“Ou est Charles?
[Charles nerede?]”
Ve Ada’da martılar, kediler, bulutlar ve çamlar yanında denize bakacaklardı beraber…

“25 Eylül 1947’de bu dünyadan ayrılan büyük violonist, büyük pedagog ve büyük insan Karl Berger’i vefatının yedinci ayında, 25 Nisan 1948 Pazar günü akşamı saat 21:00’de anmak üzere Devlet Konservatuvarı salonunda” Necdet Remzi Atak tarafından tertiplenen toplantının davetiyesi, Taha Toros Arşivi.
Yetmiş sene önce bugündü (25 Eylül),* Aliye Berger hayatının aşkı Karl Berger’in ardından “Ou est Charles? [Charles nerede?]” diye seslendi…

Aliye ile Karl Berger, Büyükada, 1947. Yusuf Taktak Koleksiyonu- SALT Araştırma Arşivi.
O gün Aliye yirmi üç senelik fırtınalı aşkı ve nihayet altı aylık da kocası Karl Berger’le birlikte Büyükada Selvili Tepe Hristos Manastırı mevkiinde, müştemilâtında mukimi oldukları Hıntıryan Köşkü’nden vapura yetişmek üzere alelacele çıkmışlardı zira alışılageldiği üzre Aliye yine bir hayli geç hazırlanmıştı…
Daha küçücük bir kızken bile bir yere gidileceğinde Şakir Paşa Ailesi’nin üyeleri hazırlanıp taşlıkta toplanır Alyoşa’yı bekler de beklerlerdi… Epey gecikmeli olarak merdivenlerden misal pembe tüllere sarıp sarmalanmış bir vaziyette inmekte olduğunu görünce de annesi Sare İsmet Hanım derhal odasına çıkıp uygun bir kıyafet giyinip çarçabuk aşağıya inmesini söylerdi her seferinde ya nafile… Bu defa da saçına rengârenk kurdelalar takıp takıştırmış olarak çıkagelirdi Aliye…
Aliye ile Karl o yaz [1947] Ada’da çamlar arasında kendi fantezilerine uygun buldukları Hıdırvan [Doktor Hıntır Hıntıryan] Köşkü’nün bahçesindeki küçük evi kiraladılar…

“Alie Berger Boronai imzalı “Gravures d’essai [Deneme gravürleri] / Aliye Berger’in Büyükada’da mukimi oldukları Hıntıryan Köşkü’nün müştemilatında kocası Karl Berger’i keman çalmaktayken betimlediği bir deneme gravürü…”, Güzin Özen Yılmaz koleksiyonu.

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı, Büyükada, 27.11.2013.

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 27.11.2013
[Aliye] Ormanın içinde iki oda ile bir mutfaktan oluşan bu şirin kulübede o kadar mutluydu ki kendisini bulutların üzerinde hissediyordu. Sanki burada sabahın ilk ışıklarıyla öpüşen çiylerle yeryüzü canlanıyordu. Sanki hava sevinç, heyecan ve umutla doluydu. Burada gündüzler bir başka gündüz, geceler bir başka geceydi. Oturdukları evin terasında kahve sunarken özellikle şifon, etekleri fırfırlı elbisesini giyerdi. Rüzgârda etekleri uçuşurken Karl kendisini öyle görsün diye… Aliye’yi mutluluktan fırfırlı elbisesiyle dans ederken görenler vardı. Karl ise kimsenin görmeyeceği zamanlarda ormanda yürüyerek Berlioz’un keman konçertosunu çalardı. Onun yaratıcılığı, dünyayı şenlendiren, güzellikleri görünür kılan müziği Aliye için tükenmez bir sevinç kaynağıydı. İnsan herşeyden sıkılabilirdi. Bir gün gelir yasemin kokularından, kuşların cıvıltısından, denizin parıltısından bile bıkabilirdi ama Karl’ın kemanının sesi ona ekmek gibi su gibi her gün gerekliydi. Rasih [Nuri] İleri’nin söylediğine göre çamlıkta yürüyerek Berlioz’un keman konçertosunu çalarken, çevresinde ne kadar kedi, köpek, keçi gibi hayvan varsa etrafına toplanırmış. Mithat Dayısı’nın kızı Güney o günlerde Aliye’yi sık sık ziyarete giderdi. Yine bir gün Aliye’yi görmeye gittiğinde tanık olduğu sahneyi şöyle anlatıyordu:

f: Emine Çiğdem Tugay, “Hıntıryan Köşkü bahçesinde Karl Berger’in üzerinde keman çaldığı tarihi sarnıç yapısı”, Büyükada, 27.11.2013.
Karl keman çalarken yanında kimsenin olmasını istemezdi. Onun için evin yakınlarında bir sarnıç vardı. Oraya gidip çalardı. Bir sabah ben gittiğimde, Karl’ı orada tek başına keman çalarken gördüm. Kendimi göstermeden onu dinledim. Gördüklerime inanamadım. Çevrede ne kadar kuş varsa Karl’ın etrafında toplanmış, öterek ona eşlik ediyorlardı. [1]
Vaktiyle Berger Kalamış’ta sahile yakın bir mevkide Bruch’un Sol minör konçertosunu çalmaktayken senelerden beri bu evsafta bir keman duymamışlığından hayretler içinde kalarak tanışıp dost oldukları Seyfeddin Çürüksulu anlatıyor:
24 [25] Eylül 1947 sabahını büyük sanatkâr, Ada tepesinin çam ormanlarında keman çalmakla geçirdi. Mendelsohn’un, Brahms’ın, Mozart’ın La ve Re majör konçertolarına çalıştı. En son “Bunu Nur için çalıyorum” diyerek, J. S. Bach’ın muazzam ikinci Partizasını baştan aşağı çaldı. Yıllarca emellerini, ıstıraplarını tevdi ettiği sevgili Şakon’un ilâhi Re minör akorlarını, hayatına Erganun durağı yaptı.
Beş saat sonra Karl Berger’in “Nur”a müştak ruhu, yeryüzünü terketti ve reçine kokulu mahzun çamlar arasından geçerek, sabahleyin yayından çıkan seslere semada kavuştu.[2]
Berger’in ölümü iki kişilikti. O, Ada’daki mezarlığa gömüldü. Aliye ise, Ada’daki çamların arasında sürekli ağlayarak dolaşan, yaşayan bir ölüye dönüştü.[3]
Yeğeni Şirin Devrim anlatıyor…
Yirmi üç yıl süren ilişkiden sonra Karl Berger sonunda sanatsal özgürlüğünden vazgeçip teyzemle evlenmiş aileyi de memnun etmek için Müslüman olmuştu. Büyükada’da tepede küçük pembe bir eve taşınmışlardı. Bana Yale Üniversitesi’ne yazdığı bir mektupta evliliğinden kısaca şöyle söz etmişti:

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl’ın oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 29.10.2014.
Burada manzara nefes kesiyor! O derece ki, insan uyuyamıyor bile. Hele o çamların mis gibi kokusu. Sabahın erken saatlerinde çam iğnelerinin üzerindeki çiyler pırlanta gibi parlıyorlar. ‘Uncle Karl’ çamlığın bu güzelliğinden, ıssızlığından ve o nefis kokusundan öyle esinleniyor ki ağaçların arasında yürüyerek kemanını çalıyor. İnanılmaz bir mutluluk içindeyim. Bitecek diye ödüm kopuyor.
Evlendiklerinden altı ay sonra bir yaz günü, şehirdeki randevularına yetişmek için iskeleye iniyorlarmış. Her zaman olduğu gibi oyalanmış, vapura yetişmek için tepeden iskeleye kadar koşmak zorunda kalmışlar. İskeleye vardıklarında Berger nefes nefeseymiş. Elini kalbine bastırıp uzaklaşan vapura bakarak “Ah, vapuru kaçırdık!” deyip oradaki kahvelerden birinin sandalyesine çöküvermiş. Aniden gelen bir kalp krizi sonucu iki üç dakika içinde Aliye’nin kollarında can vermiş.
Civardaki Adalılar onu yukarı, Şakir Paşa Köşkü’ne taşımışlar. Eylül sonu olduğundan, ev kış için kapatılmış durumdaymış. Ufak tefek, narin Alyoşa insanüstü bir güçle o koca demir asma kilidin zincirini eliyle koparmış. Berger’i aşağı kattaki oturma odasında sedefli divanın üstüne yatırmışlar. O akşam ailenin yakın dostu Ahmet Emin Yalman’ın eşi Rezzan Hanım haberi alır almaz köşke koşmuş. Aliye’nin yeğeni Şirin Devrim uzun yıllar sonra bir gün New York’ta ondan o gece ne olup bittiğini yazmasını rica etmiş. İşte tanık olduğu o gecenin öyküsü:

Aliye Berger, Büyükada Köşk.
Eski büyük köşk kapkaranlıktı. Herhalde elektrik faturası ödenmemişti. Aşağıdaki mağaralı salonun her yerinde mumlar yanıyordu. Berger’i odanın ortasında divana yatırmışlardı. Beyaz ipek gömleğinin üzerine yaseminler serpilmişti. Uzun parmaklı beyaz elleri aşağıya sarkıyordu. Gadre uğramış bir aziz gibiydi. Gece boyunca Aliye yerde yanında oturdu. İkide bir elindeki aynayı Berger’in ağzına tutuyor acaba nefes alıyor mu diye bakıyordu. Tabii ayna hiç buğulanmadı.
Felaketi duyan aile bireyleri teker teker şehirden gelmeye başladılar. İnsanlar açık duran kapıdan doğrudan odaya giriyor ve anlattığım sahneyle karşılaşıyorlardı.[4]
Yeğeni Füreya anlatıyor…
[25.9.1947] Kılıç’la [Kılıç Ali] iskelede buluşup, akşam vapuruyla Ada’ya geçmiştik. Eve hızlı hızlı yürümüştük. Kapı açıktı. Önce ben girdim içeri. Ön salondan bir inilti geliyordu. Yaralı bir hayvanın ağlamasını andıran, iç parçalayan ince, uzun, acılı bir inilti. Hiç bitmeyen bir çığlık. Salona girdim. Dipte, masanın üzerinde duran tabuta eğilmiş biri vardı. Oda loştu. İyi göremiyordum.
“Teyze, Ayşe teyzeciğim,” dedim fısıldar gibi. Döndü ve bana baktı. Saçları didik didikti. Gözleri insan gözü olmaktan çıkmış, derin birer kan kuyusuydu, elinde gümüş saplı bir ayna tutuyordu. ALİYE!
“Canlanacak,” dedi bana bakarak. “Bak Füreya, bak, nefes alıyor.” Tanrım, Berger’miş ölen. Berger’miş.
Kılıç Ali arkamda durup beni tutmasa yere yıkılacaktım. Telaşlı ayak sesleri duydum. Ayşe teyzem, Ahmet enişte, çocukları Erdem ve Nermidil, birileri doluşuyordu odaya.
“Acısız, eziyetsiz bir ölüm,” diyordu Ayşe teyze, “Ne kendi çekti ne etrafına çektirdi. Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz, kızım, anlatamıyorum ki Aliye’ye.”
“Nasıl olmuş efendim?” dedi Kılıç Ali. Ölümün nasıl geldiği her nedense pek önemlidir geri kalanlara. En ince ayrıntıya kadar sorulur, en ince ayrıntıya kadar anlatılır.
“Sabah Budapeşte’ye gitmek için, biletlerini ayırtmaya gideceklerdi. Vapura yetişmek için araba bulamayınca, yol boyu koşmuşlar.” Teyzem sesini alçaltıyor, gözüyle Aliye’yi işaret ediyor, “Zamanında hazırlanamamıştır her zamanki gibi. Saraylıhanım’ın (Büyükada iskelesindeki ünlü dondurmacı) orada bir sancı girmiş göğsüne. Hemen içeri girmişler, yere yatırmışlar Berger’i. Aliye yakasını çözmüş, nefes vermeye çalışmış. Kollarını oynatıp durmuş nefes aldırmak için ama, o çoktaaaan…”
Yavaş yavaş Aliye’nin yanına gidiyorum. Berger’e beyaz bir gömlek giydirip tabuta yatırmışlar. Tabutun kapağı açık. Bakıyorum, Berger huzur içinde. Aliye hâlâ elindeki aynayı tutuyor kocasının ağzına.
“Saat on birden beri tabutun başında. Elinde ayna, Berger’in canlanmasını bekliyor,” diyor Ahmet enişte.
“Kaçırdı galiba.” Erdem’in sesi bu. İrkiliyorum. Yok kaçırmadı. O her zaman böyleydi aşırı duygu yüklü, aşırı iyimser ve aşırı karamsar.
Şimdi Aliye ile yan yana seyrediyoruz Berger’i. Gözyaşlarım, çok eski dostumun, eniştemin beyaz gömleğine damlıyor.
Berger, bana sanatta hem mükemmeliyeti, hem de asla ödün verilmemesi gerektiğini öğreten sevgili, sevgili hocam… Beş yaşındaydım karşısında durup elime yayımı ilk kez aldığımda.
“Macaristan’da Kral’a karşı darbe yapanların arasındaymış. İstanbul’a kaçmış. Saray’da Mecid Efendi’nin çocuklarına ve sultanlara ders vermiş zamanında. Nadir Nadi ile Remzi Paşa’nın çocukları da ondan ders alıyorlarmış,” demişti anneannem, “Füreya’yı kemana başlatmak istiyorsanız, Berger’den iyisi olmaz.”
Karşısında duruyordum ve dizlerim titriyordu. Elimi tutmuş, kemanın bir ipeği andıran pürüzsüz yüzeyini okşatmıştı. Bir tahtanın bu kadar yumuşak dokusu olabileceğine şaşırmıştım. Dizlerimin titremesi geçmişti.

