_____________________________________________
From: ÖMER FARUK BERKSAN
Subject: Serap Uzunlar’a açık mektup
Date: January 26, 2012 2:51:33 PM GMT+02:00
To: adalar.postasi@gmail.com
Serap Uzunlar’a açık mektup…
Sayın Serap Uzunlar,
Heybeliada Gönüllüleri’nin yaptığı temizlik kampanyasına verdiğiniz desteğe çok teşekkür ederim. Süleyman Durmuş’un gayretleriyle yapılan temizlik, gerçekten duyarlı Adalılar tarafından alkışlanması ve desteklenmesi gereken bir çalışmadır, fedakârlıktır.
Sayın Yüksel Özcan’la aranızda devam eden polemiğe bugüne kadar karışmamaya gayret ettim. Ancak bahsettikleriniz, ikinize özel olmaktan ziyade, hepimizi ilgilendiren konular olmasından ve benim de bir Adalı olmam nedeniyle, kendimi daha fazla tartışmanın dışında tutmaya muvaffak olamadım. Hele Kızılay’ın Adalar Şubesi Başkanı olarak, Kızılay Yönetim Kurulu üyeleriyle birlikte Yüksel Özcan’la kulede çekilmiş resimlerimizi, suçlayıcı bir ithamla yayınlatmanızdan
[Sayın Deniz Toprak’ın, ADALAR POSTASI-2639/10 (17.1.2012)‘da yayımlanan yazısı kastediliyor zaar] sonra temsil ettiğim kurum adına da bir iki cümle söyleme mecburiyetinde kaldım. Nihayet, bugünkü yazınızda bir gönüllülük hareketi olarak başladığımız temizlik çalışmasının, Sayın Yüksel aleyhine bir kampanyaya dönüştürme gayretinize de katılamayacağımdan, birazcık da o konuda söz söylemek istiyorum.
Çok üzülerek görüyorum ki ithamlarınız köklü hatalar olmaktan ziyade, niye çivi çakılmış, niye Devlet’in arabası kullanılmış, niye temizlik yapılmamış gibi çok hafif ve bir kaşık suda fırtınalar koparan iddialar niteliğindedir. Devletin işleyişini bilmeyen, Orman biliminin inceliklerinden bihaber birinin alelacele kaleme aldığı, sırf suçlamak olsun diye cımbızla bulduğu bahanelerin yazıları görünümünü taşıyor.
Bildiğim kadarıyla çok tecrübeli bir Ormancı olan Yüksel Özcan, ağaçlara çivilerin çakılmayacağını çok iyi bilen bir yöneticidir. Ormancılık’ta kabul edilen bilimsel yöntemlerin dışına kesinlikle çıkmayan biridir. Bırakın bir ağaca zarar vermeyi, omuzlarında taşıdığı Bakanlığın sorumluluğunu bilerek bir böceği bile incitmeyen bir bilince sahiptir. Öyle sanıyorum ki siz o ağaçlara çakılanın bir çivi mi, yoksa vida mı olduğunu bile fark etmediğiniz gibi neresine vidalandığını bile incelemediniz. Lütfen önce tespitinizi doğru yapınız, sonra yazılarınızı sıralayınız.
İncelediğinizde boyu kısa olan vidaların, kızılçam ağaçlarının kalın ve cansız olan kabuklarına tatbik edildiğini, ağaca hiçbir pas etkisinin olmadığını göreceksiniz. Bu uygulama ormancılık biliminde kabul edilen bir yöntemdir. Ancak siz bunu incelemeden “Ağaca çivi çakılır mı?” diye sorarsanız, elbette “Hayır,” cevabı alırsınız. Bu da bilim adamlarını yanlış yönlendirmek, Adalılar’ı ise yanlış bilgilendirmek ve Yüksel Özcan aleyhine tahrik etmek olacaktır. Bu davranış, benim vicdanımda büyük hatadır, hatta suçtur.
Biz Kızılay Yönetimi olarak Adalarımız’da önce Kaymakamımızı, sonra Belediye Başkanımızı ziyaret ettik. Hem kendimizi tanıttık, hem de Adalar’la ilgili bir felaket durumunda tavsiyelerini aldık, hassas yerleri inceledik. Bu kabilde yaptığımız ziyaretlerden birini de Sayın Yüksel Özcan’a yaptık. O da büyük bir nezaketle bize yardımcı oldu. Kendi sorumluluk alanındaki Adalar’ı yakından tanıttı. Bu kutsal görevde çekilen fotoğraflarımızı anlamadan, dinlemeden lekeleyecek bir dille medyaya taşımak, yayınlatmak, sadece Yüksel Özcan’ı değil, Ülkemizin en güzide kurumlarından biri olan Kızılay’ı ve şahsımızı da haksız şekilde etkilemiş oldu. Yüksel Özcan’ı suçlamak bahanesiyle Kızılay’ı ve bizleri kullanmanızın gerçek sebebi nedir acaba? Çamur atmak bu kadar ucuz olmamalı idi.
