, dünyalar ayrı, apayrı.

Katya kâhya kadına Hakkıye Hanımefendi’nin kabul salonuna çıkmak istediğini söylüyor aksanlı Türkçesiyle, gözlerini yere indirmeden. “Bu” Ruslardan hiç hoşlanmayan, yoksulluklarına karşın gösterişli durmayı beceren kadınlarındansa neredeyse nefret eden kâhya kadın, öfkesini saklamaya çalışmadan Katya’nın önüne düşüyor, ikisi yan yana değil de, arka arkaya büyük hole giriyorlar ve trabzanı cilalı, basamakları geniş ahşap merdivenden üst kata çıkıyorlar. Yaldızlı nakışlı tavanlar Katya’ya Peterburg’da sahnesinde dansettiği, dinmeyen alkışlara defalarca reverans yaparak karşılık verdiği, kulisinde hayranlarının hediyelerini kabul ettiği o muhteşem tiyatroyu hatırlatıyor. Elinde tuttuğu ipek mendile sarılı broş da o hediyelerden. İnce ipeğin üzerinden son bir kez okşuyor broşu. Ondan ayrılmak, iz bırakan bir aşkın son uzantısından ayrılmak olacak aynı zamanda. Sergey’in kumral bıyıkları, yumuşak bakışları beliriyor bir an yüreğinde. O zamanlar uçarı kişiliğini bildiği halde kendisini kollarına bıraktığı, şimdiyse sarhoş olduğu geceler kokusunu hâlâ teninde hissettiği yakışıklı Sergey. Devrimin ilk günlerinde ortadan kaybolduğu söylenen Çar yaveri Yüzbaşı Sergey. Broşun iğnesi eline batıyor kumaşın altından. Kendine geliyor Katya. Olsun. Hayat devam edecek böylece. Sergey balerinine birkaç rahat gün ya da hafta, belki de ay hediye etmiş olacak tekrar, hesaplı davranır da, parayı içkiye, ikrama yatırmazsa eğer. Nasılsa anılar hep onda kalacak, kimse alamaz onları Katya’dan.

Hakkıye Hanımefendi güler yüzle karşılıyor Katya’yı, cesaret vermek istercesine. Kendini onun yerine koyarsa… Yok hayır, satmak istediği nesneyi alırsa ona yardımı olacak, biliyor bunu. Keşke elinden daha iyisi gelse. Sakince mendil bohçanın açılışını izliyor. Katya içinden çıkan broşu avucuna bıraktığı anda anlıyor bu takıya sahip olmak istediğini. Aslında mücevher düşkünü bir kadın değil Hakkıye Hanımefendi. Yalnızca gerçekten zarif, anlamlı parçaları seviyor ve bu parça da tam onun zevkine göre. “Madam, bu gül broş benim şehirden çok usta kuyumcu eseridir, inanınız. Gümüş rengi dantel bir elbise için, misal. Evet. Öyle bir elbisem vardı benim, onun dekolteye takar idim ben.” Gülümsüyor, o an için eski Katya oluyor, dantel elbiseli Katya. Temsil sonrası kulisteki odasında üstünü değiştirip giymiş o elbiseyi, sevgilisi kapıda bekliyor, gece devam edecek. Hemen sonra hangi nedenle bu odada olduğunu hatırlıyor. “Gri ile pek münasip idi, sombre gri, çok elegan.” Cümlelerini doğru kurmaya çalışarak konuşmasını sürdürüyor, karşısındaki hanımefendinin Büyükada’daki en önemli ailelerden birine mensup olduğunu biliyor, tüm Konstantinopol’ün hatta. “Bakınız diamantları nasıl berraktır. Pembe emay yapraklar da pırıl pırıl. Hem siz gülleri seversiniz madam, malum.” Katya boşuna dil döküyor aslında, Hakkıye Hanımefendi’nin bunları duymaya ihtiyacı yok, çoktan kararını vermiş o. Gülün pembe mineli, ince altın bordürlü ve bir meltemle dalgalanmışcasına hareketli taçyaprakları, ortalarındaki iri roze pırlantaya harikulade bir çerçeve oluşturuyor. Altın sapından çıkan irili ufaklı yapraklardan her birinin yüzeyinde yine pırlantalar dizili. Ucundaysa diken yerine iri bir pırlanta yerleştirilmiş olan gül broş ihtişamdan çok zarafet örneği. Tasarlayan kuyumcu, büyük usta Fabergé ile aynı şehirde olmanın verdiği rekabet duygusuyla eserinde bu özel çiçeğin soyluluğunu incelikle işlemiş; diğer çiçeklerle karşılaştırılmaya bile tenezzül etmeyişin özgürlüğünü, öte yandan bin yıllardır hem birbir derde şifa, hem de binbir gönül hikâyesine simge olmanın neşesini yansıtmayı başarmış.