Ayla Erduran ve keman hocası Karl Berger. Taha Toros Arşivi.
“Füreya, yanağını kemanın üzerine daya ve dinle onu. Bak sana ne güzel şeyler anlatacak,” demişti, “Sev onu Füreya, onu sev, onu hisset, onun parçası ol!”
Sonra Aliye’yi sevmişti, onu hissetmiş, onun parçası olmuştu. Dünyanın en müthiş filozofu ve en müthiş pedagogu…
“Aliye, gel canım, içeri gidelim, beni kırma,” diyorum. Beni duymuyor bile. Sabaha kadar başında oturacak sevgilisinin, belki uyanır umuduyla. […]
Salondan çıkıyoruz. İnce, dokunaklı, çığlığı andıran inilti hiç bitmiyor. Bir kez daha bakıyorum arkamı dönüp salona. Aliye, tabutun başında, porselenden yapılmış, kırılgan bir biblo gibi oturuyor, elinde aynası…[5]
Bir ara sanki işleri büsbütün karıştırmak ister gibi, komşu kilisenin katolik papazı da göründü. Berger’in Müslüman olduğunu, cenazesinin Müslüman âdetlerine göre kaldırılacağı söylendi. Az sonra, sokağın karşısındaki caminin imamı geldi ve Berger’in Müslüman olduğuna dair resmi kâğıtları görmeden tepedeki Müslüman mezarlığına gömülmesine izin veremeyeceğini belirtti. Lala, kâğıtların durduğu Hakkiye’nin dairesine gidip evrakı ertesi sabah getireceğini söyledi. Şehre giden son vapura yetişti ve ertesi sabah ilk vapurla adaya döndü.
Cenaze hazırlıkları yapılırken Aliye’yi de altı aylık kocasının öldüğüne inandırmak gerekiyordu. O sırada veremden hasta olan Füreya, sanatoryumun yanında çamlıkta bir evde yaşıyordu. Olayın olduğu gece epey bir zaman Aliye’nin yanında kalmış, sonra biraz dinlenmek ve kahvaltı etmek için bizim eve gelmişti. Güneş doğarken köşke döndüğümüzde, Aliye’yi eski kuyuya doğru koşarken gördük. Kendini kuyuya atmak istiyordu çünkü Berger’in öldüğüne artık inanmıştı. Füreya ile arkasından koşup onu güç bela eteğinden yakaladık, zorlukla eve soktuk. Doktor ona sakinleştirici bir iğne yaptı, ondan sonra cenaze merasiminde hiçbir heyecan belirtisi göstermedi.”[6]

Emine Çiğdem Tugay, “Aliye Berger (1903-1974) ile Karl Berger (1894-1947)”, Büyükada Mezarlığı, 4.12.2005.
O güne kadar Karl Berger’in müslümanlığı kabul ettiği ve ismini değiştirdiği bilinmiyordu. Aliye Berger’in Cumhuriyet gazetesine verdiği ilanla bu öğrenilmiş oldu. 17 [?25/26] Eylül 1947 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle yazıyordu: “Ömer Baki-Karl Berger’in vefatı şehrimizin sanat muhitinde teessürle karşılanmıştır. Memleketimizin çok iyi tanıdığı keman üstadı, Şakir Paşa’nın damadı ve Bayan Aliye’nin eşi Ömer Baki’nin (Karl Berger) cenazesi bugün öğle namazından sonra Büyükada mezarlığına defnedilecektir.[7]
* * *

Karl Berger’i vefatının yedinci ayında, 25 Nisan 1948 Pazar günü akşamı saat 21:00’de anmak üzere Devlet Konservatuvarı salonunda” Necdet Remzi Atak tarafından tertiplenen toplantının davetiyesi, Taha Toros Arşivi.
“25 Eylül 1947’de bu dünyadan ayrılan büyük violonist, büyük pedagog ve büyük insan Karl Berger’i ölümünün yedinci ayında, 25 Nisan 1948 Pazar günü akşamı saat 21:00’de anmak üzere Devlet Konservatuvarı salonunda toplanacağız. Bu toplantıya sizin de şeref vermenizi saygılarımla rica ederim,” diye yazmıştı öğrencisi Necdet Remzi Atak ön yüzünde Karl Berger’in keman çalarken bir çizimi bulunan davetiyeye…

f: Emine Çiğdem Tugay, “Hıntıryan Köşkü’nün duvarları kıyısındaki ―Aliye Berger’in gravürlerinde resmettiği― okalüptus ağaçları ve kızılçamlarda leylekler…”, Büyükada, 18.8.2012.
[…] Hayal bu ya 25 Eylül’de “Aliye ile Karl’ın anısına” Büyükada Hristos Selvili Tepe Mevkii’nde Hıntıryan Köşkü bahçesinde Karl Berger’in bir dem keman çaldığı o tarihi sarnıcın üzerinde yetmiş sene önce tam da o gün “vefatından birkaç saat evvel çalmış olduğu J. S. Bach’ın muazzam ikinci Partizası” çalınsa ve nihayet Berlioz’un keman konçertosuyla cümle kuşlar davet olunup kanatlarında Büyükada semâlarından Aliye ile Karl’a renkahenk bir selâm uçurulsa… […]
diye nihayet vermiştik Aliye Berger’in vefatının 43. sene-i devriyesi anısına 10 Ağustos 2017 tarihli Adalar Postası’nda yayımladığımız “Berger’in Ölümü İki Kişilikti. O, Ada’daki Mezarlığa Gömüldü. Aliye ise…” başlıklı yazıya…[8] Türlü iş ve iştigal arasında az zamanda süratle bu hayali gerçekleştirebilmek üzere de Cihat Aşkın’la birlikte kolları sıvamışken, Karl Berger’in anısına gereğince bir anma merasimi tertipleyebilmek için daha ziyade zamana ihtiyaç olduğu kanaatine varıp Macaristan Kültür Merkezi müdürü Gábor Fodor’un da böylesi bir etkinliği gelecek sene birlikte tertiplemek teklifini benimsemişken; sözkonusu yazıya 12 Ağustos günü “Neden olmasın belki bazı kemancılar pusuda bekliyordur adada tekrar keman sesleri yankılansın diye,” derkenar düşen Yonca Gamze Kükrer vaktiyle Aliye ile Karl Berger’in mukimi oldukları Hıntıryan Köşkü’nden yadigâr bahçe duvarının üzerinden 25 Eylül günü kemanıyla fevkalâde ince bir düşünüşle selâm uçurup Gürkan Günal’ın çektiği videosunu da “Büyükada’da bir zamanlar burada bulunan köşkte Aliye Berger’le beraber yaşamış olan keman virtüözü Karl Berger’in anısına saygıyla… Vefatının üzerinden 70 yıl geçmiş buradaki ağaçlar müziğine hasret kalmış, hissetmemek mümkün değil… Bu videoyu hazırlamamıza sebep olan @adalarpostasi‘na teşekkür ederiz.” notuyla paylaştıydı Adalar Postası’yla… Hayalimizi gerçek kılan pek mütehassis olduğumuz bu güzel süpriz için kendilerine cân-ı gönülden 1001 teşekkürlerimizle…
🎥: Gürkan Günal, “Yonca Gamze Kükrer, vefatının 70. sene-i devriyesinde Karl Berger anısına çalıyor…”, Büyükada Hıntıryan Köşkü, 25.9.2017.
Peki ya “büyük violonist, büyük pedagog ve büyük insan” Karl Berger’in yaşam öyküsü neydi? Az zamanda ulaşabildiğimiz kimi bilgi ve belgeleri kapsamlı bir araştırmayla derlemeye başlangıç teşkil etmesi ve önümüzdeki 25 Eylül 2018’de oğlu Şarl Berger Şahbaz’ın da katılımıyla ailesi ve Macaristan Kültür Müdürlüğü’yle birlikte düzenlemeyi planladığımız anma etkinliğine de vesile olması dileğiyle paylaşıyoruz sizlerle…
Narmanlı Han’da Aliye Berger’in komşusu olarak dünyaya gelip (2.2.1973) de —o bir buçuk sene içinde haliyle— kendisini tanımaya yetişememiş de olsa —bu satırların yazarı— çocuk, ilerleyen senelerde hayranlıkla —3 Kasım 2001’de Beyoğlu’ndan Büyükada’ya çıkmazdan evvel ki çıkar çıkmaz da ilk iş o günlerde dostumuz Semra Karamürsel tercümesiyle okumakta olduğumuz Şirin Devrim’in Şakir Paşa Ailesi kitabı dolayısıyla Şakir Paşa Köşkü’nü arayıp bulmak olmuştu— Narmanlı Han, Doğan Apartmanı, Botter Apartmanı üçgeninde geçen hayatımda annem (Müjgân Akdoğan Demir) ve babam (Muharrem Demir) yanı sıra Mualla Anhegger Eyuboğlu, Tiraje Dikmen misal ortak yakın dostlarından da dinlemek şansına sahip olduğum Aliye Berger ve Karl Berger’in hatırlı hâtıralarına saygıyla…
Emine Çiğdem Tugay
)O(
* Büyükada, 25 Eylül 2017 [tarihinde yazılmaya başlanmakla birlikte kimi derlemelerin de ilavesiyle Karl Berger’in vefatının yetmişinci sene-i devriyesinde değilse de —vefatının yedinci ayında 25 Nisan 1948 günü talebesi Remzi Atak tarafından Ankara Devlet Konservatuvarı salonunda tertiplenen anma toplantısının yetmiş sene, vefatının ise yetmiş sene yedi ay sonrasında— 25 Nisan 2018’de Karl Berger anısına saygıyla yayımlanmıştır.]
Karl Berger (Arad, 6.1.1894-İstanbul, 25.9.1947)

Karl Berger, Taha Toros Arşivi.
Karl Berger 6 Ocak 1894’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Transilvanya (Erdel) eyaletinin Arad şehrinde —günümüzde Macaristan’la sınırına bir saat mesafedeki Romanya topraklarında— doğdu. Çocukluğunu orada geçirdi ve en çok musikiyle meşgul oldu. Kemana dokuz yaşında başladı. İlk dersleri Maurice Unger ismindeki kuvvetli bir hocadan aldı. Kompozisiyon için Fruckner’in talebesi oldu.
Gimnazyum bakaloryasından sonra büyük terakkilerine şahit olan Arad Belediyesi ona bir burs vererek tahsilini tamamlamak üzere Viyana’ya gönderdi. Viyana Üniversitesi’nin tıp şubesine devama başladı. Fakat az sonra musikiden başka hiçbir yolu meslek edinemeyeceğini anlayarak tıp eğitimini yarıda bırakıp çocukluğundan beri çalıştığı kemana hayatını adadı.

Karl Berger ve hocası Otto Sevcik
1911’de girdiği Viyana Müzik Akademisi’nde 1912-1913 ve 1913-1914 eğitim öğretim yıllarında üstün yeteneği dolayısıyla aldığı bursla, devrin en meşhur keman pedagoğu olan Viotti ekolünün temsilcilerinden Otokar Ševčík’in master sınıfına katılarak öğrencisi oldu. 1914’te birincilikle mezun olduğu Viyana Müzik Akademisi keman bölümünden Viyana Senfoni Orkestrası’na solist payesiyle atandı. Kendisiyle birlikte o zamanın gayet tanınmış viyolonisti Adolf Busch da hemzamanlı olarak bu orkestranın keman solistlerindendi. Gerek Viyana Filarmonisi’ni gerekse Viyana Senfoni Orkestrası’nı ziyaret eden uluslararası şöhrete sahip şefler Karl Berger’i çok takdir etti ve Mengelberg nâmındaki o zamanın Hollandalı büyük orkestra şefi Hollanda’da Konzertgebow konserlerinde çalmak üzere Berger’le altı programlık bir sözleşme yaptı ancak muharebenin Avusturya için elim neticesi bu projenin gerçekleşmesine mâni oldu. [9]
Arad şehri Romanya sınırları içinde kalınca artık orada kalmak istemeyen Karl Berger arkadaşı piyanist Fischer’le birlikte memleketini terk etti ve yolu İstanbul’a düştü. Berger’in niyeti İstanbul’da kalmak değildi. Avustralya’ya gitmek üzere işgal kuvvetlerinden vize istedi ancak onlar o vizeyi vermediler ve böylece İstanbul’da kaldı. Türk muhitinde gördüğü takdir ve hüsnü kabul onu pek mütehassis etti. Az zamanda memleketi sevmeye başladı. Bazı dostlarının kendisine temin ettikleri dersler sayesinde burada misafir bir evde yaşadı ve bir vesileyle o zamanın Veliahdı Mecid Efendi’ye takdim edildi. Hem Mecid Efendi hem de zevcesi Berger’den keman dersi aldı. Halife Abdülmecid Efendi, “A Mon Cher Maitre Carl Berger, Abdul Medgid 1921” ithafıyla kendisine keman ve piyano için yazılmış bestesi Elegie’yi armağan etti. [10]

Karl Berger, Taha Toros Arşivi.
Berger’in Türkiye’deki müzik faaliyeti bir çok sene devam etti. Gayet geniş bir talebe muhitine mazhar oldu. Yalnız bunların o zamanki şartlara göre profesyonel olmaları müşkül olduğundan çoğu amatörlük derecesini aşmadı. Durum böyleyken, Şehir Orkestrası’na üye olan bir çok kemancı, Berger’in eğitiminden faydalandı, solist olarak Berger evvela küçük yaştan beri meşgul olduğu Necdet Remzi Atak’ı yetiştirdi. Bundan başka Fransa’da solist olarak geçimini sağlayan ve bir Rus mültecisinin kızı olan N. Gabrovska bulunduğu gibi asıl büyük başarı göstermiş ve uluslararası bir şöhret kazanmış olan Ayla Erduran’ı zikredebiliriz. Ayla Erduran gerek Kanada’da gerek Almanya’da, İngiltere’de, Rusya’da ve Balkan memleketlerinde birçok resitaller ve orkestra konserleri verdi ve memleketinizin seçkin bir sanat elçisi olarak kendini tanıttı…

13 Mayıs 1922 Cuma günü saat 17:00’de Union Française’de verdiği konserin programı, Taha Toros Arşivi.

4 Haziran 1933 Pazar günü saat 17:00’de Casa d’Italia’da Johannes Brahms’ın doğumunun 100. yıldönümü münasebetiyle verdiği konserin davetiyesi, Taha Toros Arşivi.

Karl Berger, Taha Toros Arşivi.
Karl Berger 1932 senesinde ayrıca davet edildiği Tahran’a giderek 2,5 ay zarfında Bayan Seyfeddin Çürüksulu refakatinde burada on bir konser vermiş ve bilahare İstanbul’a avdetinde Bağdat’ta da ayrıca üç konser vermiştir. Pedagojik faaliyetine devam ederken yeni bir teklif karşısında bulunması Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde konserler vermesi Norveç’e kadar uzanmıştı. Fakat oranın iklimine tahammül edemeyerek pek sevdiği İstanbul’a avdet etti.

