* * *
ADALAR’da TARİHTE O GÜN:
8 Kasım 1903 Pazar günlü Kartal Kazası Bidayet Mahkemesi’nden verilip kesinlik kazanan ilam gereğince Rus tebeasından Mösyö Serkiz Simonof adına ferağ işlemi yapılması gereken Büyükada’daki hududları belirli mukataalı arsa hakkında yapılan tahkikatı bu konuda kazaca olan muamele ve malumatı havi Adalar Kaymakamlığı Vekaleti’nden alınan tahriratın gereği yapılmak üzere takdimine dair…
* * *
ADALAR’da BİR GÜN:
* * *
ADALAR’da HAVA DURUMU:
26 Eylül 2010 Pazar
Büyükada’da HAVA DURUMU*
Gökgürültülü sağanak yağışlı
18/30ºC
% 78-96 nem
Gün doğusu, D 10km/sa
Gündoğuşu 06:54… Günbatışı 18:56…
* http://www.dmi.gov.tr/tahmin/il-ve-ilceler.aspx?m=BUYUKADA uyarınca
* * *

* * *
1- Engin Damcı: “Bugün alınan bir duyuma göre devasa ve lüzumsuz yükseklikteki tahta perdelerin arkasında bırakılarak neden saklanılmaya çalışıldığı bir türlü anlaşılamayan selviler meğer “ötenazi” yapılmak için güya, korunmaya alınmış…”
2- Arif Çağlar: “Lido inşaatında selviler solmakta mıdır?”
3- Emine Çiğdem Tugay: “Altında aslı saklı ASLINDA aklı saklı faslında!…”
4- Bulutsuzluk Özlemi: “İstanblues…”
5- Viktor Albukrek: “Bu yıl Adalar’da sekseninci yaz mevsimimi yaşıyorum. 1931 yılının Mayıs ayında, iki aylıkken Büyükada’ya gelmişim. Hafızamda yer etmiş hatıralarımı aşağıdaki gibi sıralayabilirim…”
6- Adalar Belediyesi: “Adalar Müzesi kaçak değildir!…”
7- Bingül Durbaş: “Newyork Times’da Adalar Müzesi’yle ilgili bir haber okudum. ADALAR POSTASI okuyucularının ilgisini çekebilir…”
8- Adalar Kent Konseyi Yürütme Kurulu: “Eylül ayı içinde yapılması gereken Olağan Genel Kurul Toplantısı aşağıdaki Gündem maddelerini görüşmek ve karara bağlamak üzere 30 Eylül 2010 Perşembe günü saat 14:30’da Anadolu Kulübü’nde yapılacaktır…”
9- Heybeliada Deniz Lisesi’nde öğretmenlik yapan Yüzbaşı Doğan İlhan, akşam saatlerinde Heybeliada askeri lojmanlarındaki evine geldi. İlhan, evinde başına dayadığı tabancasını ateşleyerek intihar etti.
10- İstanbul şehiriçi vapur hatları‚ Boğaz hatları‚ Haliç ve Adalar hatlarında yolcu taşımacılığı yapacak İstanbul Şehir Hatları A.Ş.‚ toplam 14 hat ve 49 iskelede‚ 34 yolcu vapuru ile hizmet verecek.
11- İDO‘ya bayılıyorum!… İDO‘ya çarpıldım!…
12- İstanbul-Büyükçekmece, Adalar ve Yalova-Çınarcık arasında kalan bölümde su hortumu oluşma riski bulunduğu bildirilen uyarıda, vatandaşların ve ilgililerin de yıldırım düşmesi ihtimaline karşı da tedbirli olması istendi.
13- Selim İleri: “Sözler, Büyükada’daki öğle yemeğinde söylenmekte, yakınan kişiler birazdan yemeğe başlayacaklar…”
14- Topbaş, adalardan birini Küçükçekmece’ye, diğerini ise Maltepe ile Kartal arasına inşa etmeyi planladıklarını söylemişti…
15- Mehmet Alkan: “Bir süredir Büyükada’dayım. Gözüme çarpan semtlere göre fiyatların değişiklik göstermesi… Mesela Bostancı ve Kadıköy’deki et ve diğer gıda maddeleri Büyükada’dan çok daha ucuz. ..”
16- Ekrem Okutan: “O, Kartallılar rahat yüzsün diye yıllık 1 milyon 331 bin TL kira karşılığı yine 29 yıllığına Büyükada”da plaj ve mesire alanı kiralayan kişi…”
17- Seda Kaya Güler: “Geçen sene İstanbul’da yapılan bir araştırma vardı evden kaçan kızlarla ilgili.
En çok kaybın yaşandığı Bağcılar, kayıp vermeyen tek ilçe ise Adalar…”
18- Gülşah Maraşlı: “…Büyükada’yı yine ille de Dilburnu’nu filmlerinde sıklıkla kullandı. İşte bütün bu muazzam mekanlar‚ Türk Sineması’nın usta yönetmeni Osman Fahir Seden’in İstanbul’unu özetlemektedir…”
19-
Büyükada Hesed Le Avraam Sinagogu’nda yapılan Roş Aşana duasına yaklaşık 750 kişi katıldı…20- Gülbahar Karakuş: “Pınar Öğün’ün Türkan Saylan’ı, Saygın Soysal’ın ise ona sırılsıklam aşık Ali’yi canlandırdığı dizinin Heybeliada’daki setine konuk olduk…”
)O(

From: ENGİN DAMCI
Subject: Selviler
Date: September 23, 2010 10:12:17 PM GMT+03:00
To: adalar.postasi@gmail.com
KORUMAKTANSA KURUT!…
_______________________________________________________3
_______________________________________________________5
From: VİKTOR ALBUKREK
Subject: Abone kaydı ve Eski Büyükada’nın Viktor’da bıraktığı izler
Date: September 23, 2010 12:52:38 PM GMT+03:00
To: adalar.postasi@gmail.com
* * *
BÜYÜKADA VE BEN VİKTOR ALBUKREK
- Ben Viktor Albukrek, 23 Mart 1931 tarihinde İstanbul’da doğdum. Annem, Terkos Su Şirketi Umumi Murakıbı Haydarpaşalı Moiz Aseo’nun tek çocuğu Raina, babam ise Ankara tüccarlarından Hayim Albukrek’in, sekiz evladının en küçüğü doktor Marko-Ovadya Albukrek’tir. Albukrek soyadımızın kökeni, Portekizce “Albuquerque” olup Atalarımız 1510 yılında Hindistan’ı fetheden Portekizli kâşif denizci Albuquerque eşrafının aynı isimdeki şehrinden 1500 yıllarında Ankara’ya gelmişler. Babam, geçen asrın başlarında tıp tahsil etmek üzere Paris’e, oradan da İstanbul’a gelip yerleşti. Annem ise 1492 yılında İspanya’dan İstanbul’a gelen Sefaratlar’dandır. Beş kardeşiz. Anne ve babamız kültürlü kişilerdi ve hepimizi birer sanatsever olarak yetiştirdiler.
