Ahmet Refik’in Büyükada’daki mezarına gitmiş… Elde paketlerle çeşitli mezeler ve bir de koskoca şişe rakı…

🔘 Necdet Rüştü Efe, “İbrahim Çallı”, ? Gazetesi, 26.5.1960.*
İbrahim Çallı

Geçenlerde toprağa verdiğimiz büyük san’atkâr İbrahim Çallı; beraber nice hoş zamanlar geçirdiğimiz, dostumdu. O, üstat bir ressam olmakla beraber, eşsiz bir nüktedandı. Eski devirlerde yaşamış olsaydık, vak’a nüvisler ona (Mir-i kelâm) vasfını lâyık görmekte tereddüt etmezlerdi. Çallı, gerçek kelâmının mîri, sözün sahip ve efendisiydi.
Onunla sohhete dalanlar, zevk içinde kendilerinden uzaklaşır, nükte seylâbına kapılırlardı. Bu sohbetlerin çoğu akşam üstleri başlayıp bâzan sabaha kadar süren, dem âlemleriydi. Ona bedmest bir akşamcı değil, fakat rakıyı merhum Ahmet Rasim gibi usul ve erkânile içen bir keyif ehli diyebiliriz. Şöyle kadehi kaldırıp bize öğüt verirdi:
— Bunu içen bilsin, bilen içsin..
Beraber mey âlemleri yapmayı mutat edindiği nice dostları öte dünyaya revan oldukları halde, pek kavi bir bünyeye sahip olan Çallı; hatıralarla dolu masanın başında bir nöbetçi gibi uzun yıllar kalmıştı.

[…] kasıt yoksa da, zarar ziyan.
Kahramanı olduğu hoş sahnelerden aklımda kalanları hâlâ beni güldürür. Ebediyet yoluna çıkmış, dostları arasında kadeh, fikir ve dert ortağı tarihçi Ahmet Refik’in ölümü onu çok sarsmıştı. Nihayet kendine gelip
— Ne ağlıyoruz yahu? demişti; asıl biz halimize feryat edelim… Kurtulana mı gözyaşı dökülür, hâlâ inleyene mi?
Ve o gün ne yapsa beğenirsiniz: Birkaç kafadarı ve bilhassa (Ada Beyi Şemsi Molla’nın torunu) Şemsi Muhtar’ı alıp, Ahmet Refik’in Büyükada’daki mezarına gitmiş… Elde paketlerle çeşitli mezeler ve bir de koskoca şişe rakı…