Karl Berger, Taha Toros Arşivi.
Karl Berger 1947’de Aliye Şakir ile evlendi ve bir müddet Büyükada’da yaşadı. Kendisi Anjin dö Poitrin’den muzdaripti ve bunu bildiği için fazla konser vermeye cesareti yoktu. Nitekim, hiç umulmadık bir anda Büyükada iskelesinde bir kriz geçirerek yarım saat içinde 1947 Eylül’ünde vefat etti. Kendisi kalben Müslüman olduğundan Ömer Baki Berger ismini almıştı ve Büyükada’da Türk mezarlığında medfundur. [11]
Halife Abdülmecid Efendi (1868-1944), Sabiha Sultan (1894-1971), Fikri Çiçekoğlu (1900-1961), Mesut Cemil Tel (1902-1963), Nureddin Şazi Kösemihal (1903-1974), Enver Kapelman (1903-?), Aliye Berger (1903-1974), Mayda Şahbaz (1907-2005), Nadir Nadi (1908-1991), Ferhunde [Remzi] Erkin (1909-2007), Füreya Koral (1910-1997), Necdet Remzi Atak (1911-1972), N. Gabrowska (?-?), Bülent Tarcan (1914-1991), Semih Argeşo (1916-2010), Erdoğan Saydam (1921-1982), Erçivan Saydam (1923-….), Rıfat Özümerzifon (1923-1976), Zeyyat Hatipoğlu (1925-2018), Ermukan Saydam (1927-….), Necdet Özümerzifon (1927-2009), Levent Aksüt (1930-….), Ayfer Neyzi (1930-….), Esad Suher (1930-….), Bedri Arısoy (1931-….), Sebat Koro (19??-????), Siyavuş Erdölen (1931-2016), Ayla Erduran (1934-….), Engin Cezzar (1935-2017), Ali Müderrisoğlu (1938-…), Gönül Gökdoğan (1940-….) öğrencilerindendir.
f: Eliza Day, “Ayla Erduran Aliye Berger’in Narmanlı Han’daki evinin balkonunda sene 1964”, SALT Araştırma Arşivi.
Öğrencileri Karl Berger’i anlatıyor…
Fikri Çiçekoğlu (1900-1961):

Fikri Çiçekoğlu, “Karl Berger”, Akşam Gazetesi, 26.9.1948.
Karl Berger
Ölüm yıldönümü münasebetiyle
Büyük viyolonist ve pedagog Karl Berger’i kaybettiğimiz bir yıl oluyor. (25/9/1947) Bu kaybın arkada bıraktığı boşluğu gün geçtikçe daha derinden hissediyoruz. Onun ölümünü takib eden günlerde büyük küçük talebeleri, dostları, uzak yakın onu bütün sevenler yıllardır kurulmuş olan o samimî sanat topluluğunu devam ettirmek kaygısıyla bir araya toplanmak ihtiyacını duymuşlardı. Bu düşünceyle Berger’in çalışma odasında bir anma töreni yapılmıştı. Bunu takib eden haftalarda hocanın en kıdemli ve en ileri talebesi profesör Necdet Remzi Atak, Ankara’dan İstanbul’a kadar defalarca yoruldu, hocasız kalan gençlerin elinden tutup yol göstermek istedi.
Fakat mukadder akıbet yine gelip çattı. Günün birinde herkes çil yavrusu gibi dağılıverdi; başının derdine düştü. Berger’in talebeleri bugün de darmadağın haldedirler. Tatmin edilmemiş bir ruhla hâlâ bir oraya bir buraya başvuruyorlar.
Hocasının ölümünden yedi ay sonra profesör Necdet Remzi Atak, Ankara Devlet Konservatuvarı salonunda samimi bir toplantı tertib etti; Karl Berger’in hâtırasını andı. Büyük viyolonist ve pedagogun meziyetlerini tekrarladı; yirmi beş küsûr yılın ötesinden gelen ve o günkü canlılığıyla hâlâ ter ve taze yaşayan hâtıralarını anlattı. Önce Necdet Remzi Atak ve onun ardından boy boy talebeleri, —Necdet’in ve Necdet dolayısıyla Berger’in sanat soyundan gelenler— sırayla keman çaldılar ve böylece büyük ölünün ruhunu şâd ettiler.
Karl Berger, ölümünden belki bir yıl kadar önce, bir gün Eminönü Halkevi’nde tertib edilen bir konserde Necdet Remzi Atak’ın talebelerini hep bir arada dinlemek zevkini tatmıştı. O gün üç viyolonist: İlhan Özsoy, Nihal Tandoğan ve Erdoğan Çaplı, piyanist Renan Türkarman’ın piyano eşliğiyle güzel eserler dinletmişlerdi. Konserden önce Cemil Türkarman, yaptığı kısa bir konuşmada Berger’in (o günkü konserde torunlarını dinliyeceğini) belirtmişti. Berger’in torunları, bu ne güzel bir buluştu… Onun torunları gün geçtikçe çoğalmada, sanat soyunu üretecek Necdet Remzi Atak gibi bir hayrülhalef bırakan aziz ölüye ne mutlu!..

Aliye Berger, Narmanlı Han’daki evinde. Yusuf Taktak Koleksiyonu- SALT Araştırma Arşivi.
Karl Berger’in ölümünü takib eden ilk aylarda idi. Bir gün refikası, beni hocanın çalışma odasında kabul etmek lûtfunda bulunmuştu. O günlerde Londra’da bulunan hemşiresinin yanına gitmek hazırlıklarıyla meşguldü. Odada değişmiş hiçbir şey yoktu. Berger’in köşesinde koltuğu, önündeki masa, masa üstünde şamdan, vazoda taze çiçekler, onun sigara ağızlığı, kül tablası, para cüzdanı, küçük bir defter ve daha bir çok ufak tefek eşya, her şey yerli yerinde idi. Yalnız darmadağın, perişan olan birisi, hocanın refikası sağa sola koşuyor; birbirini tutmayan hareketlerle, bazan anlaşılması güç cümlelerle etrafındakilerle alâkalanmağa çalışıyordu. Bu arada, Berger’in düşünce kırıntılarını vakit vakit yazdığı ufacık kâğıt parçalarından, sigara paketlerinden nasılsa kaybolmayan bir iki tanesini bulup getirdi. (Çünkü Berger yazdıklarını hemen yırtarmış.) Sanattan, insandan, ruhtan, ahlaktan bahseden bu yazılarda onun düşüncelerini deşifre etmeğe çalışıyorduk.
f: Aliye Berger, Narmanlı Han’daki evinde. Yusuf Taktak Koleksiyonu- SALT Araştırma Arşivi.

Aliye ve Karl Berger, Büyükada, 1947. Taha Toros Arşivi.
Berger’in refikası bir aralık bize bir hâtırasını anlatıyor. “O, diyor; Büyükada’yı pek beğenmişti. «Cennet burnumun dibindeymiş de yıllardır bundan habersiz yaşamışım.» diye sık sık tekrarlar, hayıflanırdı. Köşkün korusunda gezmeği, ağaçlar altında oturup dinlenmeği pek severdi. Tepelere, kayalara çıkıp etrafın manzarasını uzun uzun seyretmeğe doyamazdı. Bir gün birlikte yine bir tepeye çıkmıştık; epeyce yorulmuştu. İslâm mezarlığına yaklaşmıştık. Orada durup biraz nefes aldı; etrafın emsalsiz manzarasına daldı. Ve sonra birdenbire silkinerek «Bize burada bir evlik arsa vermezler mi? » diye sordu. Arsayı ne yapacağını anlamak istedim. O, birkaç dakika içinde kafasında bir plan çizmiş, bunu gerçekleştirmişti bile, anlatmaya başladı: «Şurada tepenin üstünde, bu küçük mezarlığın duvarı dibinde bir evimiz olacak… Çalışma odamızda büyük bir şümine… kış geceleri ocak başında seninle baş başa konuşacağız, müzik yapacağız, okuyacağız ve uzun uzun düşüneceğiz. Böyle bir evimiz olduktan sonra artık yaz kış hep burada kalırım. Buraya kadar zahmeti göze alan talebelerim olursa onlarla meşgul olurum.» Onu bu fikrinden vazgeçirmeğe çalışıyorum; ve diyorum ki: «Ben çocukluğumdan beri buralarda yaşadım. Adalıyım. Fakat sen bilmezsin; buranın kışı serttir. Hele bu tepe, rüzgârların dört bucağa taksim edildiği yerdir. Fırtınalı kış akşamlarında havada anafor gibi dönen kargaların sesi insanın iliklerine işler, kanını dondurur. Sonra bu mezarlık!…» O hemen cevap veriyor: «Ölüleri kendi âlemlerinde rahat bırakalım. Onlarla komşuluktan niye korkmalı? Bize hiçbir ziyanları olmaz ki…» Ve bir an evvel arsayı satın almak projesine avdet ediyor…)
Karl Berger o tepede ne bir arsaya sahip olabildi, ne de bir yuva kurabildi. Fakat o kadar sevip özlediği o küçücük mezarlığın duvarı dibinde, engin yeşili ve maviyi ayağı altına sermiş, oracıkta sonsuz uykusunu uyuyor… [12]
* * *
Nureddin Şazi Kösemihal (1903-1974):

Nureddin Şazi Kösemihal, “Karl Berger’in Ölümü”, ? Gazetesi, 4.10.1947.
Karl Berger’i ilk defa, 1922 senesinde, «Union Française»de verdiği bir konserde görmüştüm. O zamanlar, on üç, on dört yaşlarında bir çocuktum. O soluk yüzlü, ince yapılı gencin, elinde kemanı büyük bir vakarla, sanki yerler pamukla kaplıymış gibi son derece yumuşak adımlarla sahneye çıkışı, hâlâ gözümün önündedir. Ruhunun asaletini dışarı vuran zarif ve kibar edası, daha o anda hepimizi büyülemişti. Biraz sonra, gözlerimizi takiben kulaklarımızın da o büyünün tesiri altına girdiğini hissetmiştik. Böylece hepimiz vecid içinde sanki olduğumuzdan daha üstün birer varlıkmışız gibi âdeta esrarlı diyarlara uçup gitmiştik.
Bu konserden birkaç gün sonra, kendisiyle konuştum. Artık talebesi olmuştum. 1934 senesine kadar, kendisinden tam on iki sene fasılasız ders aldım. Sonra da dostluğumuz hiç kesilmeden bugüne kadar devam edip gitti. Diyebilirim ki, o zamanlar kendisi hakkında edindiğim ilk intiba ile bugün, yirmi beş senelik bir dostluktan sonra ona karşı beslediğim hisler arasında hiçbir değişiklik olmamıştır. Gerçekten ilk intibaamda yanılmamışım. Kendisi benim için hâlâ bugüne kadar tanıdığım insanların en asili, en zarifi ve en olgunudur, izzeti nefsini ve şerefini her şeyin üstünde tutan aziz hocamızın ilk bakışta gururlu ve azametliymiş gibi bir tesir uyandıran o vakur edası, kendisine ne kadar yakışırdı! Her gün oturduğu koltuk bile daha ziyade bir «taht»a benzerdi. Yalnızlıktan ve sadece dostları ile konuşmaktan zevk alırdı. Kalabalıktan çekindiği için de aylarca, hattâ senelerce fildişi kulesinden ayrılmadığı olurdu. Hasılı o, haşmetli ve azametli edasıyla geçmiş asalet devirlerinin emsalsiz bir hâtırası, ideal asaletin maddeleşmiş bir timsaliydi sanki.
Karl Berger herşeyden önce büyük çapta bir kemancıydı. Memleketimizde 1920’den beri verdiği konserlerden başka, orta ve kuzey Avrupa’da, Irak’ta, İran’da verdiği konserlerle de kıymetini ispat etmişti. Hemen hemen bütün büyük kemancıları dinledim. Her birinin bende bıraktığı tesir başkadır. Lâkin Berger’in tonundaki sıcaklık ve ateş hâlâ kulaklarımdadır. Konserlerine yüklü programlarla çıkmayı âdet edinmişti. Hiç unutmam, meselâ bir konserinde Vitali’nin «Chaconne»unu, Bethoven’in «Kreutzer» sonatını, Brahms’ın konçertosunu ve şimdi iyice hatırlayamadığım daha başka bir takım eserleri bir hamlede, hem de büyük bir başarıyla çalıvermişti.
Berger’in en dikkate değer taraflarından biri de, şüphe yok ki hocalığıdır. Yirmi yedi seneden beri durmadan hocalık eden Berger, bu müddet zarfında memleketimize yüzlerce kemancı kazandırmıştır. En eski ve en meşhur talebesi, dokuz yaşından beri konserleriyle tanınan ve bugün Devlet Konservatuarımızda keman profesörü olan Necdet Remzi Atak’tır. Yetişmiş en yeni talebesi de Ayla Erduran’dır.
Son zamanlarda kendini daha ziyade mini mini talebelerine vermişti. İşte bilhassa bu yavrucuklara çok yazık oldu. Çünkü bu miniminilerle, memleketimizde böyle candan uğraşacak bir başka hocanın bulunabileceğini pek tahmin etmiyorum. Küçükleri yetiştirirken «Freud» sisteminden nasıl istifade ettiğini ve bu metodu sayesinde daha şimdiden birkaç talebesinin hayret verici gelişmeler gösterdiğini bana büyük bir heyecanla anlatmıştı. Hattâ bu metodu birkaç talebesi üzerinde daha tecrübe ettikten sonra bu konu üzerinde bir de eser hazırlayacağını ilâve etmişti. Hasılı kılı kırk yaran araştırıcı zekâsıyla, keman üzerinde kırk yıl ömür tükettikten sonra bu en verimli ve en istifadeli devresinde, aramızdan ayrılmasına memleket adına, keman sanatı adına ne kadar yansak azdır.
O talebelerine keman sanatının inceliklerini sadece sazıyla değil, sözüyle de duyurmaya, sevdirmeye çalışırdı. Meramını iyice anlatabilmek için sık sık teşbihlere başvururdu.
Dürüstlüğüne örnek olarak da gözümün önünde geçen şu vak’ayı anlatacağım:
«Bir gün talebelerinden biri kendisine bir zarf uzatıyor.
Talebeye soruyor:
«— Nedir, bu.»
«— Ücretiniz efendim.»,
«— Kaç derslik ücret getirdiniz?»,
«— Dört derslik efendim.»
«— Peki ama, siz bu ay yalnız iki kere ders aldınız; onun için sadece onların karşılığını alabilirim. Fakat üstünü de size bırakmayacağım. Çünkü o zaman, sebepsiz yere vazifesine gelmeyen bir kimseyi mükâfatlandırmış olurum. Onun için bu parayla benim adıma Kızılay’dan bir makbuz alır, haftaya bana getirirsiniz.» demişti.
Yirmi yedi seneden beri memleketimizde oturan Karl Berger geçen şene müslüman olmuş ve Şakir Paşa’nın kızı Bayan Aliye ile evlenmişti. Bundan dört beş ay önce bir gün Beyoğlu’ndaki evine uğramıştım. Büyükada’ya taşındıklarını, haftanın beş gününü tepede çamların arasında fevkalâde manzaralı bir evceğizde geçirdiklerini, çok sakin bir hayat sürdüğünü, kendini çok kuvvetli hissettiğini, her gün kemanına dört beş saat çalışabildiğini, neş’e içinde uzun uzadıya anlatmıştı. Bir müddet sonra karımla beni davet etmişti. Gittik. Gerçekten, tepede, kır evinde kurulan bu yuva ne kadar cana yakındı. Her ikisi de bu şirin yuvada ne kadar şen, ne kadar mesuddular. Saadet içinde yüzdükleri yüzlerinden okunuyordu. Bir ara: «Yirmi beş senedir İstanbul’da oturuyorum, meğer cennet iki saat ötede imiş de farkedememişim,» demişti. İşte şimdi o, o çok sevdiği cennetinde, huzur içinde yatıyor. [13]
* * *
Nadir Nadi (1908-1991):