- 1949 yılında Musevi Lisesi’nden mezun oldum. Motor bilgim sebebiyle yedek subaylığımı Balıkesir’de Ordu Donatım sınıfında yaptım. Mesleklerime gelince, oto yedek parçacılığı, tıbbi şırınga imalatı ve turizm olmuştur. Eşim Nimet ile 1958 yılında evlendim. Oğlum Metin, Yüksek İnşaat Mühendisi ve Çevre doktoru olup, piyanist Renan ile evlidir. Kışın Etiler’de, yazın ise Büyükada’da oturmaktayız. Ada’daki evimiz, buranın en hareketli yollarından biri olan, Anadolu Kulübü ile Çankaya Meydanı’nı bağlayan, Mehmetçik Sokağı üzerindedir.
- Bu yıl Adalar’da sekseninci yaz mevsimimi yaşıyorum. 1931 yılının Mayıs ayında, iki aylıkken Büyükada’ya gelmişim. Hafızamda yer etmiş hatıralarımı aşağıdaki gibi sıralayabilirim: Sokaklarda, tüm faytonların süslendiği çiçek savaşı eğlenceleri, Balkan oyunları adına Atatürk’ün de şeref verdiği Ada’nın değişik meydanlarında oynanan çok renkli folklorik dansları seyretmek, Hristos (İsa) Tepesi’nde laterna (kollu antik müzik kutusu) dinlemek, sokaklarda ahşap tekerlekli trotinet (direksiyonlu kaykay) kaydırmak, tahta çember peşinde koşmak, topaç çevirmek, kalabalık aile fertleriyle Glosa’da (Dilburnu) çamların altında günü geçirmek, Platano’da (Çınar Meydanı) Rıfat Telgezer cambazhanesine gitmek, Lunapark’ta eşek sırtında tur atmak, komşu bahçelerinin duvarlarına tırmanıp incir ve ceviz toplamak, büyükbabamın yetiştirdiği çiçekleri sulamak ve çamur içinde eve dönmek.
- Biraz büyüyünce, sık sık bisikletle Yourguli (Yürükali) plajına, gider yüzerdim. Oranın sığ sularında, eğilerek deniz kabuğu toplarken, sırtım güneşten kızarır ve su balonları oluşurdu. Çok ağrı veren bu yanıklar ancak üzerlerine yoğurt sürülerek yatışırdı. Nazik cildimde oluşan bunca yaraya rağmen deniz kabuğu koleksiyonumu zenginleştirmek uğruna bu acıya seve seve katlanırdım.
- Mahalle arkadaşlarımdan çoğunun eğlencesi, adanın orijinal tiplerinden Mister Gogo, Doktor Çat, Onbaşı Yorgo gibi kişilere takılmak, bisiklet teker çatalına mandalla sıkıştırılan Sipahi sigarası kutusunun kartonunun sürtünmesiyle, etrafı rahatsız edecek derecede gürültü çıkartmak, keza bisikletin tekerlek tellerine, renkli krepon kağıdı şeritleri örerek sükse yapmak ve kalan tüm zamanlarında da top oynamaktı.
- Tenisten futbola kadar top kullanılarak oynanan bunca oyun varken, bilardo haricinde ben bunlardan hiçbirini bilye atmayı dahi ömür boyu beceremedim. Halbuki komşu çocuklarının çoğu tenis dersine gitmekle veya sokak ortasında iki taş arasına gol atmakla övünür ve alkış toplardı. Soluk benizli çilli yüzümün kompleksinden olsa gerek ve özellikle de top oynayamadığımdan, kendimi ispatlamak için başka yollar denerdim. Sabırsızlıkla sağanak yağmurların yağdığı günleri bekler ve mantardan yonttuğum veya kağıttan hazırladığım kayıkçıkları, kuvvetli yağmur altında, Çankaya Meydanı’ndan yokuş aşağı inen suların akıntısına bırakıp arkalarından koşar, sırılsıklam olmayı umursamadan iskeleye kadar onları takip eder, sahile vardıklarında denize kavuşmalarına meydan vermeden yakalar, sık sık çakmakta olan şimşek ve şiddetli gök gürültülerine rağmen yokuşu koşarak Çankaya’ya döner ve gemiciklerimi tekrar akıntıya bırakırdım. Üşenmeden ve üşümeden bu yarışı defalarca tekrarlayarak kahramanlık taslardım. Yağmur altında evden çıkamayan çocuklar, beni balkonlarından seyredip alkışlardı. Arkadaşlarımın çoğu denizden çıktıktan sonra ıslak mayoyla kaldıklarında üşümekten dudakları morardığı için benim ıslak giysilerimle nasıl da üşümediğimi sorduklarında, “Büyükbabam sular idaresinde çalışıyor da, ondan,” derdim.
- Cuma akşamları Büyükada’daki Hesed Le Avraam Sinagogu’nda, hazan Elia Eskenazi’nin bize öğrettiği ilahileri çocuk korosunda seslendirirdik. Böyle bir akşam, dualar bitiminde üç-dört arkadaş, ertesi sabah Yürükali’ye bisikletle gitmek için anlaşmıştık. Koro arkadaşlarımızdan Viktor Benbasat’ın tutucu babası, Cumartesi günü oğluna bisiklete binmeyi men etti. Ricalarımız sonuç vermeyince, hakem olarak, her zaman kutsal mekâna yakın oturan, uzun beyaz sakallı, saygıdeğer amcam Salamon Bahar’a danışma kararı alındı. Amcam, önce derin mavi gözleriye bizleri tek tek süzdü, sonra sakalını birkaç kere sıvazladı ve kararını açıkladı: “Eğer bisikleti siz götürecekseniz, olmaz, Şabat (Cumartesi) çalışılmaz, günah işlemiş olursunuz; fakat bisiklet sizi götürecekse, olur, dinlenmiş olursunuz, mubahtır!” Bu yorum, küçük kafamda derin bir iz bırakmıştı.
- Yine o yıllarda, yaşlı bir beyefendi olan Haydarpaşalı El Alto (uzun boylu) Sinyor Perahya, ev ev dolaşır, yıpranmış eski dini kitapları toplar, eskimiş ciltlerini, yırtık sayfalarını, ekşi kokan kalın bir zamkla yapıştırır, buruşuk olanlarını ütüler ve kitabı gururla sahibine geri getirirdi. Gereksiz gibi görünen bu işe, inanılmaz bir inanç ve gayretle adamıştı kendini bu yaşlı beyefendi. Amatörce yaptığı onarımları, çok önemli bir Mitzva (sevap) olarak benimsediğinden, biz çocuklar, Tanrıya karşı daha da huzur bulması için elimizden geldikçe kitapları hor kullanmaktan çekinmezdik.