Hanımefendi çok istekli görünmemeye özen göstererek bunun için kaç para istediğini soruyor sâbık balerine. Söylenen fiyat çok yüksek değil, ama Hakkıye Hanımefendi’nin eli de çok ferah değil. Bir kenara koyduğu parayı böylesi bir mücevhere vermeli mi, yoksa o parayı daha elzem işlere mi saklamalı, hemen karar veremiyor. Kocası Emin Paşa cephede. Evin sorumluluğu ağır. Öte yandan uzun zamandır bir mücevherden böylesine hoşlanmamış. Sonunda yerinden kalkıp yan odaya gidiyor, az sonra elinde banknotlarla dönüyor.

Katya balerin yürüyüşüyle çıkıyor odadan, hafiflemiş. Broşlu günler geride kalmış. Bahar günleri, yaz günleri önünde uzanıyor. Derin bir nefes. Ya Sergey? Bunun cevabını vermek istemiyor ki… Peki neden onca ağlamak Yetimhane’ye çıkan yokuş boyunca?

❀ ❀ ❀ 

Çay sofrası bahçeye, ulu çam ağacının altına kurulmuş, aile beyaza boyalı ferforje koltuklara yerleşmiş. 1928 ilkyazının tatlı esintisi manolya, akasya ve yaseminin, bir de ilk güllerin birbiriyle yarışa girmiş kokularını taşıyor. Bahçe adanın bir sokağı boyunca uzanıyor, uzak ucu şiirlerdeki gizli bahçelere benziyor. Güvenli bir koza bu kalabalık ailenin tüm çocukları için. Kozanın dışındaysa bambaşka bir dünya uzanıyor.

“Füreya, güzel kızım, Notre Dame de Sion’dan muvaffakiyetle mezun oldun, bizleri mes’ud ettin. Babanla sana yeni bir mücevher almaktansa, bu pek sevdiğim broşu vermeyi kararlaştırdık. Pek safâlı günlerime de, pek hüzünlü zamanlarıma da refakat etti bu broş.” “Annecim, çok teşekkür ederim, muhteşem bir hediye bu bana. Oldum olası çok beğenirim ben bu mücevherini. Sana da çok yakışır. O gri tafta tuvaletinin göğsünde hatırlarım bunu her zaman.” Hakkıye Hanımefendi de hatırlıyor. Büyükada Yat Kulubü’nde bir danslı suare… Renkli ampullerin ışığı kıpırtısız deniz yüzeyinde oynaşıyor, hanımların mücevherlerini ışıldatıyor. Orkestra durmaksızın zamanın moda melodilerini çalıyor. Deniz kokusu, çiçek kokusu, parfüm kokusu. Hayatın zorluklarından kısa süreliğine uzaklaşıp bir kristal fanusa sığınılan zamanlar. Bir rüyâ parçası.

“Bu mücevher gül hiç solmayacak, onu göğsüne iliştirdikçe güzellikler seninle olacak evladım.” Öyle de oluyor. Füreya hayatına giren ikinci bahçeli köşkte, eşi Kılıç Ali ile birlikte aldıkları Erenköy Sahrayı Cedit’te bulunan köşkteki davetlerinde gül broşu ne kadar sık taktığını hatırlıyor hep. Büyükada’daki köşkle bahçenin muazzamlığında olmasa da, yine ulu ağaçlarla gölgelenen, süs havuzunda kırmızı balıkları oynaşan, kameriyelerinde güllerin, hanımelleriyle mor salkımların buluştuğu bir köşk bu. 1940’ların İstanbul’unda dünyadaki savaşın karanlık bulutları altında da olsa sosyal hayat zarafetle sürdürülüyor. Füreya hayata farklı açılardan bakabilmenin renkliliğinde, sanatın çeşitli dallarının iç içe geçtiği, eski İstanbul nezâketinin doğallıkla taşındığı ailesinden gördüğü gibi ağırlıyor konuklarını. Akşamları Erenköy’deki bahçeye kurulan bezik ve briç masalarından şen kahkahalar yükseliyor.