Nadir Nadi, Emine Uşaklıgil Albümü [Emine Uşaklıgil, Benim Cumhuriyet’im, İstanbul (2011)163.]
Keman öğretmenim Profesör Karl Berger İstiklâl Caddesi’ndeki iş hanlarından birinin son katında oturuyordu. Ve ben yatılı kaldığım Galatasaray Lisesi’nden haftada bir gün, akşam teneffüsleri sırasında, müdürün özel izni ile çıkar, yemek vaktinden önce dönmek üzere keman dersine giderdim.
O akşam da öyle oldu.
Sonbaharın son günlerini yaşıyorduk. İstanbul’a özgü ılık, tatlı bir hava vardı ortalıkta. Elimde keman kutusu, kolumun altında notalar, iş hanının merdivenlerini bir çırpıda tırmandım (on altı yaşındaydım). Amacım, olabildiğince hocamla başbaşa kalabilmek değil, tersine bir an önce ondan kurtulup izin süremin geri kalan bölümünü İstiklâl Caddesi’nde dolaşarak geçirmekti. Her öğrenciye nasip olmayan bu yarı kaçamak gezintiler çok hoşuma gidiyordu. Dersim bittiği zaman sokak lambaları yanmış olacak, pırıl pırıl vitrinlerden hareketli sinema reklamlarından saçılan ışık cumbüşü altında özgür kalabalığa ben de katılacak, kısa da olsa bir süre özgürlüğün (!) tadını çıkaracaktım.
Doğrusu okulu pek sevmiyordum. Fazla katı olmasa da disiplin havası, üzerimde cezaevi etkisi yapıyordu. Profesör Berger’in evi de bir bakıma okuldan hemen hemen farksızdı. Bekleme odası çıplak denecek kadar mobilyasızdı, yerde halı yoktu. Tavanda elli mumluk bir ampul. Duvara yaslanmış uzunca bir sedir. İki de hasır iskemle. Hepsi bu. Pencereden bakıldığında Süleymaniye’yi ve Haliç’in bir bölümünü kapsayan İstanbul görünürdü. Güneşin batımına doğru pek güzel bir tablo oluşurdu ve bu görüntü sanırım bütün apartmanın paha biçilmez değerini oluşturuyordu.
Profesörün ders verdiği odayı buradan buz camlı bir kapı ayırıyordu. Sırasını bekleyen öğrenciler içeride çalınan parçaları, hocanın eleştirilerini rahatça dinlerdi. Profesörün öğrencilerini kabul ettiği oda bekleme odasından biraz daha konforlu idi. Yerde küçük eski bir halı, onun üstünde notaların konduğu bir sehpa, köşede hemen hiç çalınmadığı için markasını unuttuğum yarım kuyruklu kahverengi bir piyano, sehpaya karşı da odaya göre oldukça görkemli rahat bir koltuk. Koltuğun yanında da çok sigara içen hocanın paketi, çakmağı ve küllüğü serpiştirilmiş örtüsüz küçük bir tabure.
Profesör, sanki ayrılmaz bir parçasıymışçasına koltukta sakin, hareketsiz oturur, arada bir öğrencinin yanlışlarını yumuşak bir sesle düzeltmeye çalışırdı. Karl Berger 1918 Bela Kuhn [?Kun] devriminden İstanbul’a kaçıp yerleşmiş Macar kökenli bir müzisyendi. Aydın bir kişiliği vardı. Öğrencilerine karşı son derece sabırlıydı. Onlara keman tekniğini öğretmekten çok, sanırım müzik sevgisini aşılamaya çaba gösterirdi. O akşam yan odada sıramı beklerken içeride biri Handel’in bir teması üzerine birinin çeşitlemelerini çalıyor, oldukça yanlış sesler çıkardığı için de hocanın uyarılarıyla aynı nota dizilerini sık sık yinelemek zorunda kalıyordu.
Ben ise, içim içime sığmayarak yan odada bu işkencenin sonunu bekliyordum. Aklım fikrim dışarıdaydı. O ne zaman dersini bitirecek, ben ne zaman sıramı savıp dışarı fırlayacaktım? Her geçen dakika, İstiklâl Caddesi’nde tadacağım özgürlük (!) havasının bir bölümünü çalıp götürüyordu. Gittikçe sabırsızlanıyordum. Okulun karşısındaki fotoğrafçı dükkânının vitrininde bir sürü portrelerin yanı sıra çıplak bir kızın büyük boy bir fotoğrafı da vardı. O vitrin, okula girmeden önce son durağım olurdu. Çıplak dansözün iç gıcıklayıcı bedenini şöyle bir seyretmesem, dünya yıkılsa okula dönmezdim.
Doğrusu müziği pek sevmiyordum. Hele kemandan neredeyse nefret ediyordum.
Bu işe babamın zoruyla başlamıştım. Sekiz yaşında iken babam benim elimden tutmuş, o zamanki adıyla “Mızıkayi Hümayun” orkestrası şefi kemancı Zeki Bey’e götürerek ‘Buna keman öğret’ demişti. Şaşırıp kalmıştım. Bana çocuklara özgü üç çeyrek boyunda küçük bir keman aldılar. Ne yapacaktım, nasıl çalacaktım bunu? Bizim evde müzik yapılmazdı. Ne alaturka, ne alafranga, hiçbir müzik türünden anlayanımız yoktu. Gerçi misafir salonunda üstüne kıvır zıvır biblolar konulmuş, kimsenin el sürmediği kara renkli düz bir piyano dururdu. Ne işe yaradığını bilmediğim, salondaki yaldızlı koltuklara hiç de uymayan bu kasvetli araca hiç yaklaşmadım. Çocuk merakıyla bir kez olsun kapağını kaldırıp tuşlara gelişi güzel bastığımı anımsamıyorum.
Zeki Bey, çapkın ruhlu, neşeli, ama sabırsız br adamdı. Ben ders yaparken odaya giren kimi komşu hanımlarını gözümün önünde mıncıklamaya kalkmaktan çekinmezdi. Herhalde iyi keman çalıyordu. Öğretmenlik niteliği ise hemen hemen hiç yoktu. Nota bilmeyen, yay tutmasını beceremeyen bana kızdığı zaman elimdeki yayı kaptığı gibi parmaklarıma vurur, kimi zaman ağlatırcasına canımı yakardı. Oysa bende müziğe heves şöyle dursun, müzik yeteneği bile yoktu. Bir gün okulumuzu denetlemeye gelen Milli Eğitim’de görevli Musa Süreyya Bey piyanonun başında biz çocukları sınamış, bir türlü doğru sesleri çıkaramadığım için beni yeteneksizlerden yana ayırmıştı.
Oysa babam inadından vazgeçmiyordu. Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Ankara’ya gidip bizi de yanına aldırdığı zaman da keman derslerini bırakmama izin vermedi. İlkin orada bulunan Nuri Kan’dan (Suna Kan’ın babası), sonra Sovyet Büyükelçisi’nin tavsiyesiyle sefaret sekreterlerinden (amatör kemancı birinden) bir süre ders aldım. Müziğe karşı olan yeteneksizliğimi herhalde bu iki hoca da saptamış olmalıydılar. Ama babam inadından vazgeçmiyordu. Kurtuluş Savaşı sonunda İstanbul’a döner dönmez Profesör Karl Berger’e başvurarak keman öğrenimimin devamını sağladı. Yeteneksizliğim apaçık ortada görülüp dururken, babam neden keman öğrenmem konusunda böylesine direniyordu?
O zamanlar buna bir anlam veremiyordum. Uygulanan tutumu gereksiz, haksız bir ceza sayıyordum. Şimdi düşünüyorum da şöyle diyorum. Babam ülkemizin Batı uygarlığına ayak uydurması gereğine yürekten inanmış bir politikacıydı. Bizi o uygarlığa yaklaştıracak, hatta kavuşturacak yollardan biri de sanattı, müzikti. Keman öğrenmem konusunda böylesine ısrar etmesi herhalde bu inancından ileri geliyordu. Profesör Berger’le tanışınca adamdan hoşlandım. İnsan ruhundan anlayan, bir öğrenciye nasıl davranılacağını bilen, psikolog bir öğretmendi Karl Berger. İlk derslerde arkada bıraktığım beş altı yılın boşu boşuna harcandığı anlaşıldı. Keman nasıl, yay nasıl tutulur, sol elle bir konumdan ötekilere nasıl geçilir, bilmiyordum. Büyük kusurlarımdan biri parmak kaydırmaca (glisando) hareketlerine alışmış olmam. Örneğin re teli üzerinde birinci parmakla mi’den sola mı geçilecek, ben parmağımı re telinden kaldırmadan birinci konumdan üçüncüye kaydırırdım; böylece Batı müziğinin temel kurallarına aykırı acayip alaturkamsı sesler çıkardı ortaya.
Hocam, büyük bir sabırla eksiklerimi gidermeye, kusurlarımı düzeltmeye çalıştı. Düzgün yay çekmeyi, uzun notalarda parmak titreşimlerinin (vibrotion) nasıl sağlanacağını, kemana özgü kimi teknik özellikleri öğrenebildiğim kadar öğretti. Müzik zevkimi geliştirmek üzere, teknik etütlerin yanı sıra kasik bestecilerden orijinal, ya da kemana uyarlanmış kolay ve giderek orta güçlükte parçalar öğretti. Daha önce Zeki Bey döneminde çalmaya çalıştığım Emerich Kalmann, Franz Lehar gibi operet ustalarına sırt çevirmek, Vivaldi’ler, Bach’lar, Hayden ve Mozart’larla tanışmak daha bir hoşuma gidiyor, bana bir ölçüde Batı müziğini sevdiriyordu.
Ama yine de kemanla aram iyi değildi. Sevdiğim, saydığım hocam Berger’e haftada bir koşa koşa gitmemin asıl nedeni kapalı bır cezaevini andıran okuldan bir saatliğine kurtulmak, kent kalabalığı içinde kısa bir süre olsun özgürlüğün tadını tatmaktı.

Karl ve Aliye Berger’in mukimi oldukları İstiklâl Caddesi’ndeki Narmanlı Han’ın balkonlu dâiresi.

“Karl Berger Narmanlı Han’da evinde”, Emel Koç, Alyoşa (Aliye Berger Biyografisi), İstanbul (2004).
Sırası gelmişken şunu da belirteyim: Karl Berger’le dostluğumuz onun ölümüne dek gittikçe seyrekleşerek sürdü (yaklaşık 30 yıl). Lisede öğrenciliğim yıllarında bana her zaman “sen” diye hitap eden hocam, üniversiteyi bitirip de diplomamı aldıktan sonra artık “Nadir Bey” diyor, saygı belirtisi olarak benimle “sizli-bizli” konuşuyordu. Muntazam dersleri çoktan bırakmıştık. Arada bir Narmanlı Yurdu’na (oraya taşınmıştı) uğruyor, bir sonat ya da bir konçerto üzerinde ona danışıyor, daha doğrusu tatlı sohbetinden yararlanıyordum. Macar ağzı ile sevimli bir Türkçesi vardı.
Benden önce gelen çocuk dersini bitirip çıkarken piyano akortçusu Bay Grabowsky kızıyla birlikte bekleme odasına giriyordu. Matmazel Grabowsky benim yaşlarımda, ama bana kıyasla çok iyi keman çalan bir kızdı. Hocanın yanına geçmek üzere camlı kapıyı açarken bir utanma duygusuna kapılmadım diyemeyeceğim. Üstelik o hafta hiç çalışmamıştım. Elimde ikisi teknik, biri de klasik müzikle ilgili üç nota vardı. Bu sonuncusu, hiç unutmam Mozart’ın si bemol major (K.378) piyano keman sonatıydı. Birinci allegro bölümüne üç hafta önce başlamış, zar zor bitirebilmiştik. Sonata can veren melodileri oldukça düzgün çıkarabiliyor fakat geçişlerdeki sekizlik hızlı notalarda bocalıyordum. Ömrüm boyunca kurtulamadığım bir kusurum, ele aldığım yapıtların güç yerlerine tekrar tekrar, ısrarla ve ağır ağır çalışmaktansa, bir iki denemeden sonra oraları atlayıp geçmemdi. Bu yüzden kemanın teknik güçlüklerini hiçbir zaman gereği gibi yenemedim. O akşam sonatın andante bölümünü ilk kez çalacaktım. Hafta içinde notaya şöyle bir göz atmış, çalışmasam da kolayca başarabileceğimi düşünmüştüm. Piyano-keman sonatlarının iki saz arasında bir diyalog olduğu bilinir. Yanımda bir piyanist yoktu. Hocam, ne yazık piyanoyla hiç ilgilenmiyordu. Yıllar boyu bir kez olsun piyanonun başına oturup bir akor çıkardığını görmedim. Sol elinin dört parmağı dışında bütün parmakları manikürlü ve uzun tırnaklıydı. Bu da onun başlıca kusurlarından biriydi. Keman gibi viyolansel gibi polifonik yapısı çok zayıf sazlar üzerinde çalışanlara gerek ritm, gerek armoni bakımından piyano eşliği çok yararlı, hatta kaçınılmaz sayılır.
Pedagojik yeteneklerine saygı duyduğum Profesor Berger, nedense bu noktaya önem vermiyordu.
Notayı sehpaya koydum ve çalmaya başladım. Birinci temayı kafamdaki piyanist işliyor, bense ona kemanımla eşlik ediyordum. Daha ilk notalarda içimi birden bir aydınlık kapladı. O ana değin ömrümde rastlamadığım harika bir şeydi bu. Sonatın bütün güzelliğini yudum yudum tadıyordum. Sanki tanrısal bir dile ilk kez kavuşmuştum. Yüz elli yıl önce yaşamış bir sanatçının insanlara söylediklerini, ben aradan bunca zaman geçtikten sonra şimdi aynı inanç, aynı heyecanla kelimesi kelimesine yineliyor, adeta Mozart’la özdeşleşiyordum… Nefes alışlarım hızlanmış, yanaklarım pembe pembe olmuştu.
Andanteyi bitirip de kemanımı ve notaları toplarken hocam: “İyi çaldın!” demekle yetindi.
Camlı kapıyı yavaşça açarak kızıyla birlikte içeri giren akortçu Bay Grabowsky de hayret dolu bakışlarıyla “Ne kadar ilerlemişsiniz, şaştım doğrusu! Sizi kutlarım,” demekten kendini alamadı. Kızı ise bir şey demeksizin başı öne eğik, saygılı, sessiz, öyle duruyordu.
İş hanının loş merdivenlerinden inip de ışıl ışıl parlayan İstiklâl Caddesi’ne çıktığım zaman, bir saat önce özgürlüklerine imrendiğim insanlar şimdi beni ilgilendirmiyordu. Kendimi alabildiğine özgür duyuyordum. İçimin aydınlığı yanında caddenin ışıklan sönük kalıyordu Deminki inanılmaz müzik tüm varlığımı sarmıştı. O güzelliği yitirecekmişim korkusuyla vitrinlere bile bakmaksızın doğruca okula döndüm. Benim için burası da artık bir tür cezaevi değil, koca bir saraydı. [14]
* * *
Ferhunde [Remzi] Erkin (1909-2007):

Ferhunde Remzi
Babamın [İstanbul Genel Kurmay Harekât Şubesi Müdür Yardımcısı ve Veliahd Abdülmecid Efendi’nin Yaveri Ali Remzi Bey] bir asker arkadaşı vardı. Mazhar Bey. Kalamış’ta otururdu. Bir gün o haber verdi, “Bir Macar geldi, çok güzel keman çalıyor, çocukları dinletelim,” dedi. Biz Necdet’le gittik Mazhar Bey’in evine. Karl Berger’e çaldık. Berger “Kırk günde ben bu çocukları konsere hazırlarım,” dedi. Ve hakikaten kırk gün sonra Galatasaray Lisesi’nde biz Necdet’le o zaman için önemli denebilecek bir resital verdik. Yıl 1920. Necdet 10, ben 11 yaşındayım. Her gün çalıştık Berger’le. Berger bizi bayıltıncaya kadar çalıştırırdı. Ama onun müzikalitesinden bizi çalıştırmasından çok faydalandım.[15]
* * *
Ermukan Saydam (1927-….):
Hocamız Berger bizlerle konuşurdu. Rüyalarımızı incelerdi. Bazen derslerden sonra bizim müzik bilgilerimizi arttırıcı ders yapardı. Karl Berger (1894-1947) öğrencilerini hangi yoldan götüreceğini bilen, intonasyon üzerinde titizlikle duran, kemanı bütün incelikleriyle kavramış, kültürlü ve yüksek insanî taraflarıyla çok iyi bir kemancı ve pedagogdu. Saydam Ailesi ve de özellikle Erdoğan üzerinde büyük etkisi olmuştur. […] Konservatuar, Tepebaşı’ndan eski bir binadaydı. Birkaç yıl sonra kompozisyon öğretmeni Cemal Reşit Rey tarafından kurulacak yaylı çalgılar orkestrasının çekirdeğini, konservatuar öğrencileri ve konservatuar dışından Mühendisyan ve Berger’in öğrencileri oluşturuyorlardı.[16]
* * *
Gönül Gökdoğan (1940-….):
[…] Beş yaşındaydım. Evde iki yıl boyunca kemancı taklidi yaparak dolaştıktan sonra ailem beni keman dersleri almak üzere Prof. Carl Berger’e götürdü. Sanırım yetenekli bir çocuktum, ama her gün öğleden sonraları beni götürdükleri Taksim Bahçesi’nde dinlediğim canlı müziğin de müziğe karşı duyduğum ilgide rolü olmuştur.
1946 yılında Berger’le başladığım özel keman dersleri çocukluk yıllarımın ana eksenini oluşturur. İlkokulun büyük bir bölümünü evde aldığım eğitimle tamamladım.[17]
Dostları Karl Berger’i anlatıyor…
Seyfeddin Çürüksulu:
Karl Berger