- Ada’da uyanmak ve günlük işleri ayarlamak için şimdiki gibi pilli saat bolluğu yoktu. Fakat her şey düzenli işlerdi. Sabah ilk ikaz horozlardan gelirdi. Kısa bir müddet sonra sarnıç veya kuyulardan çatıdaki depolara su basan tulumbacıların bas-kaldır sesleri duyulurdu. Mahallede bulunan her bir tulumbanın gıcırtı tınısı farklı olduğundan, şu anda emekli güreşçilerden hangisinin hangi tulumbadan su bastığı ve saatin kaç olduğu anlaşılırdı. Saat 9’da katır veya merkep sırtındaki küfelerde satılan “Taze enginaaar”, saat 10’da “Kesmece karpuuuz” sesleri, vaktin kaç olduğunu belirlerdi. Satıcılar, mahallelere, her gün aynı saatte geldiklerinden, saat 11’de bizim sokaktan, yanları çekmeceli valiceleriyle koşar adımla yürüyen aceleci seyyar manifaturacı Nisim Efendi’nin “Mak’raciiiii” keskin sesi, saat 12’de eskici Kiryo Haralambos’un “Paliyaruhaçiiiii”, öğle sıcağında “Muuuuuslukçu” hemen arkasından “Halis Bulgar Kömürüüüüü”, saat 13’te “Kalay’laçiiiii”, saat 16’da unlu mamulünü satmak için her gün Heybeliada’dan gelen Avramaçi’nin “Boreka kaymaaaak” narası, saat 18’de Hacı Baba’nın boğuk “Akşam yoğurduuuuu” sesi, günlük hayatımızı zamanlamamız için birer rehberdi.
- Hatırladığım bunca seyyar esnafın sesine ekleyebileceğim kutsal ezan ve çan seslerinden başka Ada’da sanatsal sesler de duyulurdu. Saygıdeğer aileler genellikle kızlarına Prof. Franko’dan piyano, erkek evlatlarına Prof. Margossian’dan keman, yetişkin kızlarına da Prof. Rozental’dan şan dersi aldırırdı. Bu hocaların hangi gün ve saatte, kimin evinde olacakları, Ada turnesi programlarını tecrübeyle keşfederdik. Böylece haftanın gününü de belirlemiş olurduk. Bazen de tarife dışı, olur olmaz saatlerde, hava atmaya çalışan fiyakalı talebelerin, özellikle açık bıraktıkları pencerelerinden taşan, kulak tırmalayıcı müzik egzersizleri, veya müstakbel sopranoların acımasız çığlıkları sessizliği yırtardı. Fakat her halükarda günün en sıcak saatleri olan 14-16 arasındaki bunaltıcı ağır havasında, adamız, esrarengiz ve korkunç bir sessizliğe gömülürdü. Arada bir, taaa uzaklardan, bir merkebin, uzadıkça uzayan, sonra da yavaş yavaş sönerek kaybolan hüzünlü “i haaaa, i haaa , i haa, i ha, i ha i ha,” anırması siestamız için bizi uyutmaya çalışan bir ninni şarkısı gibi gelirdi kulağımıza.
- Nihayet akşam üstü, sabırsızlıkla beklenen ve babalarımızı şehirden Ada’ya getiren vapurun, çımacıyı iskelenin ucuna çağıran “düüüüt.. düt” sesi ve akabindeki at arabalarının “klak kluk, klak kluk, klak kluk” sürekli nal sesleri aile büyüklerimizin eve gelmek üzere olduklarını müjdelerdi.
- Çocuklu aileler için şehirden gelecek babaları Ada iskelesinde karşılamak, kutsal bir vazife, ciddi bir ‘resmi geçit’ töreni idi. O devirde anneler işe gitmezdi. Siestadan sonra çocuklarıyla birlikte cici giysilerini giyerek ellerinde birer çiçekle iskeleye inerlerdi. Polis abilerimiz, vapur çıkışından saat kulesine kadar olan yolda toplanan, işten dönecek büyüklerini dört gözle bekleyen bu kalabalığı, bir tören kıtası gibi sağlı sollu hizaya sokar, ortada açılan geniş şeritte ise muzaffer gladyatör endamıyla yürüyen erkekler, birer kahraman gibi çiçek ve öpücüklerle karşılanırdı.
- Hafta sonu sabahları Adamız bambaşka bir rehavet havasına bürünürdü. Sokaklar tenhalaşır, farklı yönlerden gelen değişik tondaki kilise çanları, faytoncuların nazik “ding-dong” zil sesleri ve at nallarının zarif “klak kluk” adımlarından başka ses duyulmazdı. Öğleden sonraları ise herkes şık giyinip şen ve mutlu olarak sokağa çıkardı. Tanışmayanlar dahi gülümseyerek birbirleriyle selamlaşırdı. Giysilerde hakim renkler, beyaz, krem ve pembe idi. Üstlerinde bembeyaz yeni ütülenmiş kostümleriyle başlarında hasır Panama şapkası, ayaklarında iki renkli iskarpin giyen şık beyefendiler ile beyaz dantel eldivenle ellerinde tuttukları saçaklı güneş şemsiyelerini, pastel renk kloş-flotan entarilerini, yelpaze ve mücevherlerini sergileyen ada sosyetesinin havalı hanımları iskelede boy gösterirdi.
- Çocukluğumda Büyükada’da, her bir binanın içinde, bir tek mişpaha (aynı soydan gelen insanlar) yaşardı. Aralarında kan bağı olmayan birkaç ailenin, aynı çatı altında yaşama kültürü henüz gelişmemişti. Binalar genelde münferit, etrafı bahçeli, büyük odalı, yüksek tavanlı, bol ahşap panjurlu ve ferah pencereli yapılardı. Giriş katında bulunan kocaman bir mutfakta, o binada yaşayan tüm aile bireyleri ve yardımcıları için yemek pişerdi. Sayfiyeye gidemeyen akraba ve yakın arkadaşların, üst katlarda bulunan ‘misafir odaları’na birkaç günlüğüne davet edilmeleri usuldendi. Bu davetler ev hanımlarına fazladan bir iş yüklemekteydiyse de genç kuzenler arasında aile kavramını güçlendirir, aile ilişkilerini pekiştirirdi. (Geçen asrın sonlarına doğru bu ihtişamlı yapıların çoğu yıkılarak yerlerine apartmanlar dikildi. Tarihi eser niteliğinde olanların ise içleri oyuldu, boşaltılan yerlerine minnacık daireler sıkıştırıldı ve oldukları yerde ‘çok konutlu’ bina oluverdiler.)
- Mevsimin ısınmasıyla Ada’da buluşan bu kalabalık ailelerde, nine, dede, teyze, amca gibi yaşlı kişilerin yaşama hedefi, çocukların gelişmelerine katkıda bulunmaktı. Onlar, küçüklerin aşçısı, dadısı, eğitmeniydiler. Karşılık olarak çocuklardan sevgi, saygı, bağlılık ve en mühimi önemsenmek gibi duyguları hissetmekle gençleşirlerdi. Gelişmekte olan çocuklarda da insani değerler olgunlaşıyordu. Neticede bu tür ‘tek çatı altında kalabalık hanede yaşam tarzı’, herkes için yararlı idi. Bir yavrunun evinin dışında yaşamasına kimsenin kıyamayacağı gibi bir nineyi huzurevine yatırmak da katiyen düşünülemezdi. Değil bir huzurevine, evden daha konforlu beş yıldızlı bir otel için dahi büyüklerimiz yataklarından uzaklaştırılmazdı. Aile içindeki ilişkiler çok sıcaktı. Büyük küçük herkes yazdığını, çizdiğini, pişirdiğini, ördüğünü, diktiğini, yetiştirdiğini, biçtiğini, onardığını, el işini, neticede kendi hünerini, birbirine gösterip karşılıklı tenkitleri dinler, sanatı hisseder, bizzat yaratır ve kendi güvenini kazanırdı. Her olayda bir sanatsal yön tartışılırdı. Hiç unutmam, bir akşam uzun boylu olan babam ile yatıya gelen annemin şişmanca kuzeni Pepo Sason, Laurel ile Hardy rollerini üstlenip evi tiyatroya çevirmişler, konu komşuyu ve hane halkını saatlerce eğlendirmişlerdi. (Kırk yıl sonra, evlere elektroniğin girmesiyle başkasının yaptığı sanatı seyretmekten, sanat yaratmaya pek vakit kalmayacaktı).
