🔘 [Feridun] Kandemir, “Deniz Okulu’ndan 61 Yıl Önce Çıkan Tarih Gibi İhtiyar”, ? Gazetesi, ?.?.[1933].*

Deniz Okulu’ndan 61 yıl önce çıkan tarih gibi ihtiyar
«O zamanlar denizlerde İngiltere’den sonra bizdik, on üçü zırhlı olmak üzere altmış beş parçalık heybetli bir donanmamız vardı»
İpek gibi yumuşak ve parlak bir ak çerçeve içinde, yetmiş sekiz yılın izlerini taşıyan tertemiz bir çehre: 160. yıldönümü kutlulanan Deniz Harb Mektebi ve Lisesi’nin en eski mezunu ve bu mektebi Kasımpaşa’daki bir harabeden Heybeli’deki bugünkü yerine getiren Patrone Mustafa Paşa’nın oğlu miralay mütekaidi Tevfik Gökmen [1855-19??].
— Şimdi Heybeli’den, mektebden geliyorum. Sizi hürmetle, muhabbetle andılar ve bugün orada bulunmayışınıza üzüldüler.
Deyişime, sevinç ile acıyı birleştiren bir gülümsemeyle cevap veriyor:
— Ah… Dizlerimde derman olsaydı da gidebilseydim…

Ve bir asra yakın zamanın elinde iki büklüm olmuş vücudunu göstererek hazin hazin içini çektikten sonra:
— Altmış bir sene evvel [1872] mektebden mezun olduğum gün on yedi yaşındaydım.
Diye söze başlıyor ve tarih gibi ihtiyar, tarih gibi uzaktan ancak işitilebilen bir sesle devam ediyor:
— O zaman da mektebimiz fevkalâde denebilecek bir mükemmeliyette idi. Yedi senelik olan Heybeli Mektebi’ne rüşdiye mezunları alınıyordu. Biz girdiğimiz sırada bütün idadiler Galatasaray Sultanisi’nde birleştirildiği için gittik, üç sene orada okuduk. Tekrar Heybeli’ye dönerek dört sene sonra 25 kişi mezun olduk.
Arkadaşlarım arasında yaşayan bir ben kaldım.
Mektebi bitirince bizi Hüdavendigâr talim gemisine verdiler. Burada mektebimizden gelen Mister Astvitin riyasetindeki dört kişilik İngiliz muallim heyeti de vardı.
Hüdavendigâr bizi Heybeli’den alınca Marmara’ya açıldı. Oradan Akdeniz’e çıktık. Selânik, Girid, birçok adalar ve Arnavudluk kıyılarını aşarak Venedik körfezine, sonra İtalya sahillerini gezerek Fransa’ya nihayet Malta’ya ve ta… Cibralta’ya kadar uzandık.
Cibralta’dan Afrika’nın şimalini, liman liman dolaşarak iki sene süren cidden istifadeli bir seyahat sonunda anavatana döndük. Seyahatimiz altı aydan fazla sürdüğü için dönüşte birinci mülâzim olduk.
Titreyen parmakları arasındaki, bıyıkları henüz terlemiş, ceketinin kolları dört sıra sırma şeridle bezenmiş Aziziye fesli delikanlıyı göstererek:
— İşte o zamanki ben! diyen sevimli muhatabıma soruyorum:

— O günlerde bahriyemiz ne âlemdeydi?
Başını biraz daha yüzüme yaklaştırıyor. Munis sesini duyuruyor:
— Denizlerde İngiltere’den sonra bizdik. Fransızlar bizimle ancak atbaşı gidebiliyorlardı. On üçü zırhlı olmak üzere korvetler, firkateynler, kalyonlardan müteşekkil altmış beş parçalık heybetli bir donanmamız vardı.
Ve yaşadığı eski günlerin binbir hatırasına dalan solgun bakışlarını sabit bir noktaya dikerek, kendi kendine konuşur gibi söyledi:
— Bunlarla dünyaya kafa tutuyorduk, diyebilirim.