Seyfeddin Çürüksulu, “Karl Berger”, ? Gazetesi, 15.10.1947.
— Aziz dostum Karl Berger’in kemanına ithaf —
Onu ilk defa Kalamış’ta dinledim. Tanımazdım, görmemiştim. Sahile yakın bir semtten kulağıma keman sesi geldi. Bruch’un Sol minör konçertosu…… Hayretler içinde kaldım. Senelerden beri bu evsafta bir keman duymamıştım. Pasajlar kayalardan fışkıran şelâle, kantilenler güneş şuleleri gibi… Muhayyilem uzaklara uçtu…. Çocukluğumu hatırladım. Cenevre, Victoria Hal, şef Fritz Steinbach, Solist Eugene Ysaye…
Tanıştık, dost olduk, aynı muhitlerde yaşamıştık, müşterek hâtıraları andık. Demin nağmelerini uzaktan sezdiğim konçertoyu 10 sene evvel Ysaye’den dinlediğimi söylediğim zaman gözleri parladı… Ysaye’e tapardı, Kreisler için şahika derdi, Thibaud’yu henüz dinlememişti.
Kemanın beşiği orman yüksek tepelerdeki çam ormanları; Amatilerin, Stradivariuslerin içinde yaşadıkları masal dolu ormanlar… Büyük kalbleri ağaçları sevmiş, elleri onları okşamış, ilhamlı gözleri sevgiliyi seçmiş.
Kemanı ölüm doğurur… Baltanın kıydığına dahî sarılır, bağrını deşerek gövdeye yeniden can verir… O ruhu senin gibi ihtizaz ettirenler dünyada pek azdı. Tanrı seni çağırdı, meleklerine çalarsın.
24 [?25] Eylül 1947 sabahını büyük sanatkâr, Ada tepesinin çam ormanlarında keman çalmakla geçirdi. Mendelsohnh’un, Brahms’ın, Mozart’ın La ve Re majör konçertolarına çalıştı. En son «Bunu Nur için çalıyorum» diyerek, J. S. Bach’ın muazzam ikinci Partitasını baştan aşağı çaldı. Yıllarca emellerini, ıstıraplarını tevdi ettiği sevgili Şakon’unun ilâhi Re minör akorlarını, hayatına Erganun durağı yaptı…
Beş saat sonra Karl Berger’in «Nur» a müştak ruhu, yeryüzünü terketti ve reçine kokulu mahzun çamlar arasından geçerek, sabahleyin yayından çıkan seslere semada kavuştu. [18]
Karl Berger hakkında…

“M. Karl Berger (Memleketimizde Tutunmağa Başlıyan İlk Türk Keman Mektebi)”, ? Dergisi No:2, ?.?.1931.
M. Karl Berger
Memleketimizde tutunmaya başlıyan ilk Türk Keman mektebi
Şimdiye kadar bir iki kuvvetli Türk kemancısı yetişti; bunlar pek dağınık yerlerde tahsil gördükleri için ne aralarında anlaşabildiler, ne de tedris yolunda henüz ciddî sülâleler yetiştirebildiler. Pedagojideki kabiliyetlerini hâlâ teslim ettiremediler; tahsil tecrübeleri sadece şu müşterek kanaati tespite yaradı: “Türkler keman san’atinde cenubî Avrupa’nın sıcak ve cevval çalış tarzına ancak lâyıkile intibak edebileceklerdir: Macar, Fransız, İtalyan keman mektepleri”.
Bugün karilere tanıtmakla memnuniyet duyduğumuz Macar keman üstadı M. Karl Berger’in senelerden beri İstanbul’da idame ettirdiği keman tedrisatı da, hem bu son hakikati tekide yaramış, hem de memlekete ilk millî keman mektebini kazandırmak istidadını göstermekle dikkate şayan bir manzara almağa başlamıştır. Necdet bu ümide kuvvet verdiren ilk canlı unsurdur.
Binaenaleyh, M. Berger, hem ilk canlı Türk keman mektebinin saiki olmak, hem de imtihanını geçirmiş maruf bir pedagok sayılmakla iki noktadan dikkate şayan bir simadır. Onun esas san’at şahsiyeti ise başkadır: maruf dünya kemanilerinden biri bulunması. . .
Karl Berger, 1894 senesinde, Macaristan’ın Peşte şehri yakınındaki (Arad) mevkiinde doğmuştur. Gimnaz bakaloryasından sonra Viyana Darülfünunu’nun tıp şubesine devama başladı. Fakat, az sonra, musikiden başka hiçbir yolu meslek edinemiyeceğini anlayarak tıbbıyeden ayrıldı. Çocukluğundan beri çalıştığı kemana hasrı hayat etti.
Kemana dokuz yaşında başladı. İlk dersleri (Maurice Unger) ismindeki kuvvetli bir hocadan aldı.(1) Kompozisiyon için (Fruckner)in talebesi […] [Ne yazık ki yazının devamı arşivde mevcut değil!]
(1) Halihazırda Peşte Musikî Akademisi’nin orkestra şefliği hocası bulunan (Ernst Unger) de evvelâ işbu Maurice Unger’den ve daha sonra bizzat M. K. Berger’den ders almıştır. [19]
* * *
İstanbul ve Karl Berger ile Tanışma

Necdet ve Ferhunde Remzi
Ali Remzi Bey, 6 Kasım 1918’de İstanbul’da Genelkurmay Harekât Şubesi Müdür Yardımcılığı’na atanmış ve bu görevde 9 Aralık 1922 tarihine kadar kalmıştı. Bu görevine ek olarak Erkân-ı Harbiye Mektebi’nde öğretmenlik de yapıyordu. Yine bu tarihler arasında bir yıl süreyle Veliahd Abdülmecid Efendi’nin yaveri oldu.
Abdülmecid Efendi hem ressam, hem de müzik meraklısı. Yaverinin çocuklarının da kendi kızı Dürrüşehvar Sultan ve oğlu Ömer Faruk Efendi gibi müzisyen olduğunu öğrenince onları Bağlarbaşı’ndaki sarayına sık sık davet ederdi. Birlikte oda müziği yaparlardı. Ali Remzi Bey, veliahda yakın olmak için önce Bağlarbaşı’nda bir ev tutmuştu ama daha sonra çocukların okulu dolayısıyla Beyazıt’a taşındılar.
“İstanbul’da Gedikpaşa Amerikan Okulu’na girdik. Bu okulda İsviçreli Madam Sadık adında bir müzik öğretmeni vardı. Bir Türk ile evli olan Madam Sadık, bir süre Necdet’e keman, bana da piyano dersi verdi. Sanırım akademik müzik öğrenimi de görmüş bir öğretmendi… Her öğrenci gibi günlerimiz okulda geçiyor ve okuldan döner dönmez ben piyanonun başına oturuyor, Necdet de kemanı alıp bir odaya kapanıyordu. Daha sonra da okulda verilen ev ödevlerimizi yapıyorduk. Günlerimiz böylesine yoğun bir çalışma içinde geçiyordu. O zamanlar en doğal gereksinmemiz olan oyuna bile zaman ayıramazdık. Zaten çok sıkı bir disiplin içinde büyüyorduk.
Madam Sadık’tan bir süre yararlandık ama derslerimiz pek fazla sürmedi. Daha sonra ben bir İngiliz olan Miss Margaret Kennedy ile kısa bir süre çalıştım. Kennedy’den sonra da 1887’de İstanbul’a konser vermek için gelip bu kentimize yerleşen ve öldüğü yıl olan 1926 yılına kadar da aralıksız 39 yıl hizmet veren piyanist Hegei’den (Geza de Hegyée) dersler aldım. Budapeşte Müzik Akademisi’ni bitirdikten sonra üç yıl Franz Liszt’in öğrencisi olan Hegei, İstanbul’da Saray Mızıkası’nda, Darülelhan’da ve İstanbul Belediye Konservatuarı’nda çok sayıda öğrenci yetiştirmiş bir piyanistti.”
Ali Remzi Bey, Veliahd Abdülmecid Efendi’nin yaveri iken öğle yemeklerine eve gelirdi. “Beyazıt’ta otururduk. Babam eve geldiğinde ben, ‘hadi kızım piyanoya’ sözünü işitmeyeyim, kendiliğimden gideyim diye acele yerdim. Ama o ‘aferin Ferhundanım, acele yiyorsun değil mi? Piyanoya gideceksin’ deyince buz gibi olurdum. Bir kere de o söylemeden kendim gideyim isterdim…” diyordu Ferhunde Hanım.
Günlerden bir gün, hem kardeşi Necdet’in hem de kendisinin hayatını değiştirecek olan kişiyle, Karl Berger’le tanışmalarını ise şöyle anlatıyordu Ferhunde Hanım:
“Babamın bir asker arkadaşı vardı. Mazhar Bey. Kalamış’ta otururdu. Bir gün o haber verdi, “bir Macar geldi, çok güzel keman çalıyor, çocukları dinletelim dedi. Biz Necdet’le gittik Mazhar Bey’in evine. Karl Berger’e çaldık. Berger “kırk günde ben bu çocukları konsere hazırlarım” dedi. Ve hakikaten kırk gün sonra Galatasaray Lisesi’nde biz Necdet’le o zaman için önemli denebilecek bir resital verdik. Yıl 1920. Necdet 10, ben 11 yaşındayım. Her gün çalıştık Berger’le. Berger bizi bayıltıncaya kadar çalıştırırdı. Ama onun müzikalitesinden bizi çalıştırmasından çok faydalandım…”
Berger, Ferhunde ve Necdet’in Yaşamlarına Yön Veriyor
Karl Berger, 1894 yılında Budapeşte yakınlarında Arad’da doğan ama öğrenimini Viyana’da yapan tipik bir Avusturya-Macaristan İmparatorluğu “centilmeni” idi. Ünlü keman pedagogu Otakar Sevcik’in öğrencisiydi Berger. İstanbul’a ilk kez Abdülmecid Efendi’nin konuğu olarak geldi ve altı konser verdi. Bu konserlerden birkaç ay sonra Abdülmecid’ten saray musiki hocalığı görevi için bir davet alınca yeniden İstanbul’a gelen Berger hayatının sonuna kadar İstanbul’da yaşadı. Necdet Remzi Atak başta olmak üzere Ayla Erduran ve Gönül Gökdoğan gibi sonradan solist olarak meslekte sivrilmiş genç kuşak kemancılardan, seramik sanatçısı Füreya Koral, yazar Feride [Fikri] Çiçekoğlu, Dr. Selçuk Gerede’nin kardeşi Faruk Gerede gibi amatörlere kadar uzayıp giden aralarında sonradan Cumhuriyet Gazetesi sahibi ve başyazarı olacak olan Nadir Nadi’nin de bulunduğu sayısısz gence ders vererek İstanbul’un müzik yaşamında nitelikli bir sanat heyecanı estirmişti Berger.
Necdet ve Ferhunde, Kalamış’ta Mazhar Bey’in evinde Berger’in elini sıkıp, kendilerini tanıttıktan sonra Handel’in bir Largo’sunu çalmaya başlarlar. Parça bittikten sonra Berger’in yüzünden beğenip, beğenmediğini anlamaya çalışırlar, ama Macar Hoca hiç renk vermez. İki kardeşi odadan çıkardıktan sonra babaları Ali Remzi Bey ile karşılıklı oturup uzun uzadıya konuşurlar. Sonuçta Necdet’in bir süre okuldan alınarak sırf keman çalışmasına ve Berger’in her iki çocukla yakından ilgilenip onların ciddi bir biçimde yetiştirilmesine karar verilir.
Ferhunde Hanım, günlük programlarının ne denli düzenli ve ağır olduğunu şu sözlerle anlatır: “Biz Gedikpaşa Amerikan Mektebi’nde okuyoruz. Dört buçukta okuldan eve geliyoruz. Annem kapıda bir elinde nota çantası, öteki elinde Necdet’in kemanı bizi bekliyor. O saatten sonra vapura binip Kalamış’a derse gidiyoruz. Sonra Berger bizde de misafir kaldı. Son derece şık ve yakışıklı bir adamdı.”
Berger’e derse gitmek için her gün, Beyazıt’ta Yahni Kapan Sokağı, 9 numaralı evden tramvayla köprüye inerler, oradan vapurla karşı kıyıya Kalamış’a geçerler. Ders uzayınca anneleri “Mösyö Berger, son vapuru kaçıracağız” diye telaşlanır. O saatte Kalamış vapur iskelesinde ve vapurda değil çarşaflı, hiç kadın olmaz. Bazen Ali Remzi Bey yanlarına bir emir eri verir ama veremediği zamanlar Nazmiye Hanım korkusunu yenmek için “Hadi biletçiyi çağırın, işi bitince gelsin bizimle otursun” der çocuklara. Vapurdan inince alelacele tramvay durağına koşarlar, tramvay Beyazıt’a gelince de alelacele inip karanlık sokaklardan hızlı hızlı yürüyerek bir telaş evlerine dönerler. Kalamış’a gidiş gelişler annelerini pek tedirgin etmiş olsa gerek ki sonunda Berger Beyazıt’a taşınır.
Berger, Ferhunde Hanım’ın söylediği gibi şık, üstelik de yakışıklı bir adam. İstanbul’un kalburüstü ailelerinin tüm gençkızları ona âşık ve hemen hepsi bir bahane bulup ondan ders almak için can atıyorlar. Şakir Paşa’nın kızı, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir ve ressam Farelnisa Zeyd’in en küçük kız kardeşi Aliye ile Berger’in aşkları dillere destan.
Fehunde Hanım’ın Berger anıları ise her zaman güllük gülistanlık değil. Çünkü yaşamı boyunca üzerinden atamadığı bayılma korkusuna Berger, belki de hiç istemeden sebep olmuş.
Bir gece eve geç gelmiş Berger. Canı epey sıkkkınmış. Şıklığına daima özen gösterir, o zamanın modasına uygun beyaz tozluklar takarmış ayakkabılarının üzerine. Yolda gelirken birisi ayağına basmış, tozluğu çamurlanmış. O öfkeyle eve gelir gelmez, çocukları dinlemeye karar vermiş. Uyandırtmış çocukları, önce Necdet’i dinlemiş. Necdet, uyku sersemi hep aynı hatayı yapıp duruyormuş. Hoca zaten sinirli ya, “Git, notaya ben bir eşek yaz” demiş Necdet’e.
Ferhunde’ye pek komik gelmiş bu lâf, kıkırdamış. “Madem kıkırdıyorsunuz Ferhunde Hanım, bir de siz çalın bakalım” demiş Berger. Ferhunde oturmuş piyanoya, Schubert’in Moments Musicales‘lerinden birini çalmaya başlamış. Berger’in siniri tepesinde ya durdurmuş çocuğu, “Siz parmak ezberi çalıyorsunuz, ben böyle öğren demedim, kalk ayağa notaları söyle” buyurmuş.
Ferhunde hemen ellerini arkaya kavuşturup yine parmak hesabıyla notaları söylemeye başlayınca bu kez de “Ellerini öne getir, şimdi söyle bakalım” demiş hocası. Foyası meydana çıkan ve notaları söyleyemeyen Ferhunde’ye çok kızmış hoca. “Niye çalışmadın Ferhunde Hanım, niye çalışmadın Ferhunde Hanım?” diye çocuğun gözlerinin içine bakarak bağırmaya başlayınca olan olmuş.
“Berger’in gözleri kuyu oldu, ben de kuyunun içine düştüm” der Ferhunde Hanım bu olayı her anlattığında. Tabi çocuk bayılınca kıyamet kopmuş, Nazmiye Hanım: “Müzik öğretiyorum diye çocuklarımı öldürecek bu gâvur diye ağlamaya başlamış. Berger de çok şaşırmış ve üzülmüş ama ne fayda. Ferhunde’de bu bayılma huyu yer etmiş. Kapalı yerlerde kalamaz olmuş uzun yıllar.[20]
Ve… İlk Konser
Nihayet, çocukların yaşamlarının dönüm noktası olacak o önemli konser günü gelmiş, Berger ile derse başladıktan dokuz ay sonra konsere hazır olduklarına karar verilmişti. Tam o sırada İtilaf Devletleri İstanbul’u 15-16 Mart 1920’de fiilen işgal etmişti. Necdet dokuz, Ferhunde on yaşının biraz üstündeydi ve işgalin üzerinden bir hafta bile geçmeden 20 Mart 1920 günü Galatasaray Lisesi salonunda ilk büyük konserlerini verdiler. Dinleyiciler arasında işgal ordularının bazı subayları ve komutanları da vardı. Zafer sarhoşluğu içindeki bu kendini beğenmiş subaylar, çocukların Türk olduğuna bir türlü inanmak istemediler. Ne var ki konserden bir gün sonra çıkan bir gazetede yer alan şu cümle Necdet Remzi’yi mutlu etmeye yetmişti: “…dokuz yaşındaki bu melek yüzlü Türk çocuğu en karanlık en umutsuz günlerimizde cihana karşı başımızı dik, göğsümüzü kabarık tutmamızı mümkün kılıyor…” Ferhunde Remzi için de bu ilk konserin önemi büyüktür:
“Karl Berger ile başlayan derslerimiz özellikle Necdet’in keman öğreniminde ciddi bir başlangıç oldu. İlk kez profesyonel anlamda başlayan bu derslerden ikimiz de yeterince yararlanmaya başladık. Aslında bu başlangıç sanırım kariyerimizin de başlangıcı oldu. Çünkü bir önsezi mi yoksa büyük bir sav mı şimdi pek kestiremiyorum; ‘ben bu çocukları kısa sürede konser verecek hale getirebilirim’ demişti. Nitekim sözünde durdu ve gerçekten de kendisiyle çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra ilk önemli konserimize hazırdık. Berger bizi gece gündüz çalıştırdı aslında canımızı çıkardı demek daha doğru olur. Evde, derste ve yemekte konuşulan tek konu bu konserdi. Büyükler bu işi önemsedikçe bizler de daha çok çalışır olmuştuk. Bu işlerin önemini kavrayacak yaşlarda değildik ama güzel çalmak zorunda olduğumuz her derste söylendiğinden biz de bazı şeyleri sezinler olmuştuk… Konserden sonra bizleri kutlayan insanların, özellikle babamın ve Berger’in yüzlerinden okunan mutluluklarını ilk konserimin en tatlı anısı olarak her zaman büyük bir sevgiyle anımsarım.”[21]
* * *
Karl Berger (1894-1947)