- Benim gibi Yahudiler için yaz mevsimi, bazı yıllar Mayıs ayının ortasında başlayan Şavuot (Hasat) bayramından evvel açılır ve bazı yıllar da Ekim ortasında biten Sukot (Çardaklar) bayramından sonra kapanırdı. Daha evvel kapanamazdı çünkü bir çoğunun bahçesinde, şehir evlerinde olmayan suka (çardak) vardı ve sukası olan dindarlar, hafta boyunca her akşam, kalabalık topluluklar halinde sukası olmayan dindaşlarını bahçelerine yemeğe davet etmekle sevap işlediklerine inandıklarından, bayram bitmeden evvel İstanbul’daki evlerine dönmek için göç dahi hazırlanmazdı. Sahrada yaşar gibi açık havada kurulan, çeşitli meyvelerle süslü ve biskoçosların (büyük yuvarlak bisküvi) asılı olduğu çardaklarda, dua edip neşe içinde yemek yiyen Yahudiler’in, koro halinde okudukları ilahilerin sesi ve yenen böreklerin kokusu sokaklara kadar taşardı. Sonbahar yağmurları başlasa da, bayrama ara verilmez, inatla, Ada’da kalınırdı.
- Böyle zamanlarda, mevsim icabı günler kısaldığından sabah erkenden okula giderken ve akşam dönerken derslerimizi, yandan çarklı vapurun kömür dumanı kokan, nemli ve loş ışıklı bodrum kamarasında tamamlardık. Çok yavaş ilerleyen Halep, Basra, Neveser adındaki bu dilenci (Kadıköy ve tüm adalara uğrayan) vapurlar, çok defa hava karardığında Büyükada’ya varırdı.
- Bugünkü konforla kıyaslarsak, annelerimizin ev işleri bilhassa Adalar’da çok zordu. Yemekler kömürle pişirilir, aksilik bu ya gelen kömür nemli çıkar, yanmaz; çoluk çocuk aş ister, çamaşır ister! Tulumbanın supap köselesi aşırı sıcaktan kurumuş, su basmaz; tesisatçılar kralı Sokrat Usta çağrılır. Ustanın günleri dolu! Ancak iki gün sonra gelecekmiş, o da gelirse! Aksilik bu ya saka, sabaha kadar bir daha mahallemize uğramayacak!… Akşam beyler işten dönecek, nasıl yıkanacaklar?..
- Mecburen sarnıç veya kuyulardan kovalarla su çekilir, maşrapalarla mutfak ve banyodaki leğenlere, paylalara (çinkodan büyük teknelere) doldurulurdu. Böyle ağır iş gerektiren, sıkıntılı susuz günlerde tesisatçı Sokrat Usta krallığından da öte hanımların taptığı bir “Su Tanrısı” oluverirdi.
- Bu zor şartlardan ötürü Ada’da ev işlerine yardımcı gerekliydi ve bunu çözecek tek güç, çoğu hanımların taptığı, büyük kurtarıcı: Tanrıların Tanrısı Kiryo Niyarkos idi. Niyarkos Efendi, İmbros’da (Gökçeada) yaşayan kadınlardan, bağcılıktan daha fazla para kazanmak veya dışa açılmak isteyenleri, eleman arayan ailelerin yanına aşçı, dadı veya ev işleri yardımcısı olarak yerleştiren bir palikari (mert delikanlı) idi. Genellikle kopelyalar (genç kızlar) getirirdi. Adam, evimize her geldiğinde içki kokmasına rağmen işini çok ciddi tuttuğundan, hem buradaki hem de oradaki ailelerin tahkikatını iyi yaptığından ve ihtiyaçlarını da tam bildiğinden her iki taraf ona duacı olurdu.
- Hiç unutmam, üç neslin aş-ev yükünü sırtında taşıyan beş çocuk annesi annem, dadının iyisini seçmek için bir sabah yaz sıcağına rağmen üşenmeden, beni de yanına alarak Büyükada’dan yandan çarklı Neveser vapuruna binip, İmbros’tan gelecek gemiyi karşılamak üzere Tophane rıhtımına gitmişti. Bizim gibi elemanın iyisini yerinde kapmak için gelen başkaları da vardı. Bay Niyarkos, kızgın öğle güneşine rağmen omzundan hiçbir zaman atmadığı siyah kalın ceketi, başında fötr şapkası, yeleğinde yürürken kasten salladığı iri altın kösteği ve bütün heybetiyle, o önde, yarım düzine genç kız arkada, Aksu vapurunun iskelesinden ağır ağır inmiş, hiç konuşmadan, bir mafya babası gibi kaş göz hareketleriyle hepimizi arkasından sürükleyerek Mumhane Sokağı’ndaki salaş bir kahvehaneye götürmüş ve kopelya dağıtımını orada yapmıştı.
- On yıl kadar evvel Gökçeada’ya yaptığım bir gezide, çoktan vefat etmiş olan bay Niyarkos’un, orada halen saygıyla anıldığını gördüm. Yaşlı kişilerin anlattığına göre o devirde İmbros Adası’nın birçok köyü kalkınmış, çalıştırdığı kızlar kazandıkları parayla babalarına ev satın almışlar, drahoma ödeyip evlenmişler, halk refaha kavuşmuştu. İstanbul ve Büyükada’da çalışmış olan bu kadınların çocukları ise zamanla Yunanistan ve Amerika’ya göç etmiş olmalarına rağmen Ada köylerindeki evlerini satmamışlar, kapalı duruyormuş. Yortu (Kutsal) günlerinde, ana topraklarındaki Kilise’de buluşmak üzere Gökçeada’ya geliyorlarmış.
- Yağlı boyayla tablolar yapan büyükbabam, evindeki merdiven basamaklarının yan kenarlarını, halı varmış gibi, çiçek resimleri ile süslerdi. Çalıştığında, yaptıklarını seyretmek, bahçe işlerine ve ev onarımlarına ona yardım etmek en büyük zevkimdi. 1885 yılının kolera salgınından dolayı kulakları duymadığı için çıkardığım tamirat gürültüleri onu rahatsız etmezdi. Fakat çekicin darbe sesinden ve bitmez tükenmez tamirlerimizden etrafı altüst görmekten usanan büyük annem, anneme seslenir ve “Koş gel, bak oğlun evimizi yıkıyor,” diye beni ona şikâyet ederdi. Büyük babam “vur” der, büyük annem “dur” derdi.