Serviler arasındaki taze kabrin üstünü mesire masası gibi mezelerle süsleyip bağdaş kurduktan sonra, başlamışlar içmiye.. Kendisinin bana bizzat anlattığına göre, kim daha önce vefat ederse böyle bir âlem yapmayı aralarında kararlaştırmışlarmış…
İşte mezar başındaki bu törende içerken, evvelce güftesini Ahmet Refik’in yaptığı:
Sen gideli hicranımız dinmiyor.
Ada sensiz içimize sinmiyor.
şarkısını da söylemişler. Törenin sonunda, içinde birkaç kadehçik dem kalan şişeyi:
— Bu da senin hakkın..
diye toprağa daldırıp, ayrılmışlar…
Rahmetli hoşsohbetti vak’a ve fıkraları yazmakla tükenmez ki… Şu gerçek fıkrayı kendinden naklen yazıyorum.
Bir akşam, Beyoğlu’nda başına garip bir vak’a gelmiş. Her iki yanında sıra sıra birahaneler, lokanta ve gazinolar bulunduğu halde, bir su dökecek yer, hacet savacak helâya rastlanmayan Beyoğlu caddesinde hazret fena halde sıkışmış… Şakaya gelmez bir durumdan sonra; geç vakit tenha bir köşe başında bundan kurtulmak isteyip karanlık bir sokakta ferahlarken; bir feryat duyulmuş… Nereden meydana çıktığı bilinmiyen bir adam, Acem şivesile:
— Eyvaaah.. Gitti bardahlarım, şekerlerim, çaylarım… Mehvoluptu kahvelerimin hemmisi..
diye bağırmaya başlayınca; polis bekçi, yolcular dar sokağa akın etmişler.
Meğer merhumun seçtiği duvarın dibinde, binanın zemin katında bulunan bir kahve ocağının penceresi varmış… Işıksız sokakta biraz içkili olan merhum, bu açık camdan içerisini ıslatıvermiş…
Her ne kadar ortada bir mevcut olduğundan, şirret Acem’in vaveylasile karakolu boylamışlar. Komiser, merhuma sormuş:
— Adınız nedir?
— Çallı…
— Tuhaf bir isim. Her neyse; mesleğiniz?..
— Profesör…
Muhatabının biraz kalender haline dudak büken Komiser, sorguya devam etmiş:
— Nerede oturuyorsunuz?
O tarihte henüz yanmamış olan Güzel San’atlar Akademisi Fındıklı’daki eski Emnâbat sarayında bulunduğu ve Çallı da orada öğretmen olduğu için, binanın üst katında kendine ayrılan lojmanda otururdu.
Merhum, o yıllarda lâtife yollu herkese söylediği gibi, Komisere de cevap vermiş:
— Nerede mi oturuyorum sarayda…
Komiser şaşırmış:
— Sarayda mı?… Nasıl, hangi sarayda?…
— Emnâbat Sarayı’nda..
Komiser hayret içinde düşüne dursun, o sırada hâlâ feryat eden Acem’i, Çallı’nın arkadaşlarından biri kenara çekmiş:
— Al; sana, çayının kahvenin parasını veriyorum. Vazgeç bu dâvadan.
Baksana, bu adamcağız hasta: Aklından rahatsız.
Çaycı bir an düşünüp, mahvolan mallarının parasını cebine indirdikten sonra:
— Vallah, bu kişi mecnundur. Hûda sıhhat vere…
diyerek davasından vazgeçip, karakoldan kaçmış.
O zaman, bu konuşmaya kulak misafiri olan Çallı gülümsemiş:
— Ömrümde ilk defa doğru sözün faydasını gördüm.
Merhumun sohbetinden pek hoşlanan komiser onu uğurlarken takılmış:
— Sizde de kabahat yok değil, öyle rast gelen yere olur mu bu iş?
Çallı hiç altında kalır mı? Taşı gediğine koymuş:
— Affedersiniz, orasını koca bir semte tuvalet yaptırmayanların kapısı sanmıştım.
İşte merhumun engin zekâsı daima elektrik sağlayan dinamolar gibi her an nükteler yaratma kudretine sahipti…
Bir gün beraber yürüyorduk. Yolun köşesinde işsiz ve perişan bir köylünün uyuduğunu görüp mırıldanmıştı:
— İşte bizim efendimiz.
Sonra bir miktar para çıkarıp zavallıya seslendi:
— Aç gözünü; karnı tok sırtı pek uşakların geldi.
Onun ağızdan ağıza dolaşan nükteleri bugün nice meclislerde anlatılıyorsa da, refaha eren Türk köylüsüne dair bu fıkrası artık tekrarlanamıyacaktır.
Alah rahmet eylesin; işte Çallı böyle bir kıymet, böyle bir hâzineydi.
Necdet Rüştü Efe
* Seneler senesi derlediği âdeta “Mâzî Cenneti” o muazzam kültür hazinesini İstanbul Şehir Üniversitesi vasıtasıyla meraklılarına sunan Taha Toros Beyefendi‘nin (1912-2012) aziz hâtırasına her daim hürmet ve sonsuz minnetle…
)O(
İbrahim Çallı (13.7.1882-22.5.1960)
Ahmed Refik Altınay (1881-10.10.1937)


Yorum bırakın