Karl Berger
6 Ocak 1894’te Budapeşte yakınlarındaki Arad’da doğan Karl Berger, her ne kadar Liszt’in ölümünden sonra dünyaya gelmiş olsa da, bir Liszt hayranı oalarak bilinmektedir. Keman derslerine dokuz yaşında başlayan Berger, Liszt’i ve onun İstanbul anılarını hocalarından dinleyerek büyümüştür. Lise eğitiminin ardından, üç yıl Viyana Tıp Fakültesi’nde okumuş; fakat keman tutkusu sebebiyle Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini yarım bırakarak 1911’de Viyana Müzik Akademisi’ne girmiştir. Viyana Müzik Akademisi arşiv kayıtlarına göre; 1912-1913 ve 1913-1914 eğitim öğretim yıllarında üstün yeteneği dolayısıyla aldığı bursla, bu okulda Viotti ekolünün en önemli temsilcilerinden, ünlü kemancı Pedagog Ottokar Sevcik’in master sınıfına katılmış, 1914’te Akademi’yi birincilikle bitirerek diplomasını almıştır.
Mezuniyetinin ardından İsviçre, Avusturya ve Macaristan’da konserler veren Berger, 1916-1918 yılları arasında askerliğini tamamlamıştır. 1918 başlarında son halife Abdülmecid Efendi’den konser vermek üzere davet alınca İstanbul’a gelmiş, verdiği altı konserin ardından Macaristan’a geri dönmüştür. Döndükten birkaç ay sonra Abdülmecid’ten “Saray Musiki Hocalığı” teklifi almıştır. İstanbul konserlerinde gördüğü yakınlık, babasını çocukken yitirmiş, annesi ve amcasını da daha sonra kaybetmesi ve Macaristan’da hiç yakını kalmamış olması, ülkesinde 1918 Bela-Kuhn devriminden dolayı yaşanan zor günler, teklifi olumlu değerlendirerek İstanbul’a yerleşmesinde rol oynamıştır.
İlk geldiği yıllarda Kalamış’ta, Ferhunde Erkin Hanım’ın babasının asker arkadaşı Mazhar Bey’in evinde kalmıştır. Mazhar Bey kendisinden, Ferhunde ve Necdet Remzi kardeşlerin babası Remzi Bey’e bahsederek, çocukların Berger’den ders almasını teklif etmesi üzerine, Berger’den bir müddet Kalamış’ta ders görmüşlerdir. Sonrasında hocaları kendilerinin Beyazıt’taki evine taşınmıştır.
Karl Berger’in Keman Dersleri ve Konserleri
Ferhunde Hanım’ın Milliyet Gazetesi’nde 1982 yılında Müşerref Hekimoğlu’nun kaleminden yazılan anılarına göre, İstanbul’da Sevcik geleneğini sürdüren Karl Berger, sert ve disiplinli bir hocadır (Belirttiğimiz gibi Sevcik, ünlü İtalyan besteci Viotti’nin öğrencisidir, dolayısıyla Berger’in eğitim çizgisinin Viotti’ye kadar dayandığı söylenebilir). Ferhunde Hanım’ı bir dersinde yeteri kadar hazır bulmayıp azarlayan Berger’in tavrından, öğrencisi bir baygınlık bile geçirmiştir. Yine de, anılarında çalışma alışkanlığını ve azmini Berger’den aldığını belirtmektedir ünlü piyanist.
Karl Berger, Ferhunde ve Necdet Remzi kardeşleri, kırk günlük ders sürecinin sonunda Galatasaray Lisesi’nin salonunda 17 Nisan 1921’deki ilk konserlerine hazırlamış, başarılı konser, gazetelere haber olmuştur.
Galatasaray Müsameresi

Karl Berger’in öğrencilerinin 17 Nisan 1921 tarihli konserinin ardından çıkan “Galatasaray Müsameresi” başlıklı gazete haberi.
[…] Ortasında yüzlerce suale cevap veren ve her taraftan yağan takdirlere mukabele eden bu terbiyeli çocukları göğsüm iftaharla dolu seyrediyor ve ellerini sıkmak için bir kenarda sıramı bekliyordum. Kadın-erkek birçok ecnebi züvairi (zair) kollarında gezen bu şayanı hayret eserlere yaklaşarak bir aralık serbest kalan Necdet’in elini tuttum. Allah korkusunu, padişah muhabbeti, din gayretini birkaç kelime içinde büyük bir safvet ve itikat ile anlattıktan sonra son söz olarak: “Üstatlardan en çok Beethoven’i severim çünkü “triste”dir dedi.
Ben hem bu mülakattan hem de şerefinde hepimizi müşterek bulunduğumuz o günkü mazhariyetten dolayı bu hayırlı yavruları deragüş ederken “siz Beethoven’ı seviyorsunuz fakat sizden sonrakiler sizi sevecekler” dedim ve mes’ut pederleriyle üstatları “Karl Berger”i tebrik ederek ayrıldım. […] Göztepe, 17 Nisan 1921 Tarık Mümtaz
Karl Berger ilerleyen yıllarda, İstiklâl Caddesi’nde bir işhanının Süleymaniye ve Haliç’in bir bölümünü gören üst katına taşınmış, derslerini burada sürdürmüştür. Bu işhanı, İsveç konsolosluğu karşısında Narmanlı Ailesi’ne ait Narmanlı Han’dır. 1914’ten itibaren Narmanlı Yurdu olarak anılmıştır. Ders yaptığı odanın önünde, iki hasır iskemle ve bir sedirden oluşan dekorasyonuyla oldukça yalın döşenmiş, halısız bir bekleme odası vardır. Bekleme odası ile ders odası buzlu camlı bir kapıyla ayrılsa da içeriden çalınanlar ve hocanın uyarıları dışarıdan duyulmaktadır. Ders verdiği odada ise; yarım kuyruklu bir piyano, Berger’in oturduğu geniş bir koltuk, koltuğun yanında üstü örtülü bir taburede çok sigara içen hocanın sigara ve çakmağı, nota sehpası, yerde ise küçük bir halı vardır. Karl Berger’in derslerinden bir diğer öğrencisi Nadir Nadi şöyle bahsetmektedir:
[…] Profesör, sanki ayrılmaz bir parçasıymışçasına koltukta sakin, hareketsiz oturur, arada bir öğrencinin yanlışlarını yumuşak bir sesle düzeltmeye çalışırdı. […] İnsan ruhundan anlayan, bir öğrenciye nasıl davranılacağını bilen, psikolog bir öğretmendi Karl Berger. İlk derslerde arkada bıraktığım beş altı yılın boşu boşuna harcandığı anlaşıldı. Keman nasıl, yay nasıl tutulur, sol elle bir konumdan ötekilere nasıl geçilir, bilmiyordum. […] Hocam, büyük bir sabırla eksiklerimi gidermeye, kusurlarımı düzeltmeye çalıştı. […] Müzik zevkimi geliştirmek üzere, teknik etütlerin yanı sıra klasik bestecilerden orijinal, ya da kemana uyarlanmış kolay ve giderek orta güçlükte parçalar öğretti. […] bana bir ölçüde Batı müziğini sevdiriyordu. […]
Saray musiki öğretmenliği teklifini kabul ederek İstanbul’a yerleşmiş olan Karl Berger’den saray erkânı da müzik dersleri almıştır. Müzisyen ve ressam olan Şehzade (Halife) Abdülmecid Efendi onun öğrencisi olmuştur hatta Ferhunde ve Necdet kardeşlerle birlikte, Berger’in gözetiminde, Şehzade’nin Çamlıca’daki Köşkü’nde oda müziği yapmışlardır. Abdülmecid Efendi’nin eşi [?Şehsuvar Kadınefendi / ?Atiyye Mehisti Kadınefendi] Sabiha Sultan [Sultan Vahdeddin’in kızı, Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin eşi, Halife Abdülmecid Efendi’nin gelinidir] da Berger’den ders almıştır. Berger, sarayda verdiği derslerin yanı sıra Saray desteğiyle halk konserleri de vermiştir. Karl Berger’in Galatasaray Lisesi salonunda, Şehzade Abdülmecid himayesinde verdiği bir konser basında şu şekilde duyurulmuştur:
Mösyö Karl Berger’in Konseri

“Mösyö Karl Berger’in Konseri” başlıklı haber (Ferhunde Erkin Koleksiyonu)
“Dün Galatasaray konferans salonunda Veliahd Abdülmecid Efendi hazretlerinin himayesi altında Macar keman virtüozu Karl Berger tarafından bir konser verilmiştir. Sevcik’in talebesi olan Karl Berger şehrimizde veliahd hazretlerinin misafiri olarak bulunmaktadır. Ve aynı zamanda geçenlerde aynı salonda verdikleri bir konser ile takdirat-ı fevkaladeye mazhar olan iki Türk çocuğuna ders vermektedir. Konsere saat üçte başlanmıştır. Haendel, Bach, Hummel, Hubay, Schubert ve Max Bruch gibi üstatların muhtelif parçalarını, salonu dolduran alkış tufanı içinde bitiren Mösyö Berger bilhassa veliahd-ı saltanat hazretlerinin bizzat besteledikleri “Elegie” ismindeki parçayı muvaffakiyetle çalmışlardır. Konserde veliahd-ı saltanat tarafından Mösyö Berger’e kıymettar bir buket hediye edildiği gibi Şehzade Ömer Hilmi, Vasıf Efendiler ile Ayandan Rüştü Paşa, Damat Abdülmecid Bey, Fransız mümessil-i siyasisi General Pelle ve refikası, Kont Kaprini vesair zevat hazır bulunmuşlardır.”
Bu konserde Karl Berger’in çaldığı Şehzade Abdülmecid’in bestelediği “Elegie” isimli parçayı Abdülmecid, hocası Karl Berger’e hediye etmiştir. Kendisi imzasını taşıyan 1921 tarihini attığı bu eserin kapağını
“A mon cher maitre Carl Berger
Abdülmecid 1921″
yazarak imzalamıştır. Eserin tarihinden konserin de 1921 yılı civarında gerçekleştiğini anlıyoruz.
Dönemin ünlü kemancıları; Thibaut, Heifetz, Kulenkamff, Kubelik, Hubermann gibi isimlerin düzeyinde bir keman sanatçısı olmasına rağmen, içe dönük ve çekingen karakteri ağır basmıştır. Hatta bir öğrencisini Jacques Thibaut kadar çalıştığı halde neden onun kadar konser vermediği sorusuna: “Siz iki yüksek tepenin eteklerinden yukarıya bakıyorsunuz; aşağıdan bakınca hangisinin yüksek olduğu belli olmaz. Hâlbuki ben o tepelerin birinin üstündeyim, öbür tepenin ne kadar yüksek olduğunu görüyorum,” şeklinde yanıt vermiştir.
Berger’in öğrencileri arasında, günümüzün ünlü sanatçıları da vardır. Örneğin, dünyaca ünlü keman sanatçısı Ayla Erduran’ı yetiştirmiştir. Karl Berger’in mütevazi hocalığı ve öğrencileriyle ölümüne kadar dostluk ilişkilerini sürdürmesi, çevresinde sevilen bir müzisyen olarak tanınmasına yol açmıştır. Öyle ki Nadir Nadi, Berger’le dostluğunun otuz yıl boyunca, sanatçının ölümüne dek sürdüğünü, öğrenciliği sırasında kendisine “sen” diye hitap eden hocasının üniversiteyi bitirdikten sonra “siz” ya da “Nadir Bey” diye kendisine hitap ettiğinden bahsetmektedir.
Berger’in bir diğer öğrencisi de Türk musikisi üstatlarından Mesut Cemil (Tel) Bey’dir. Aralık 1902’de dünyaya gelen Mesut Cemil Bey; Tamburi Cemil Bey’in oğludur. İstanbul Sultanisi’nde (bugünkü İstanbul Lisesi) öğrenciyken, on üç yaşında Daniel-Fitzinger’den keman dersleri alarak Batı musikisi bilgileri öğrenmeye başlamış; keman üzerindeki çalışmalarını daha sonra Karl Berger’den aldığı derslerle sürdürmüştür. Türk beşlerinden sonraki kuşaktan olan Bülent Tarcan (1911-1991), dokuz yaşında Karl Berger’le başladığı keman derslerinden kazandığı donanımla, 1932 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Cemal Reşit Rey’in kompozisyon öğrencisi olmuştur. Dolayısıyla, bu büyük bestecimizin yetişmesinde Karl Berger’in rolü büyüktür.
Ergican, Erdoğan ve Ermukan Saydam kardeşler de keman derslerine Karl Berger’le başlamışlardır. Ermukan Saydam, anılarında Berger’in “Saydam” ailesi üzerindeki etkilerini ve Darülelhan orkestrasındaki rolünü şu şekilde anlatmaktadır:
[…] Hocamız Berger bizlerle konuşurdu. Rüyalarımızı incelerdi. Bazen derslerden sonra bizim müzik bilgilerimizi arttırıcı ders yapardı. Karl Berger (1894-1947) öğrencilerini hangi yoldan götüreceğini bilen, intonasyon üzerinde titizlikle duran, kemanı bütün incelikleriyle kavramış, kültürlü ve yüksek insanî taraflarıyla çok iyi bir kemancı ve pedagogdu. Saydam Ailesi ve de özellikle Erdoğan üzerinde büyük etkisi olmuştur. […] Konservatuar, Tepebaşı’ndan eski bir binadaydı. Birkaç yıl sonra kompozisyon öğretmeni Cemal Reşit Rey tarafından kurulacak yaylı çalgılar orkestrasının çekirdeğini, konservatuar öğrencileri ve konservatuar dışından Mühendisyan ve Berger’in öğrencileri oluşturuyorlardı.
Karl Berger ve Aliye Berger
Şakir Paşa’nın küçük kızı Aliye Hanım, müzik dersleri alması için Karl Berger’e gönderilmiştir. Karl Berger’den çok etkilenerek âşık olan Aliye Hanım’ın bu duygularını anlayan Karl Berger, derslere bir müddet ara vermiş; fakat Aliye Hanım aşkının reddedilmesi anlamına gelen bu olayla onu tehdit girişiminde bulunmuştur.