- Büyükannem’le en yakın dostluğum beni yatıştırmak için mutfağa, yanına çağırdığı zamanlardı. Ben, ocaktaki kömür ateşini canlı tutmak için horoz tüylü yelpazeyi sallarken, o bana Fransızca La Fontaine’den masallar anlatırdı. El emeğiyle çalışan kişileri seyretme huyum sayesinde, tavada kızarttığı ince patlıcan şeritlerinin içine baharatlı kıyma eti sarmanın ve aynı boy domates dolmalarıyla tencereyi iki renkli daireler halinde süslemenin ustası olmuştum. Öyle ki bir müddet sonra bu yemeği başından sonuna kadar tek başıma hazırlamama ve pişirmeme müsaade ediyordu. Bu aşın, kalaylı bakır tepside ve odun kömürüyle pişerken tüten dumanlı kokusu beni mest ederdi.
- Tıp doktoru olmakla beraber, amatörce resim çizen ve düşündüklerini kağıda dökmeyi çok seven babam, Le journal d’Orient için tasarladığı yazılarını, Hristos (İsa) Tepesi’nde bulunan Lokantacı Façyo’nun kardeşi Ligor’un kır bahçesinde sabahın sakin ortamında hazırlamaktan çok hoşlanırdı. O saatlerde onu arayan bir hastası olduğu taktirde koşa koşa tepeye gidip babamı çağırmak benim işimdi. Beş kardeşten, yaşıt sayılabilen benden bir yaş büyük olan Rita ve benden iki yaş küçük olan Nenet kız olduklarından, erkeklerden Musa ise benden altı yaş, Yılmaz da on bir yaş küçük olduklarından ağabey sıfatıyla bana şeref verilir ve her gereksinime beni koştururlardı. Tüm alışverişleri ben yapardım. Fırına tepsi götürüp getirmek de bana düşerdi. Son anda gereken bir ihtiyaç için yine ben koşardım. Koşarken havayı yanaklarımda hissetmekle rüzgârı dahi yaratabileceğimi düşünür, büyük zevk alırdım. Sokakta tek başımayken hiçbir zaman yürümezdim, hep koşardım.
- Genellikle boş zamanım yoktu, kendime daima iş yaratırdım. İnşaattan kalan ufak tefek malzemeyi değerlendirmek için akla hayale gelebilecek çeşitli eşya imal eder ve bilhassa değişik modelde sandal-gemi maketleri yapardım. On bir yaşımdan beri karakalem ve yağlı boyayla resim çizer, el işi sergilerine katılırım (1942 Okul ödülü). On altı yaşındayken Ada’da yaptığım bir metre boyundaki gemi maketiyle önemli yarışmalara (Beşiktaş Deniz Kuvvetleri) katıldım. On yedi yaşındayken ise 3 metre boyunda ve 120 santim enindeki bir sandalı, ada evimizin arka bahçesinde 1948 yılında inşa ettim. Bu sandalı Yürükali’ye bir yük arabasıyla götürüp, orada törenle denize indirttim (Pandispanya Gazetesi) ve tam 18 yıl kürek, yelken ve sonraları arkasına taktığım küçük bir benzin motoruyla Marmara Denizi’nin Adalar, Fenerbahçe ve Pavli Adası (Pendik yakınındaki) üçgeninde, büyük bir keyifle kullandım.
- Bahçemize bitişik komşu, İzmirli Yefe ailesi idi. Sekiz on yaşlarındaki kızları Vivian (Mitrani), bahçemize gelip toprak üzerine oturur, saatlerce yaptığım işi merakla seyrederdi. Sandalı denize indirdiğim gün, kendi eliyle ördüğü bir bayrağı hediye getirmişti sandalıma. Diğer bitişik komşumuz ise Ambarcıyan Ailesi idi. Babam yaşındaki Bay İstepan Ambarcıyan, denizi iyi bilen, tekne sahibi bir zattı. Çok kere üşenmeden, kendi bahçe duvarına dayandırdığı bir merdivene çıkıp, başını bizim bahçeye doğru uzatır ve inşa etmekte olduğum sandalı hayranlıkla seyretmesine rağmen anneme defalarca bilgiç bir tavırla: “Madam Albukrek, bu tekne yüzemez, batacak,” derdi. Annem heyecanlanır, benim tekne inşa etme hevesime son vermemi isterdi. Fakat üzüldüğümü gördüğünde, “Viktoriko Paşa, yaptığın bunca maket gayet güzel yüzdüğüne göre bu da yüzecek, korkma, deşalo avlar (bırak konuşsun) sen işine bak,” diyerek, bana daima güven aşılardı. İstepan Efendi, sandalımın rahatlıkla dengede yüzdüğünü gördükten sonra bana karşı hep saygılı olmuştur. Annem’le ise müşterek bahçe duvarlarının onarımı yüzünden genellikle kavgalı idiler. Belki de defalarca “Madam Albukrek, bu tekne yüzemez, batacak,” demesindeki amaç, annemi üzmekti.
- Rüzgâr müsait olduğunda, üç köşeli yelkenimin yerine sandalımın güneş tentesini, antik kalyonların dikdörtgen yelkenlerine benzer şekilde direğe asar ve rüzgârı arkamdan alıp yelken şiştiğinde, kendimi büyük kâşif-conquistador (fetheden) Alphonso d’Albuquerque’le özdeşleştirir, dalgaları yararken zevkten havalara uçardım. O zamanlarda adalarımızın suları berrak ve bereketli idi. Yürükali’den Ada iskelesine dönüşlerimde, Seferoğlu ile kaymakamlığın önündeki denizin sığ kayalık sularında, iri gözlü, kaytan bıyıklı fok balıklarıyla karşılaşırdım. Şüphesiz ki iştahla yiyebilecekleri bol ve lezzetli balıklar vardı orada.
- Değişik yönlerden rüzgâr alan Adalarımızın denizinde, yüzmeyi ve yelken kullanmayı kendi kendime öğrenmekle, rüzgâr-tekne-deniz üçgeninin ortasında denge kavramımı geliştirdim. Bu sayede olsa gerek ki, halen yelken kullanmama ilaveten, denge gerektiren bisiklet, kayak, salon dansı, buz pateni sporlarını rahatlıkla yapabiliyor ve ıslakken üşümeden uzun müddet dayanabiliyorum. Bir zamanlar Balıkesir’de, yedek subay vazifemi sürdürürken biniciliğe dahi heveslendim ve hiç zorluk çekmedim. Terhisimden sonra bir de motosikletim olmuştu. Fiziksel denge kavramının, zihinsel dengenin gelişimine yardımcı olduğuna inanıyorum. Yapmakta olduğum tüm sportif faaliyet zincirinin halkalarının özünde sevgili Büyükada’mın etkisi var.