[Sayın Yüksel Özcan’ın, “Kızılay Genel Başkanı Adakuleyi ziyaret etti”
başlıklı haberinin ADALAR POSTASI-2309/6 (11.9.2009)‘nda da yayımlanmasından neden sonra Sayın Deniz Toprak’ın, ADALAR POSTASI-2639/10 (17.1.2012)‘ndaki yazısında referans gösterip alıntılamak suretiyle yinelediği sözkonusu fotoğrafa ADALAR POSTASI tarafından vaktiyle yapılmış yorumlara* dair; Sayın Ömer Faruk Berksan’ın —bir hayli geç de olsa— bu açıklamasını, bir nevi tekzip kabul edebilmemiz için sözkonusu yorumlarda geçen soru(n)lara, tarafımızdan hâli hazırda idrak edilemeyen ziyaretlerinin sebep ve kutsiyeti mahiyetinde, Adalar’da geçerli kanun ve yönetmelikler çerçevesinde cevabi bir açıklama getirebilirlerse şayet ancak o takdirde kamuoyunu yanlış bilgilendirip yönlendirdiğimizden dolayı özür dileyerek bu yorumlarımızı yayından kaldıracağımızı beyan ederiz. Saygılarımızla,ADALAR POSTASI adınaEmine Çiğdem Tugay]
Şimdi de Heybeliada Gönüllüleri’nin yürüttüğü temizlik kampanyasını kullanmanız hiç hoş değil. Ormanlarımızın senelerden beri sorumsuz ziyaretçiler tarafından kirletildiği ve temizlenememesi, bütün Adalı’ların çok iyi bildiği bir zaafımızdır. Bu kirliliğin sanki sadece Yüksel Özcan döneminde olmuş da, eski yöneticiler temizlemiş ama bir tek Yüksel Özcan temizlememiş anlamına gelecek şekilde ADALAR POSTASI’na aktarılması büyük haksızlıktır. Hepimiz Orman Bakanlığı’nın ormanları temizleme imkânlarının ne seviyede olduğunu biliyoruz. Gerçekleri saptırarak göstermek samimi bir Adalı’ya yakışmıyor.
Lütfen şahsi ihtilafınıza beni, temsil ettiğim kurumları ve diğer Adalı’ları karıştırmayınız. Yüksel Özcan’la olan davanızı kendi aranızda, kendi başınıza çözünüz.
Adalar’da görevini hakkıyla yapan, bilgili yöneticilere o kadar ihtiyacımız var ki, bırakın işini elinden geldiğince tam yapan Yüksel Özcan’ı, yarım yapanı bile böylesine haksız yere suçlayıp, yıldırıcı olunmasını kabul edemiyorum. Onları bağrımıza basarak teşvik etmenizi o kadar arzu ederdim ki. Siz hiç Yüksel Özcan’la orman gezilerine katıldınız mı bilemiyorum. Tavsiyem muhakkak katılın ve kendisini, bilgisini yakından tanıma, öğrenme şansını elde edin. O gezilerde böceklere karşı gösterdiği hassasiyeti, “Gelin ben size böcek gösterimmmmmm,” gibi alaycı bir dille ele almanız, sizin canlılara karşı ne kadar duyarsız olduğunuzu gösteriyor.
Sayın Uzunlar, ben medya üzerinden yazışmaktan pek hoşlanmıyorum. Sizinle telefonla veya karşılıklı görüşmeyi, anlaşmayı çok isterdim. Ancak sizi araştırdım, böyle isimde birini bulamadım. Acaba siz Serap Uzunlar değil de, o ismi kullanan ve kendini özellikle gizlemeye çalışan, yakından tanıdığımız birisi misiniz?
Yanılıyorsam lütfen beni arayın da görüşelim. Benim telefonumu Adalar Belediye Başkanı Özel Kalemi’nden veya Heybeliada Muhtarı’ndan temin edebilirsiniz.