— Sonra nasıl oldu da…
Bu mukadder suali zaten bekliyormuş gibi ellerini açarak sözümü kesti:
— Sultan Hamid tahta çıkınca, ilk işi Kaptan Paşa’yı çağırtıp: «Donanmayı bağlıyacaksın, askeri de dağıtacaksın» demek oldu. Rasim Paşa Hünkâr’a itiraz etmekten çekinmedi: «Donanmayı bağlarsam Devlet-i Osmaniye biter. Ben bu işi yapamam.» dedi. Hünkâr kısmı itiraz dinler mi? Rasim Paşa derhal azledildi. Yerine —bahriyemize bir rubu asır musallat olan— Bozcaadalı Haşan Paşa getirildi. O da donanmayı bağladı, askeri dağıttı. Ve eski bir yaranın acısıyla inler gibi:
— Bahriye de bitti… diyebildi.
İnziva köşesinde bile, azgın denizlerin daüssılasına doyamayan ihtiyar muhatabım:
— Ben o zaman Mes’udiye’de idim —diye devam ediyor— bütün gemilerle beraber bizimki de tersaneye çekilmiş, kıçtan kara bağlanmıştı. Gemiye dostlar alışverişte görsünler diye gider gelirdik. Asker de yoktu ki talim yaptırarak vakit geçirelim. Arkadaşlar baş başa verir, sabahtan akşama kadar çalçene sohbet ederdik. Böylece, o cânım donanma meşrutiyetin ilânına kadar uyukladı, yosunladı, paslandı, harab oldu.
— Meşrutiyet ilân edilince?..
— Osmanlı donanması da haraç mezad altmış bin liraya satıldı. Altmış beş parça gemiden sadece Mes’udiye, Asar-ı Tevfik, Feth-i Bülend, Avnullah, Muin-i Zafer, İclâliye, yeni Hamidiye ve Mecidiye kruvazörleri ve beş altı parça daha alıkonmuştu.
Ve bir çocuk gibi içini çekerek, kendini unutulmuş ıstırablardan taze bir sevincin kucağına bırakıyor:
— Ah evlâdım… Kim derdi ki ben bugünleri de görebileceğim. Kimin akıl ve hayaline gelirdi ki, biz Türk denizcileri gene başımız yukarıda, alnımız açık, Akdeniz rüzgârlarına göğüslerimizi gererek, «biz geldik» diyebileceğiz.
Bahtsız geçmiş bütün bir ömrün her türlü elemini bir anda unutarak, birden bir taze can bulmuş gibi dirilip, koltuğunda doğruldu:
— Ne mutlu bugünün Türk denizcilerine!..
Yirmi bir senedir mütekaid ve köşesinde yapayalnız yaşayan en eski deniz adamımız, gözleri dolu dolu:
— Yazık ki diyor bugün onların arasında bulunamadım. Mektebimi, aziz yuvamı bir kere daha göremedim. Orası, benim gözümde sade mektebim olduğu için değil, fakat merhum babamın da bir aziz bergüzarı olduğu için, iki türlü mukaddestir.
Ve anlatıyor:
— 1870’te vefat eden pederim Patrone Mustafa Paşa, pek küçük yaşta İngiltere’ye tahsile gönderilmiş, orada İngiliz donanmasında on üç sene çalışarak, hatta başlıbaşına İngiliz korvetlerinde süvarilik ettikten sonra İstanbul’a avdetinde Mekteb-i Bahriye Nâzırı olmuştu.
O zaman Bahriye Mektebi Kasımpaşa’da Zindanarkası’nda bir koğuşta yerleşmiş bulunuyordu. Bunu gören babam «Böyle Bahriye mektebi olmaz» diye mektebi Heybeli’ye götürmüştü.
Bir lâhza sustuktan sonra, gene acı dolu mâzinin kapkaranlık dehlizlerinde dolaşıyor:
— Ancak, bir aralık Kaptan Paşa olan zavallı babam da Sultan Aziz’in gazabına uğramaktan kurtulamadı ve sarayın bitip tükenmek bilmeyen zulüm ve işkencelerine dayanamayarak elli üç yaşında can verdi.
En emekli denizcimize, Padişah ile Kaptan Paşa arasındaki bu ihtilâfın sebebini soruyorum:
— İstibdadla, anarşi ile hürriyet ve kanunun çekişmesi… Meselâ ava pek meraklı olan Sultan Aziz sık sık Çekmece Gölü’nde dokuz çifte kayıklarla avlanmaya giderdi. Sığlığa rastgelip de kayık oturunca efrad paçaları sıvayıp suya dalar, kayığı yüzdürürlerdi. İşte o zaman pek keyiflenen Hünkâr karşısındaki neferlere: «Seni mülâzim, seni yüzbaşı seni de kolağası yaptım» diye bol keseden rütbeler verirdi. Babam da bu ve buna benzer çeşit çeşit münasebetsizliklere tahammül edemez, itiraz ederdi. Nihayet bir gün köpürerek:
— Defedin, bir daha gözüm görmesin bu Kaptan Paşayı… diyen Sultan Aziz mütemadiyen vesileler bularak hakaret ve tazib ede ede pederimi genç denebilecek bir yaşta mezara götürdü.