- İskeledeki Saat Meydanı piyasası, yayalar için ne ise Molino (Değirmen Koyu) da teknelerimiz için fiyaka yeriydi. Küpeşteleri verniklenmiş, bronz aksesuarları kaolle pırıl pırıl parlatılmış, güneşe karşı saçaklı tentelerle süslenmiş, arkasında minik bayraklı, zarif ahşap kürekli sülün gibi tekneler gezinirken, tanışmayan insanlar dahi mutlaka birbirlerine “rastgele” selamı verir veya sandallarını yan yana yanaştırıp koyu bir ‘avcı-balıkçı muhabbetine’ dalarlardı. Tekneler yeni boyanmış gibiydi. Tek bir leke, bir çizik bulunamazdı. Su kesiminde çekilen kırmızı renkteki boya çizgisi, genç bir kızın kurdelesi gibi teknenin süsüydü. Takma motor sevdası yeni başlamıştı. Hatırladığım kadarıyla 1950-1955 yıllarında bizim cemaatten Viktor Bronştayn, Mario Benmayor ve benden başka pek takma motor kullanan yoktu. Yürükali Koyu’nda, Rafael Püller, yazar eşi Gentille Arditi Püller’i kürek çekerek gezdirirdi. Bay Brand’ın emektar Möwe teknesi, oranın demirbaşıydı. Adalılar için deniz, yaşamın ayrılmaz hayat arkadaşı, tekneler ise yavrularımızdı.
- Poyrazın kuvvetli estiği günlerde, sandalımı Yürükali’de, balıkçı Sarhoş İbrahim’e teslim eder, evime, Yürükali-Ada iskelesi arasında tarifeli sefer yapan Şirketi Hayriye (Şehir Hatları) vapuruyla dönerdim. Bir keresinde, vapuru kaçırdım. Epey uzaklaşan fedakâr vapur, birden tornistan yapıp beni almaya gelmez mi? Ada kaptanlarımızın özelliği işte bu idi! Denizde, önlerine çıkan sandalları tanır, balık tutan veya çapari sallayan amatör balıkçıyı, ikaz düdüğüyle ürküterek yol isteyeceğine, hız keserek sessizce yön değiştirirdi kaptanlarımız. Çok kere de el sallayarak, “rast gele” temennisinde bulunurlardı bizlere.
- Yürükali’nin “Sarhoş İbrahim” namlı balıkçısı, sandalıma bekçilik yapmakla yükümlüydü. Şehre indiğim bir gün, arkadaşlarımın, aynı gün sandalla gezdiğimi iddia etmeleri üzerine, Yürükali’ye baskın düzenledim ve okuldaki en yakın sınıf arkadaşım Rıfat’ı sandalımda kürek çekerken yakaladım. Sarhoş İbrahim’in, şehre indiğim günleri tespit ettiğini ve o günlerde para mukabilinde sandalımı kiraya verdiğini öğrendim. Kan beynime fırladı. İkisiyle de kavgaya tutuştum. Rifat, benim gibi çilli, ruvyo (kızıl saçlı) idi ve ikimizde de birra de ruvyo (kızıl saçlıların aşırı kızgınlık krizi) vardı. Nerde ise üçümüz de hastanelik oluyorduk ki babamı tanıyan Yürükali Plajı’nın işletmecisi Avni Girgin Bey ve personeli araya girip bizleri ayırtmıştı. Rifat ile aynı sınıfta okuyorduk, o da Büyükadalı idi. Tüm arkadaşlarım sandalımda kürek çekmeğe can atardı, ben de seve seve onlara kürek çektirirdim. Fakat benim de teknenin içinde olduğum zamanlar tabii.
- Deniz motoru kullananların korkulu rüyası, deniz trafiği zabıtası olan, son derece sert ve aksi bir kişiliğe sahip ‘Seyrü-Sefain’ Bey’di. Liman idaresinin güçlü teknesiyle, adalar arasında dolaşıp, motorlu sandalların ruhsat-ehliyet kontrolünü yaptığında mutlaka eksik bir edevat tespit eder, ceza keserdi. Cezaya itiraz edenlere, arka cebinden çıkardığı yıpranmış bir Seyrü Sefain (deniz trafiği) Kanunu kitapçığında yazılı maddeleri gösterip, her zaman haklı çıkmasını bilirdi. Gri renkteki trafik motorunu uzaktan fark edenler, süratle kaçmaya veya büyük bir teknenin arkasına gizlenmeye yeltenirdi. Kontrolden geçenler ise cezadan kurtulamazdı.
- Büyükbabam vefat ettikten sonra boş kalan Haydarpaşa’daki kışlık evini, annem satılığa çıkarmıştı. Almaya talip olan bir bakkal, pazarlık için kardeşiyle bize geldiğinde, kardeşinin ‘Seyrü-Sefain’ Bey olduğunu gördüm. Adam, vazifedeyken takındığı korkunç aksi suratını teknesinde bırakmış, kapalı salonda, tatlı bir beyefendi oluvermişti. Binayı satın aldıktan sonra denizde karşılaştığımızda artık beni kontrol etmez olmuştu. Aksine, deniz dalgalı olsa bile sandalıma doğru gelir, kolunu kaldırıp el sallar ve “Rastgele Viktor Kaptan,” diye seslenip, iyi dileklerini dile getirirdi. İşte o zaman, büyükbabamın ölümünden sonra dahi halen Haydarpaşa’daki evinden beni kolluyor hissine kapılır, beşiğinde okşanan bir bebek gibi mutlu olurdum.
- 1948 yılından sonraki ergenlik çağımda Büyükada’da revaçta olanlar: Bay Mıgırdıç’ın Florida bahçesinde Latin müziği eşliğinde dans etmek, Mehtap Sineması’nda Amerikan filmleri seyretmek, Lunapark veya Palyo-ambelo’da (viran bağ) şarap partileri ve Plaj Oteli gösterilerine gitmekti. Orta yaşta olanlar, Otel Kalipso veya Otel Splendit teraslarında oturup sosyetik beş çayına rağbet ederdi. Akşam ziyafetleri ise Selekt veya Façyo lokantalarında tertiplenirdi. Olgun gençler Yekta Gece Kulübü’nün müdavimi olmuştu. Bay Yekta Isıtan ve sanatkâr eşi, bu yaştakilere hitap eden değişik motif ve isimlerle, çok güzel eğlenceler düzenledikleri için diğer üç adanın gençleri de, akşamları adamıza, Yekta’ya dans etmeye gelirdi. (İst. Ekspres Gazetesi, 18.09.1954). O yaşlardayken, çok kere arkadaş grubumla birlikte kız kardeşlerim Rita ve Nenet’i de dansa götürüp kavalyelik yapardım. Nenet’le güzel ve uyumlu bir dans stilimiz gelişmişti.