Davaya ilişkin Cumhuriyet gazetesi haberleri (1929-1930)
Karl Berger, o yıllarda, sadrazam İbrahim Hakkı Paşa’nın yardımcılığını yapmış, Paris’te eğitim görmüş, döneminin ünlü hukukçusu Hrant Bey ve eşi zarif bir Ermeni ailesinden olan Madam Duruhi’nin Üsküdar Tophanelioğlu yokuşu, 34 numaralı evlerinde oturmakta ve ev sahiplerinin kızları Matmazel Mani’ye beş-altı yıldır ders vermektedir. Aliye Hanım bu evi öğrenerek bir gece eniştesinin silahıyla eve gitmiş ve kapıyı açan ilk kişiyi yaralamıştır. Bu olayların ayrıntıları 1929-1930 tarihli gazetelerde yayınlanmıştır.
Aliye Şakir otuz beş gün hapis cezasına çarptırılmış fakat cezası ertelenmiştir. Bu olayın ardından yirmi üç yıl hayatlarını paylaşan çift, Karl Berger’in Büyükada’da vapura binmek üzereyken kalp krizi geçirmesi sonucu 25 Eylül 1947’de, vefatından altı-yedi ay önce ilişkilerini resmîleştirmişlerdir. Karl Berger, 53 yaşında ölümüne kadar, İstiklâl Caddesi’ndeki Narmanlı Yurdu’nda yaşamıştır. Nadir Nadi de bu evi zaman zaman ziyaret edip Karl Berger’in Macar aksanlı sevimli Türkçe’siyle uzun sohbetler ettiğinden bahsetmektedir.

Narmanlı Han’daki evlerinde piyanonun üzerinde asılı Karl Berger tablosu yanı sıra Aliye Berger, Fahrelnisa Zeyd ve Halife Abdülmecid Efendi fotoğrafları seçilmekte, Taha Toros Arşivi.
Karl Berger’in vefatı, 26 Eylül 1947 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde eşi Aliye Berger’in verdiği ilanla duyurulmuştur. Bu ilana göre:
Ömer Baki-Karl Berger’in vefatı şehrimizin sanat muhitinde teessürle karşılanmıştır. Memleketimizin çok iyi tanıdığı keman üstadı, Şakir Paşa’nın damadı ve Bayan Aliye’nin eşi Ömer Baki’nin (Karl Berger) cenazesi bugün öğle namazından sonra Büyükada mezarlığına defnedilecektir.
Bu ilanla, Karl Berger’in Müslüman olduğu ve Ömer Baki adını aldığı anlaşılmaktadır. Tarihçi Taha Toros, Karl Berger’in vefatından sonra Aliye Berger’in aileye ait birçok dokümanı tasfiye etmek için kendisinden yardım istediğini söyler. Taradığı bu belgeler arasında Karl Berger’in yazdığı, Tahran’dan gönderilmiş, Berger’in İran sarayında verdiği bir konseri ve Şah’ın övgü dolu sözlerini içeren bir mektubun bulunduğunu fakat Aliye Berger’in —kendisinin saklaması konusundaki ısrarlarına rağmen— tüm mektupları yırtıp attığını belirtmektedir. Dolayısıyla, Karl Berger’in şahsî ve sanatsal bilgilerini içeren birçok doküman tarihe gömülmüştür.[22]
* * *
Âkif, Evliya Çelebi ve Liszt
[…] Âkif’in Franz Liszt’in eserlerini dinlemiş olup olamayacağı meselesine gelince: Bu konuda herhangi bir şahit olmadığına göre, kesin bir şey söylemek mümkün değil. Ancak Liszt hayranı ve onun İstanbul maceralarını dinleyerek büyümüş Macar asıllı bir keman virtüozu olan Karl Berger’le aralarında samimi bir dostluk bulunduğunu Midhat Cemal Kuntay’ın anlattıklarından biliyoruz. Âkif, son halife Abdülmecid Efendi’nin İstanbul’a Saray’da musiki hocalığı yapması için davet ettiği, çeşitli sebeplerle yurduna dönmeyerek İstanbul’a yerleşen Karl Berger’le Şerif Muhyiddin Targan’ın Çamlıca’daki köşkünde tanışmıştı. Berger’in bu köşke her cumartesi geldiğini söyleyen Midhat Cemal bu tanışmayı şöyle anlatıyor:
Âkif, onun kemanını gözlerini kapayarak dinledi. Berger, Türk şairinin vecdini mübalâğalı bir nezaket sanmıştı. Fakat ‘gözleri kapalı adam’, öbür cumartesi, Çamlıca’daki köşkte Berger’den bir ricada bulunmaya geldi: ‘Geçen hafta Bach’ın Chaconne’unu* çalmıştınız; yine lütfetmez misiniz?’ Macarlı keman ‘virtuose’unun gözleri hayretle açıldı: ‘Nasıl! O kadar beste içinde bu Türk şairi, Bach’ın Chaconne’unu mu beğeniyordu? Melodileri süsten âri olan, sanatı sadelikte olan, mimarisi âbide olan parçayı mı?’ Ve o cumartesinden sonra Türk şairi ile Macar ‘virtuose’u bir sanat vatandaşlığı içinde birbirlerini sevdiler.
Mehmed Âkif, uzun yıllar hemen her cumartesi günü Şerif Muhyiddin’in köşküne giden Karl Berger’den Bach’ı dinlemişse […][23]
Ve bir skandal…

Aliye Şakir, Taha Toros Arşivi.
16 Haziran 1929 Pazar günü Aliye, Beyoğlu Surp Agop’ta [Elmadağ] mukimi olduğu Şakir Paşa Apartmanı’ndan saat 17:00’de ayrılarak 17:40 vapuruyla Üsküdar’a geçmiş ve burada Tophanelioğlu Yokuşu’nda 34 numarada oturan Babıâli Hukuk Müşaviri Hrant Abra Bey’in evine gitmişti. Hrant Bey’in otuz yaşındaki kızı Madam Marnik’le hususi surette görüşmek istediğini söylemiş ve bir odaya geçmişlerdi ki birkaç dakika sonra odadan işitilen tabanca sesi üzerine evdeki misafirlerin Madam Marnik’in sol göğsünden yaralandığını görmesi üzerine derhal kendisinin tedavisine teşebbüs edilmiş ve polise haber verilmişti. Neyseki Madam Marnik’in yarası hafifti. Görüşme esnasında Madam Marnik’in bir sözüne hiddetlen Aliye 4,6 çapındaki küçük Browning tabancasını çekip ateşlemişti. Vakanın sebebi henüz kesinleşmemekle birlikte hadiseye bir kıskançlığın sebep olduğu düşünülmekteydi.
Çok geçmeden her ikisine de keman dersi vermekte olan Karl Berger’in bir müddet evvel İstanbul’dan Viyana’ya gitmek üzere pasaportunu yaptırmaya başlamış olduğu ve Beyoğlu’nda mukimi bulunduğu apartmandaki eşyalarını boşaltarak bir kısmını Madam Marnik’in evine bıraktığı ve kendisinin de birkaç günlüğüne burada misafir olduğu anlaşılmıştı.
Aliye ise “Efendim, aman bu gazeteciler çok yanlış yazıyorlar! Mühim bir şey yok ki, Madam Mannik’ten piyano dersi alacaktım. Evine gittik. Konuşuyorduk, elim cebimde idi. Kolyelerimle oynuyordum,” diye Akşam Gazetesi muhabirine demeç verirken boynundaki sarı kolyeleri çıkarmış ve cebine atarak sözlerine şöyle devam etmişti. “İşte böyle efendim cebimde de tabanca vardı!”
Muharririn şaşkınlıkla “Tabanca mı?” sualine cevaben de “Evet ben ekseriyetle taşırım. Çünkü yalnız gezerim de efendim. Tenha yerlerde şoförlerden filân korkarım. Neyse efendim tabanca cebimde birden patlayıverdi! Şaşırdım kaldım. Onlar da fazla telâş ettiler. Mesele yok ki efendim!”
Hadise günü Hrant Bey’in evinde bulunan şahitlerin Aliye Hanım’ın orada Berger isminde bir keman virtüözünü aradıkları yönündeki ifadelerini muharririn hatırlatması üzerine Aliye Hanım “Yalan efendim. Bir gazete ağır mecruh [yaralı] demiş, bu da bunun gibi yalan. Şimdi gördük Beyoğlu’nda alışveriş ediyordu. Hadisede hiçbir sebep yok efendim. Şimdi bu hanıma [Madam Mannik] da sorsanız hiçbir şey olmadığını söyler. O vakit hiç de doğru söylememiş.
Son günlerde Viyana seyahati hazırlıklarında olan Aliye tabancanın da eniştesi Emin Paşa’nın tabancası olduğunu beyan etmişti. 25 yaşlarındaki Aliye’ye evvelce bir Mısırlı prens talip olmuş ancak reddedilmişti.
Hrant Bey’in yirmi sekiz ila otuz yaşlarındaki kızı Madam Marnik ise sabık Borsa Reisi Borsa acentalarından Fehim Bey’in yanında çalışmakta olan tahsilini Avrupa’da tamamlamış eski Maliye müfettişlerinden Kigork Bey’in zevcesiydi. Esmer, kara kaşlı, kara gözlü, orta boylu ve sevimli bir kadın olan Madam Marnik ise bazı ihtilâflar dolayısıyla birkaç seneden beri kocası Kigork Bey’den ayrı yaşamaktaydı.
“Üsküdar Hâdisesi” olarak anılan bu olay kısa sürede kibar mahâfilde günün meselesi halini alarak her tarafta bahis konusu olmuştu. 18 Haziran günü —Şakir Paşa Ailesi’nin de sakinlerinden olduğu— Büyükada vapurunun lüks mevkiinde Köprü’ye varıncaya değin hep bu meseleden bahis olunmuştu. Şişli mahâfili de bu hadiseyle meşgul olmaktaydı.
Olayda hafif yaralanan Madam Mannik ve babası Hrant Bey meselenin bir cerh [yaralama] hadisesi olduğunu söylerken, Aliye vakanın alelâde bir kazadan ibaret olduğunu iddia etmekteydi. Oysa ki zabıtaca verilen raporda da vaka cerh olarak kaydedilmişti.
Şişli ve Büyükada muhitlerindeki kibar âleminde merhum Şakir Paşa’nın küçük kerimesi ile Madam Mannik’in arasında vuku bulan “Üsküdar Hâdisesi”nin asıl sebebi hayli merak konusu olmakla başlıca dedikodu mevzuunu teşkil etmeye devam ederken Aliye’nin Madam Mannik’in evinde bulunan viyolonist Berger’i ısrarla sorduğu ve hadisenin bu nedenle çıktığı konuşulmaktaydı. Madam Mannik ile kocası Kigor Bey’in dargınlıkla ayrı yaşamalarına Berger’le olan ilişkisinin neden olduğu da söylentiler arasındaydı. Peki ya Madam Mannik ile Aliye evvelce tanışıyorlar mıydı? Burası kat’i olarak bilinmiyor ancak iki genç kadının uzaktan uzağa da olsa balolarda, davetlerde karşılaştıkları ve tanıştırıldıkları anlaşılıyordu. Macar Violonist Berger’in ise kibâr âlemine mensup ailelere keman dersi verdiği biliniyordu. Aliye Hanım da kendisinden keman dersi almaktaydı ancak bir müddetten beri hocasının dersleri ihmal ettiğini gören ve bu halden sinirlenen Aliye o gün iyice süslendikten sonra sokağa çıkmış; Berger’in apartmanına gitmiş kapıdan onun Herant Efendi’nin evine gittiğini öğrenince de Üsküdar’a geçmişti.
Aliye Hanım’a kapıyı Madam Herant açmış, Aliye mahsus bir istîcalle [aceleyle] Berger’i sormuş, sabahleyin çıktığı cevabını alınca da süratle içeriye girerek “Onu sakladınız, evi arayacağım,” demiştir. Aliye gittikçe artan bir asabiyetle “Berger nerede?” nidâlarıyla bahçe üstündeki odaya girdiğinde orada gördüğü Madam Manniğe Berger’i sormuştur. Bu odada iki genç kadın arasında tam olarak neyin geçtiği lâyikiyle tenevvür edemiyor. Yalnız çok geçmeden bir tabanca sesine koşan ev halkı Madam Mannik’in korsajını sımsıkı tutarak sokağa kaçtığını Aliye Hanım’ın da elinde bir küçük Browning olduğu halde eşiğe oturduğunu görmüştü. Sol tarafı bir kurşunla pek hafif sıyrılmış olan Madam Mannik karakoldan bir polis refakatinde avdet etmiş, o vakit Aliye Hanım tabancasını atarak karakola gitmiş, ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Aliye Hanım oradan İzzet Melih Bey’in apartmanına giderek ablası Fahrünissa Hanım’la görüşmüştü. Dedikodulara inanmak lazım gelirse Aliye Hanım’ı Herant Bey’in evine gitmeye sevk eden sebep Madam Mannik’in Berger’i kendisine ders vermekten men ettiği zannıymış. Diğer taraftan Aliye Hanım da Berger gibi Viyana’ya gitmeye hazırlanıyormuş. Aliye Hanım hâdise etafında gazetelerin çok yanlış mâlumat verdiklerinden yakınmakla: “Mühim hiçbir şey yok. Madam Mannik’ten piyano dersi almak istedim; gittim. Cebimde oynadığım kolyelerim, enişteme ait olup yalnız gezdiğim zamanlar yanımda taşıdığım tabancaya takıldı. Kurşun çıktı. Şaşırdım. Madama da bir şey olmadı. Onu Beyoğlu’nda alışveriş ederken gördük. Madam’ın yaralandığı ne kadar yanlışsa benim Berger’i aradığım da o kadar yalandır. Madam Mannik’e de sorunuz, şimdi benim söylediklerimi teyid edecektir. Aliye Hanım’ın 18 Haziran’da gittiği Büyükada’da ablası Fahrünissa Hanım’ın evinden verilen izahatta: “Aliye Hanım, Üsküdar’da arkadaşının evine gitmişti. Konuşurlarken aralarında bir münâkaşa çıkmış. Aliye Hanım korkutmak için tabancasıyla duvara ateş etmiştir. Üst tarafı yalandır.”
Aliye Hanım’ın neden hiç tanımadığı veya pek az tanıdığı Herant Efendi’nin evine gittiği; madem ki Berger’i aramadığını söylüyor o halde durup dururken tabanca ateşlemesine varan münâkaşanın neden ileri geldiği; Aliye Hanım ile ablası Fahrünissa Hanım’ın ifadelerindeki uyuşmazlığın sebepleri anlaşılmayan noktalardır.
Hadiseyi ve dava sürecini gün be gün gazetelerden okumaya devam edelim…
18 Haziran 1929 …