O gece masa çevresindeki beyler de, hanımlar da çok şık. Yalın, abartısız bir şıklık onlarınki, özen gösterilerek gözetilerek diktirilen emprime elbiseler, üzerlerinde takım ceketleri, incecik beller, yüksek ökçeler. Ahmet Emin Yalman ile eşi Rezzan Hanım, Dr. Fahri Arel ile hep Nanaka diye seslenilen eşi, Füreya ile Kılıç Ali’nin konukları. Füreya beyaz çizgilerle hareketlenen kloş etekli gri ipek elbisesi ve kısa ceketiyle akşamın yıldızı. Yakasındaki pembe gül broş ise oyun sırasında dikkat dağıtacak kadar gönül çelici. Geç saate kadar kalan konuklar veda edip gittiklerinde Füreya hoş bir gecenin verdiği keyifle gülümseyerek üst kattaki yatak odasına geçiyor. O kadar yorgun ki, yakasındaki broşu çıkarmadan asıveriyor ceketini dolaba.

Ertesi sabah eşinin çığlığıyla uyanıyor Füreya. Yan odada duran sandığın yerinde yeller esiyor, Kılıç Ali’nin bankalara güvenmeyip evde, o sandıkta sakladığı tüm varlığı ile Füreya’nın tüm mücevherleri ustalıklı bir soygunla yok olup gitmiş. Yaşamlarını sarsacak bu olayın Füreya’yı sevindiren tek yönü, annesinin hediyesi gül broşun ceketinin yakasında kalmış olması. Maddi değerleri yüksek tüm takıları gitmiş olsa da, bu broş ondan ayrılmamış. Füreya kendisini yüceltecek bir sanat serüveninin hemen öncesinde bulunduğunun farkında değil henüz, ama yaşamın ona böylesi bir hediyeyi tekrar armağan etmesinin ardındaki anlamı sezinlediği kuşkusuz.

❀ ❀ ❀ 

Vereme yakalanıp İsviçre’ye tedaviye yollandığında teyzesi Fahrünnisa Zeid’in ona oyalanması için yolladığı seramik çamurundan öyle çok yaşam üretecektir ki, seramik yaşam biçimi ve yaşam amacı haline gelecek, Füreya ülkesinin bu zengin geleneğini canlandırmada bir öncü sayılarak geçecek tarihe.

Hakkıye Hanımefendi ile Emin Paşa torun heyecanı içindeyken, oğulları Şakir’in eşi Afife doğum için İstanbul’da Pakize Tarzi Kliniği’ne yattığında, hala olmayı bekleyen Füreya Paris’tedir, geçirdiği akciğer ameliyatı sonrası doktorun karşı koymasına aldırmayarak bir seramik atölyesine devam etmekte, mutluluğu sanatçı çevrelerinde bulmaktadır. Yeğeni Sara’nın doğum haberi Füreya’ya ulaştığında bu çocuğun yaşamının en sevgili kişisi olacağını hisseder sanki. Sara ismi ailedeki Sara Hanımlar’dan esinlidir, ailenin güçlü kadınlarının temsili ona yüklenmiştir artık. Erenköy’deki soygundan sonra Füreya’nın elinde kalmış tek takının, ailesinin zarafetini yansıtan o yadigârın sahibi artık Sara bebek olmalıdır. Füreya o sırada İstanbul’a gidecek olan ressam arkadaşı Avni Arbaş’a verir gül broşu, Hakkıye Hanımefendi’ye teslim edilmek ve büyüyünce Sara’ya verilmek üzere. Sara’yı kendi çocuğu gibi benimseyecek, onu sonsuzca sevecek, yetiştirecek, nüfusuna geçirecek ve sanat tutkusuyla birlikte herşeyini ona bırakacaktır.

Tıpkı Füreya gibi yaşamı boyunca çalışarak önemli bir halkla ilişkiler uzmanı olan Sara Koral Aykar gül broşu; bir ailenin ve daha ötesinde İstanbul’un bir dönem tarihini taşıyan bu takıyı, derin bir sevgiyle takıyor göğsüne yıllardır. Zamanı gelince ailedeki yeni sahibine teslim etmek üzere.

Prof. Dr. Gül İrepoğlu

 

❀__________________

Kale Grubu’nun 60. yıldönümü vesilesiyle 18.11.2017-18.01.2018 tarihleri arasında Akaretler Sıraevler’de Károly Aliotti, Nilüfer Şaşmazer, Ferah Aksoy küratörlüğünde ziyaretçisiyle buluşan Türkiye’nin ilk çağdaş seramik sanatçılarından Füreya Koral’ın en kapsamlı retrospektif sergisinin kataloğunda yayımlanan Gül İrepoğlu, “Füreya ile Sara, Bir de Pembe Gül”, Füreya, İstanbul (2017)171-176. künyeli öykünün Adalar Postası’nda yayımlanması için gereken izni verme nezâketini gösteren Prof. Dr. Gül İrepoğlu ve Sara Koral Aykar‘a 1001 teşekkürlerimizle…
)O(


Yorum bırakın

Kategoriler