- Büyüklerimiz, akşamlarını Anadolu Kulübü’nde geçirirdi. Güneş battıktan sonra oranın bahçe ve lokantasına hanımlar suare elbisesiz, beyler ise ceketsiz giremezdi. Gençler ve çocuklar o saatten sonra katiyetle demir kapıdan içeri alınmazdı. Klüp yönetiminin, her yaz mevsimi için dış ülkelerden getirttiği dünyaca meşhur orkestralarını, biz zibidi gençler kaçak olarak dinlemek ve yeni çıkan şarkıları öğrenmek için şimdiki girişin eskiden sokak olan yolun uzantısındaki kaldırımında oturur, geç saatlere kadar hem müzik dinler, hem de sohbet ederdik. O yıllarda Anadolu Kulübü’nün tertiplediği, gençlerin de katıldığı ve Venedik festivalini andıran kıyafet baloları, akıl almaz fikirlerin ortaya çıktığı bir şenlikti. Giysiler haftalarca evvel düşünülür, grup arkadaşları tarafından çok gizli bir sır olarak saklanırdı. Dekorasyon okumakta olan arkadaşım Ali Pasiner’le bir çok fikir üretirdik. Tasarımlar, hazırlıklar, aksesuar temini, süslenme, yarışma heyecanı ve dedikodusu, eğlence bittikten sonra dahi uzun müddet konuşulur, çok defa ertesi baloya kadar tartışılırdı. (Tercüman Gazetesi, 19.08.1956)
- Kızlı, erkekli kalabalık gruplar halinde sokakta gezinirken genellikle yüksek sesle tartışırdık. Geceleri, açık pencereleriyle uyumakta olan ada sakinleri ise bundan rahatsız olur, bizi ikaz ederdi. Öfkelerini ana lisanlarıyla dile getirdiklerinde, pencereden savurdukları argo kelimeler sayesinde bilgimiz artıyor, yeni bir lisan öğrenme arzumuz kabarıyordu. Bu sayede birçok yabancı kelime öğrenmiştik. Uykularından ettiğimiz mağdurlara, iyi niyetimizi göstermek için çok defa grubumuzu, sokağın başka bir köşesine kaydırırdık. Bu sefer de başka bir evden değişik bir lisanda azar işitmekle, poliglot (çok lisan bilen) olmuştuk.
- Akşamları, kız arkadaşımızı evinin kapısına kadar refakat etmek, centilmenlikti. Genelde tam ayrılırken de kapı eşiğinde yeni bir mevzu açılır, konuşmalar uzadıkça uzar, ayrılma zamanı unutulurdu. Çarkıfelek Sokağı sakinlerinden, konuşmalarımızdan sıkılan uykusu hafif bir vatandaş, ateşimizi söndürmek için olacak ki zaman mevhumunu unuttuğumuz bir gece üst kattan başımıza döktüğü bir kova dolusu suyla yeni bir günün başlamakta olduğunu bize hatırlatmıştı. Uzun müddet Çarkıfelek Sokağı’na uğramadım ve bugün halen yediğim o duşu anımsadıkça adamın döktüğü suyun musluk suyu olduğuna şükrediyorum.
- Ada’da gezdiğimiz hanım evlatlarının çoğu rahibe okullarında terbiye görmüş, hislerini açıklamaktan utanan cici kızlardı. Günün birinde arkadaşım Davit, ailesiyle Beyrut’tan kaçıp İstanbul’a sığınan Yahudiler’den, çok zarif ve güzel kuzinini grubumuza tanıştırdı ve gezilerimize de katılmaya başlamıştı ki bir akşam, Davit benimle kavgaya tutuştu. Meğer kuziniyle Yekta’da cheek to cheek (yanak yanağa) dans etmişim. Bir zamanlar küçük Paris diye adlandırılan modern Beyrut’ta herhalde bu olağandı. Halbuki burada bir erkek bir kızla uzun bir müddet görüştükten sonra dahi cheek to cheek dansı yaptığında ayıplanırdı. “Kız yanaştı, ne yapayım,” dedim. Kapıştık. Tam benim birram de ruvyo (kızıl kızgınlığım) patlamak üzereydi ki araya girenler dövüşmemize engel oldu. Davit’le halen görüşürüz. Kuzini ise birkaç gün sonra ailesiyle birlikte Avrupa’nın bir şehrine yerleşmek üzere gözden kaybolmuştu.
- Grubumuza yeni ve güzel kızlar katılınca genelde bizi selamlamaya dahi tenezzül etmeyen adamızın pişkin delikanlıları, bizlerle derhal arkadaşlık kurmaya girişirdi. Genellikle, sululuklarla veya sataşarak bizimkilere asıldıklarında, bu gözü doymaz kişileri, kızlarımıza, bunlar baba (kart adam) veya bob stil (özenmiş züppe) veya domestik avcısı (hizmetçilere dadanan) diye tanıştırırdık. Faaliyet sahamızda avlanmak için sızmak isteyenleri böylece, tilki-kurt misali, çevremizden uzaklaştırmak için amansız bir mücadele verirdik.
- Yeni evlendiğimde, değişiklik olsun diye bir kaç yaz mevsimini Burgaz adasında geçirdik. Yine de sıklıkla, anne babayı ziyaret için Büyükada’ya gelirdik. Bir sabah, Burgaz-Heybeli arasındaki bereketli sularda, erkenden yakaladığım bir düzine çinakopu, temizleyip buza sardım ve avladığımı büyüklerimize sunmak üzere, Burgaz’dan vapura binmiştik. Büyükada iskelesi çıkışında yürürken, balıkları gemide unuttuğumu fark ettiğimde, Suvat vapuru, yeni yolcusunu almış Yalova’ya gitmek üzere uzaklaşmıştı bile. Yapacak bir şey yoktu. Akşam ziyaret dönüşümüzde, bizi Burgaz’a geri götürecek vapurun, aynı Suvat vapuru olduğunu sevinerek gördüm. Derhal, sabah oturduğumuz yere koştum, paket yoktu. Kamarotu aradım, cevap aynen buydu: “Aha baluklar senin miydu? Eyi temizlemişşun uşşağım! Biz onlaru öğleyin Yalova iskelesunde kızartup, çımacu arkadaşlarla yeduk. Bir de raku alduk, iştuk. Ver şimdi yetmişlik rakunun parasunu bakalum”.
- Komşumuz İstepan Efendi’nin oğlu Onnik’le arkadaşlık yaptığımız yıllarda, sandalımı filika olarak ―sahile servis için― Mik-Nik adlı kotrasının arkasına bağlayıp arkadaş gruplarıyla çok uzaklara giderdik. Molivofasa’ya (Kurşunburun) gittiğimiz bir gün, sabahtan esen hafif poyraz, birden yıldız yönüne döndü ve gök kararmaya başladı. Hava karayele kayıyordu. Fırtına patlamak üzereydi. Hemen demir alıp Paylo ambelo yolu ile Büyükada’daki limanımıza dönmeye çabalarken Heybeli adası açıklarında bir arkadaşın arkaya bakmasıyla sandalımın yerinde olmadığını fark ettik. Onu çeken halat, pervaneye dolanıp kopmuştu. El emeğim göz nurum sandalımı yolda kaybetmiştik. Ne kadar evvel kaybolduğunu kestirmek imkânsızdı. Zorlukla kotranın yolunu çevirerek koca dalgalar arasında sandalı aramaya koyulduk. Karayel azmıştı, bordamıza vuran sert ve kaba sularla iki saat kadar boğuştuktan sonra, onu Niandros (Tavşan adası) yakınında, dalgalar arasında, kaybolduğu için ağlayan küçük bir çocuk gibi tepinirken bulduk. Sapasağlamdı. Henüz karaya vurmamıştı.