“Son Dakika: Müessif Bir Hadise”, Akşam, 18.6.2017, 2.

“Kibar Âleminde Bir Hadise: Şakir Paşa’nın Kızı Aliye H. Bir Kadına Silah Attı”, Cumhuriyet, 18.6.1929, 2.
19 Haziran 1929

“Üsküdar’daki Cerh Hadisesi”, Akşam, 19.6.1929, 1.

“Üsküdar’daki Cerh Hadisesi”, Akşam, 19.6.1929, 2.

“Şişli Muhitinde Dedikodu: Aliye H. ın Madam Manniği Yaralamasının Sebebi Nedir?”, Cumhuriyet, 19.6.1929, 1.

“Şişli Muhitinde Dedikodu: Aliye H. ın Madam Manniği Yaralamasının Sebebi Nedir?”, Cumhuriyet, 19.6.1929, 3.
20 Haziran 1929 …

“Üsküdar Hadisesi Tahkikatı: Kaza mı Cerh mi Bu Nokta Tahkik Ediliyor”, Akşam, 20.6.1929, 1.
21 Haziran 1929 …

“Zavallı Kız!”, Akşam, 21.6.1929, 2.

“Aliye H. Hadisesi”, Cumhuriyet, 21.6.1929, 2.
22 Haziran 1929 …

“Aliye H. ve M. Manniğin İfadeleri Alınacak”, Cumhuriyet, 22.6.1929, 2.
24 Haziran 1929 …

“Aliye H.. ve M. Mannik Bugün İsticvap Edilecekler”, Cumhuriyet, 24.6.1929, 2.
25 Haziran 1929 …

“Dün Mm Mannik ve Ailesi Efradi İsticvap Edildi”, Cumhuriyet, 25.6.1929, 1.

“Aliye H. Dün Müstantikliğe Gelmemiştir”, Cumhuriyet, 25.6.1929, 3.
26 Haziran 1929 …

“Keman Muallimi Ne Diyor? Ben Bir ‘Don Juan’ Gibi Gösterildim, Bundan Çok Müteessirim!”, Cumhuriyet, 26.6.1929, 1.

“Keman Muallimi Ne Diyor?”, Cumhuriyet, 26.6.1929, 4.
27 Haziran 1929 …

“Aliye Hanım Brovningini Katil Kastile mi Boşalttı?”, Cumhuriyet, 27.6.1929, 1.

“Aliye Hanım Mes’elesi”, Cumhuriyet, 27.6.1929, 2.
28 Haziran 1929 …

“Aliye Hanım Nihayet Müstantikliğe Gitti ve Hadiseye Dair İfadesini Verdi”, Cumhuriyet, 28.6.1929, 1.

“Aliye H. Adliyede, Cumhuriyet, 28.6.1929, 2.
30 Haziran 1929 …

“Aliye H.ın Katil Kastiyle Silâh Attığı Tesbit Ediliyor!”, Cumhuriyet, 30.6.1929, 1.
8 Temmuz 1929

“Aliye H. Ağır Cezaya Verilecek”, Akşam, 8.7.1929, 1.

“Aliye Hanımın Muhakemesine Yakında Ağırcezada Başlanıyor”, Cumhuriyet, 8.7.1929, 2.
11 Temmuz 1929

“Aliye H. ın Muhakemesine 15 güne Kadar Başlanıyor”, Cumhuriyet (11.7.1929)2.
18 Temmuz 1929

“Aliye H. ın Muhakeme Günü”, Cumhuriyet (18.7.1929)2.
25 Temmuz 1929

“Aliye H. Davası”, Cumhuriyet, (25.7.1929)1.
22 Eylül 1929

“Aliye H. ın Muhakemesine Başlandı”, Akşam (22.9.1929)2.
6 Ekim 1929

“Üsküdar Hadisesi: Bugün Keman Muallimi Dinleniyor”, Akşam, (6.10.1929)2.
13 Ekim 1929

“Aliye Hanımın Beraeti Talep Edildi”, Akşam (13.10.1929)2.
14 Ekim 1929

“Aliye H. Kurtuldu”, Akşam (14.10.1929)2.
KARL BERGER’e dair kimi KAYNAKÇA
• “M. Karl Berger (Memleketimizde Tutunmağa Başlayan İlk Türk Keman Mektebi)”, Dergisi No:2, ?.?.1931.
• Nureddin Şazi Kösemihal, “Karl Berger’in Ölümü”, ? Gazetesi, 4.10.1947.
• Seyfeddin Çürüksulu, “Karl Berger”, ? Gazetesi, 15.10.1947.
• Necdet Remzi Atak, “Karl Berger’i Anma Toplantısı Davetiyesi”, 25.4.1948.
• Fikri Çiçekoğlu, “Karl Berger”, Akşam, 26.9.1948.
• ?Taha Toros, “Karl Berger”, ?, ty. [daktilo edilmiş bir not]
• Ayşe Kulin, Füreya, İstanbul (2000)195-199.
• Şirin Devrim (çev. Semra Karamürsel), Şakir Paşa Ailesi, İstanbul (2000)217.
• Nermidil Erner Binark, Şakir Paşa Köşkü (Ahmet Bey ve Şakirler), İstanbul (2000).
• Taha Toros, “Yaşamı ve Sanatıyla Aliye Berger (1903-1974), ? Dergisi ? (2002)90.
• Nadir Nadi, Dostum Mozart, İstanbul (2004).
• Emel Koç, Alyoşa (Aliye Berger Biyografisi), İstanbul (2004)108-109.
• Ahmet Say, Müzik Ansiklopedisi, Ankara (2005)203.
• Zafer Kurtaslan, “Türk Keman Okulunun Oluşum Süreci ve Temsilcileri”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi ?, (2009)409-429.
• Selim İleri, “Aliye Berger’in İstanbul’u”, Zaman, 9.1.2010.
• Evren Kutlay Baydar, Osmanlı’nın Avrupalı Müzisyenleri, İstanbul (2010)113-120.
• Hayati Çitaklar, Alyoşa: Aliye Berger’in Öyküsü, Ankara (2011).
• Volkan Yaşar Berber, “Ömer Baki”, Gerze Gündem Haber, 26.11.2016.
Kaynakça
1. Emel Koç, Alyoşa (Aliye Berger Biyografisi), İstanbul (2004)108-109.
2. Seyfeddin Çürüksulu, “Karl Berger”, ? Gazetesi, 25.10.1947.
3. Ayşe Kulin, Füreya, İstanbul (2000)199.
4. Şirin Devrim (çev. Semra Karamürsel), Şakir Paşa Ailesi, İstanbul (2000)216-217.
5. Ayşe Kulin, Füreya, İstanbul (2000)195-199.
6. Şirin Devrim (çev. Semra Karamürsel), Şakir Paşa Ailesi, İstanbul (2000)216-217.
7. Taha Toros, “Yaşamı ve Sanatıyla Aliye Berger (1903-1974), ? Dergisi ? (?)90.
9. ?Taha Toros, “Karl Berger”, ?, ty. [daktilo edilmiş bir not]
10. Nurinisa Eroğlu, “Bestekâr: Halife Abdülmecid”, Sanat Atak, 15.10.2013.
11. ?Taha Toros, “Karl Berger”, ?, ty. [daktilo edilmiş bir not]
12. Fikri Çiçekoğlu, “Karl Berger”, Akşam, 26.9.1948.
13. Nureddin Şazi Kösemihal, “Karl Berger’in Ölümü”, ? Gazetesi, 4.10.1947.
14. Nadir Nadi, Dostum Mozart, İstanbul (1989)9-17.
15. Filiz Ali, Ferhunde Erkin’e Armağan “Tuşlar Arasında”, Ankara (2000)26’da; Filiz Ali, Dünyadan ve Türkiye’den müzisyen Portreleri, İstanbul (1994)150’den aktarıyor.
16. Evren Kutlay Baydar, Osmanlı’nın “Avrupalı” Müzisyenleri, İstanbul (2010)119-120.
17. Gönül Gökdoğan, “Cumhuriyet Tarihinin İlk Kadın Keman Profesörü Prof. Gönül Gökdoğan”,
18. Seyfeddin Çürüksulu, “Karl Berger”, ? Gazetesi, 15.10.1947.
19. “M. Karl Berger (Memleketimizde Tutunmağa Başlayan İlk Türk Keman Mektebi)”, Dergisi No:2, ?.?.1931.
20. Filiz Ali, Ferhunde Erkin’e Armağan “Tuşlar Arasında”, Ankara (2000)24-30.
21. age. 31-32.
22. Evren Kutlay Baydar, Osmanlı’nın “Avrupalı” Müzisyenleri, İstanbul (2010)113-122.
23. Selim İleri, “Âkif, Evliya Çelebi ve Liszt”, Zaman Gazetesi, ?.?.????.
Gazeteler:
“Son Dakika: Müessif Bir Hadise”, Akşam, 18.6.2017, 2.
“Kibar Âleminde Bir Hadise: Şakir Paşa’nın Kızı Aliye H. Bir Kadına Silah Attı”, Cumhuriyet, 18.6.1929, 2.
“Üsküdar’daki Cerh Hadisesi”, Akşam, 19.6.1929, 1-2.
“Şişli Muhitinde Dedikodu: Aliye H. ın Madam Manniği Yaralamasının Sebebi Nedir?”, Cumhuriyet, 19.6.1929, 1,3.
“Üsküdar Hadisesi Tahkikatı: Kaza mı Cerh mi Bu Nokta Tahkik Ediliyor”, Akşam, 20.6.1929, 1.
“Zavallı Kız!”, Akşam, 21.6.1929, 2.
“Aliye H. Hadisesi”, Cumhuriyet, 21.6.1929, 2.
“Aliye H. ve M. Manniğin İfadeleri Alınacak”, Cumhuriyet, 22.6.1929, 2.
“Aliye H.. ve M. Mannik Bugün İsticvap Edilecekler”, Cumhuriyet, 24.6.1929, 2.
Dün Mm Mannik ve Ailesi Efradi İsticvap Edildi”, Cumhuriyet, 25.6.1929, 1.
“Aliye H. Dün Müstantikliğe Gelmemiştir”, Cumhuriyet, 25.6.1929, 3.
“Keman Muallimi Ne Diyor? Ben Bir ‘Don Juan’ Gibi Gösterildim, Bundan Çok Müteessirim!”, Cumhuriyet, 26.6.1929, 1, 4.
“Aliye Hanım Brovningini Katil Kastile mi Boşalttı?”, Cumhuriyet, 27.6.1929, 1, 2.
“Aliye Hanım Nihayet Müstantikliğe Gitti ve Hadiseye Dair İfadesini Verdi”, Cumhuriyet, 28.6.1929, 1,2.
“Aliye H.ın Katil Kastiyle Silâh Attığı Tesbit Ediliyor!”, Cumhuriyet, 30.6.1929, 1.
“Aliye H. Ağır Cezaya Verilecek”, Akşam, 8.7.1929, 1.
“Aliye Hanımın Muhakemesine Yakında Ağırcezada Başlanıyor”, Cumhuriyet, 8.7.1929, 2.
“Aliye H. ın Muhakemesine 15 güne Kadar Başlanıyor”, Cumhuriyet (11.7.1929)2.
“Aliye H. ın Muhakeme Günü”, Cumhuriyet (18.7.1929)2.
“Aliye H. Davası”, Cumhuriyet, (25.7.1929)1.
“Aliye H. ın Muhakemesine Başlandı”, Akşam (22.9.1929)2.
“Üsküdar Hadisesi: Bugün Keman Muallimi Dinleniyor”, Akşam, (6.10.1929)2.
“Aliye Hanımın Beraeti Talep Edildi”, Akşam (13.10.1929)2.
“Aliye H. Kurtuldu”, Akşam (14.10.1929)2.
Teşekkürler…

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in müştemilatında mukimi oldukları Hıntıryan Köşkü bahçesinde nergisler…”, Büyükada, 14.2.2014.
İleride yapılacak kapsamlı bir araştırma ve derlemeye başlangıç teşkil etmesi ve önümüzdeki 25 Eylül 2018’de oğlu Şarl Berger Şahbaz’ın da katılımıyla ailesi ve Macaristan Kültür Müdürlüğü’yle birlikte düzenlemeyi planladığımız anma etkinliğine de vesile olması dileğiyle Karl Berger’in (6.1.1894-25.9.1947) hatırlı hâtırasına saygıyla derlenerek kaleme alınan “Ou est Charles? [Charles nerede?]” başlıklı bu yazının hazırlanmasında zamanlarını, anılarını, belgelerini, arşivlerini bizlerle paylaşan ve yardımlarını esirgemeyerek araştırmaya destek olan Filiz Ali, Gábor Fodor, Gürkan Günal, Yonca Gamze Kükrer, İkbal Moneim Saviç, Taha Toros, Mehmet Selim Tugay, Emine Uşaklıgil ve Güzin Özen Yılmaz’a en içten teşekkürlerimizle…
)O(
Aliye ile Karl Berger’in ölümsüz aşklarına, ay ışığında…
Karl Berger (6.1.1894-25.9.1947…)
Aliye Berger (24.12.1903-11.8.1974…)
Bir Cevap Yazın