Yetmiş sekiz yılın işliye işliye kurutmuş, buruşturmuş olduğu ellerini sıkarken, o yorgun gözlerini yumarak, bir dua gibi tekrar ediyordu:
— Ne mutlu bugünün Türk denizcilerine…
[FERİDUN] KANDEMİR
* Seneler senesi derlediği âdeta “Mâzî Cenneti” o muazzam kültür hazinesini İstanbul Şehir Üniversitesi vasıtasıyla meraklılarına sunan Taha Toros Beyefendi‘nin (1912-2012) aziz hâtırasına her daim hürmet ve sonsuz minnetle…
)O(
Feridun Kudret Kandemir (1895-1977)
Gazeteci-yazar (d. 1895, İstanbul – ö. 1977). Jön Türkler arasında Ağababa lakabıyla tanınan Bahriyeli Ali Fahri Bey’in oğludur. Feridun Fahri, Feridun Ferid imzalarını da kullandı. Ailesiyle birlikte sürgünde geçen yıllarda ilköğrenimini değişik yerlerde tamamladı. 1908’de Temmuz İnkılâbı ile İstanbul’a döndükten sonra Fransız Saint Michel Koleji’ni bitirdi. Hukuk öğrenimi için Dârülfünûn’a (İstanbul Üniversitesi) girdi. İkinci sınıfta iken Hande adlı bir dergi çıkardı. O sırada Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine askerlik görevi için Hicaz Cephesi’ne gönderildi. Sonradan Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya döndü ve Öğüt Gazetesi’nde çalıştı. Mustafa Kemal’in isteği üzerine Ankara’da ilk Büyük Millet Meclisi basımevinin kurulmasında hizmet verdi ve bu basımevinin müdürü oldu. Millî Hükümet’in ilk istihbarat müdürü olarak Trabzon, Batum ve Tiflis’te hizmet gördü. Hicaz ve İran’da çalıştı, 1927’de gazeteciliğe döndü. Millî Mücadele yıllarında İfham, Öğüt, Hakimiyet-i Milliye ve Varlık gazetelerinde, sonraki yıllarda İstanbul gazete ve dergilerinde sürekli yayımlanan röportajları ile tanındı. Merhaba, Dün ve Bugün ve Yakın Tarihimiz dergilerini çıkardı. Savaş anılarını da kitaplaştırdı.
ESERLERİ: Zindan Hatıraları (1930, yeni bas. Jön Türklerin Zindan Hatıraları adıyla, 1975), Şehit Kubilay (1931), Kendi Ağzıyla Rıza Tevfik (1943), Enver Paşa’nın Son Günleri (1955), Kâzım Karabekir (1948), İzmir Suikastının İçyüzü (1955), Atatürk’e İzmir Suikastından Ayrı II Suikast (1955), Cumhuriyet Devrinde Siyasî Cinayetler (1955), Siyasî Dargınlıklar (c. 1-6, 1955-1956), Hızla Kalkınan Türkiye: Konya (1957), Devlet Kuran Padişah: Osman Gazi (1958), Orhan Gazi (1958), Kosova Şehidi Murad Hüdâvendigâr (1958), Avrupa’yı Titreten Kahraman: Yıldırım Bayazit (1959), Mustafa Kemal, Arkadaşları ve Karşısındakiler (1964), İstiklâl Savaşı’nda Bozguncular ve Casuslar (1964), Kâzım Karabekir’in Yakılan Hatıraları Meselesinin İçyüzü (1964), Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay (1965), Atatürk’ün Kurduğu Türkiye Komünist Partisi ve Sonrası (1966), İkinci Adam Masalı (1968), Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası (1971).
HAKKINDA: Feridun Kandemir / Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası (1971), Türk Ansiklopedisi (c. 21, s. 197-198), TDE Ansiklopedisi (c. 5, s. 141-142), TDOE –TDE Ansiklopedisi 5 (2004).

bkz. “Heybeliada’da Vâki Mekteb-i Bahriye-i Şahane”, Adalar Postası-3021 (03.11.2020).
Bir Cevap Yazın