- Geçen yıllar zarfında, benimle arkadaşlık yapabilecek yaşa gelen küçük erkek kardeşlerim Musa ve Yılmaz’la oyun ve oyuncak yapımında sıkı fıkı sırlarımız oluşuyordu. Maket yapımında, yaşımızın ve kabiliyetimizin el verdiği kadar birbirimize yardımcı olur, suda yüzdürülecek olanlarını, Splendit Oteli terasının altında, o zaman deniz olan, kayıkçı Lofet ve Horoz Reis’in işgal ettikleri sahilin sığ sularında yüzdürürdük. Oyuncaklarımızı, her zaman biz, kendimize imal ederdik. Şöyle ki, yarım asır kadar sonra her birimiz Büyükada’da geçirdiğimiz yaz tatilleri süresince yapmış olduğumuz eski maket ve oyuncaklarımızı, “Oyuncağın 100 yıllık serüveni-Albukrek Kardeşlerin Özel Koleksiyonu” adı altında 21 Nisan-15 Mayıs 2002 tarihleri arasında sanatsever akrabamız Yakup Almelek’in Kabataş’taki bir işyerinde sergiledik. (Milliyet Gazetesi, 19.05.2002)
- Ada evleri, kışın genellikle kapalı kaldıklarından her bahar mevsiminde bakım gerektirir. Çocukluğumda, dedem, tamir işleriyle uğraşırken beni yanına çırak olarak çalıştırmasından olsa gerek onarma hevesim gelişti. “Bir gün lâzım olur” veya “bozulan bu eşyayı, ilerde tamir ederim” düşüncesi saplantı derecesine varan, kulanım dışı, atılması gereken “gereksiz eşyayı saklama hastalığı”, bende o kadar müzmin ki, 2002 yılının Ağustos ayında, biriktirdiğim bunca eşyayı “Nostalji Müzesi” adı altında Büyükada’daki evimin bir katında sergilemeye kadar götürdü. (Şalom Gazetesi, 21.08.2002) Altı yıl boyunca dostlarıma müzemi gezdirmekten ve her bir eşyanın hatırasını nostaljiyle anlatmaktan, dolayısıyla o eşyayı anmaktan büyük zevk aldım ve gurur duydum. Maalesef iki yıl kadar evvel, dairenin bir bölümünü tekrar ikametgâh olarak kullanmak üzere tadil etmeye başladım ve tüm bu eşyaları paketledim. Yine de Nostalji adındaki müzem, adalarımızda mevcut ve müzeye dönüştürülen İsmet İnönü ve üç edebiyatçı-yazarımızın ev müzeleri dışında Adalar’da açılan ilk eşya müzesi sıfatını almıştır.
- Yıllar geçtikçe Büyükadaya getirilen kent konforu sonucunda adamız, köy özelliğini yitirdi. Öte yandan şehirde, sayfiye taklidi bahçeli-havuzlu siteler çoğaldı. Birçok aile, senede iki defa, göç külfetiyle ev değiştirmek istemiyor artık. Buna, gençlerin otomobil sevdası ve Ege-Akdeniz yöresinde açılan konforlu otellerin cazibesi de eklenince, campagne (sayfiye-köy) diye nitelenen, nostaljik, biraz da ilkel bir hayat yaşamanın tadını arayan hevesliler, gitgide azaldı, belki de kalmadı.
- Tahminimce, benimle yaşıt olan kişilerin dedeleri, bir evvelki asırda, Ankara’nın, Trakya’nın, Çanakkale’nin, Gürcistan’ın o zaman kırsal olan yörelerinde büyüdükleri için özellikle özledikleri, yukarıda anlatmaya çalıştığım Büyükadamızın susuz, gazsız, telefonsuz, radyosuz, bazı geceleri de elektriksiz geçen, 1930 ile1960 yılları arasındaki ailece kalabalık yaşam şeklini, sevdiler, benimsediler, o devri huzurlu yaşadılar ve bize de yaşattılar. Çünkü, horoz ötüşünün sesi ile merkep-katır kokusu, onlara da çocuk yaşta oldukları günlerin mesuliyetsiz, dertsiz, mutlu devrini hatırlatıyordu.
- Şansım odur ki, Büyükada’nın eski köy hayatını, ben de çocukluğumda bir nebze tattıktan sonra şehirli basamağına çıktım. Ne yazık ki, kentlerde doğan yeni nesil insanı, gönüllerimizde saklı kalan nineler dedeler, çoluk çocukla beraber aynı sülalenin içinde tek bir çatı altında büyümenin ve Ulu Yaratan’ın yarattıklarıyla iç içe yaşamanın tadını hiçbir zaman bilemeyecek artık.
- Bana, bunları anlatmaya ve o mesut günlerimi tekrar yaşamama fırsat verdiğiniz için teşekkürler.
ADALAR MÜZESİ KAÇAK DEĞİLDİR
_______________________________________________________7
From: BİNGÜL DURBAŞ
Subject: Adalar Muzesi
Date: September 23, 2010 7:46:34 PM GMT+03:00
To: adalar.postasi@gmail.com
Newyork Times’da Adalar Müzesi’yle ilgili bir haber okudum. ADALAR POSTASI okuyucularının ilgisini çekebilir.
http://intransit.blogs.nytimes.com/2010/09/23/istanbuls-islands-get-a-museum-of-their-own
Çok sevgiler,
Bingül
* * *
September 23, 2010, 6:00 am
By SEBNEM ARSU

http://intransit.blogs.nytimes.com/2010/09/23/istanbuls-islands-get-a-museum-of-their-own
Istanbul’s Islands Get a Museum of Their Own
_______________________________________________________8
From: ENGİN DAMCI
Subject: İlt: ADALAR KENT KONSEYİ GENEL KURUL GÜNDEMİ (bilgilerinize arzen)
Date: September 23, 2010 9:00:34 PM GMT+03:00
To: emine.cigdem.tugay@gmail.com
ADALAR KENT KONSEYİ
GENEL KURUL GÜNDEMİ
Yüzbaşı lojmanda intihar etti
Date: September 23, 2010 10:29:01 AM GMT+03:00
To: vapurlarimizi_vermiyoruz@yahoogroups.com
From: EMİNE ÇİĞDEM TUGAY
Date: September 23, 2010 10:40:10 AM GMT+03:00
To: vapurlarimizi_vermiyoruz@yahoogroups.com
_______________________________________________________12
Vatan, 24.9.2010
http://haber.gazetevatan.com/Haber/330935/1/Gundem
İstanbul’da hortum uyarısı
_______________________________________________________13
Zaman, 25.9.2010
Selim İleri
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1031595&title=nesli-ah%C3%AErde-sonen-istanbul
Nesl-i Ahîr’de sönen İstanbul
|
_______________________________________________________14
SoL, 24.9.2010
http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/erdoganin-cilgin-projesi-nedir-haberi-33681
Erdoğan’ın “çılgın projesi” nedir?
_______________________________________________________15
Gerçek Gündem, 24.9.2010
Yalçın Bayer
http://www.gercekgundem.com/?c=64305
Hangi et lezzetlidir
_______________________________________________________16
Zaman, 24.9.2010
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1031526&title=belediye-binasi-mi-baskanlik-malikanesi-mi
_______________________________________________________17
Yeni Asır, 23.9.2010
Seda Kaya Güler
http://www.yeniasir.com.tr/Yazarlar/seda_kaya_guler/2010/09/23/evden_kacan_ve_kacmayan_kizlar
Röportajlar: Gülbahar Karakuş, Fotoğraflar: Aydan Çınar
|
Bir Cevap Yazın