Fikirlerinize katılmasam da Adalar için sessiz kalmak yerine, görüş veren biri olmanızdan dolayı sizi tebrik ediyorum. Bir de tenkitlerinizi, lüzumsuz konulardaki bilgisiz ithamlarla şahsi davanıza bizleri alet etmek yerine faydalı konulara ayırırsanız sizi ellerinizden öpeceğim.
Görüşmek ümidiyle saygılar sunarım,
Faruk Berksan
_________________________________*
ADALAR POSTASI-2309/6 (11.9.2009)
Kızılay Genel Başkanı Adakule’yi ziyaret etti

10 Eylül Perşembe günü Büyükada’ya gelen Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükyalı, Adakule’yi ziyaret ederek Yangın Gözetleme Sistemi ve Ada ormanları hakkında bilgi aldı. 177 Heliportu’nu da inceleyen Kızılay Genel Başkanı, yangın takip sistemi hakkında ayrıntılı bilgilendirildi. Adakule kapsamındaki araştırma istasyonları hakkında da bilgiler aldı. Ziyaretten oldukça memnun ayrılan Başkan, güzel manzara karşısında hayranlığını gizlemedi. Çalışmalarından dolayı Orman İdaresi’ni kutlayarak Adakule’den ayrılıp diğer programlarına katılmak üzere Büyükada Kızılay Şube Merkezi’ne döndü.
Yüksel Özcan
?
Tüm bu zevat Adakule’ye neylen çıktı
(merkeplen?/otomobillen?/faytonlan?)
diye soracaktık aslında ya…
Değil motorlu araçların yasak olduğu Adalar’da kamu aracıyla keyfi Adakule seferleri
—misal 30 Temmuz’da Büyükada’ya gelen Tarım İl Müdürü’nün de Aya Yorgi’ye çıkabilmeleri için eski Belediye Başkanı telefonla Orman Şefimizi arayarak araçla yardımcı olmasının imkânı ricasında bulunmuş, Şefimiz de gayet olumlu cevap vermişti—
yahu ziyaretin günü bile öylesine münasebetsiz ki!…
“Silivri, Çatalca ve Saray İlçeleri’nde birçok yerleşim yerinin sular altında kalmasına, 33 vatandaşımızın hayatını kaybetmesine, binlerce vatandaşımızın evsiz kalmasına ve kullanılamaz hale gelen alt yapı nedeniyle vatandaşlarımızın ihtiyaç duyduğu temel hizmetlere ulaşamaz duruma gelmesine neden olan” Marmara Sel Felaketi [8.9.2009] akabinde,
“Türk Kızılayı felaketin yaşandığı yerleşim yerlerinde yaşayan vatandaşlarımız için yardım çalışması başlatmış, tüm duyarlı vatandaşlarımızı, kurum ve kuruluşlarımızı bölgede ihtiyaç içinde bulunan vatandaşlarımıza yardım elini uzatmaya çağırmakta“yken;
Kızılay Başkanı, Büyükada’yı ziyaretle Yangın Gözetleme Sistemi, Ada ormanları vesaire hakkında bilgi edinmekte! Kendisi için birincil derecede elzem olmayan tüm bu bilgilendirmeler bahanesiyle de Adakule’den manzara seyrinde! Fesüphanallah! Umumi manzaranın vehametine hayretle! Seyreyle Dünyayı (Temaşa-i Dünya ve Cefakâr u Cefakeş)…
)O(
_____________________________________________
Facebook, 26.1.2012
Aslında Büyükada’da trafik kuralları vardır ve bu faytonlar için de geçerlidir ama kim takar Yalova…
Not: Buraya malesef “Hahaha…” diyemeyeceğim!
_____________________________________________

Milliyet- Ege, 26.1.2012
Kılıçdaroğlu: İzmir teslim olmayacak
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, grup toplantısında, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik baskınlar ve davalara değindi.
Kılıçdaroğlu, “İzmir teslim olmayacak,” dedi ve Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun 397 yıl hapis istemiyle yargılanmasına da “Buna adalet mi diyeceğiz? Güldürmeyin bizi. Örgüt lideri diyorsunuz, insaf,” sözleriyle tepkisini dile getirdi.
Kılıçdaroğlu, tepkisini şu sözlerle sürdürdü: “Genelkurmay Başkanı’ndan terörist olursa, Büyükşehir Belediye Başkanı’ndan da örgüt lideri çıkar. İzmir teslim olmayacak; başkanımızı koruyacağız. Pazar günü isimsiz mail gelmiş, Adalar Belediyesi’ni basmışlar. Basmazsanız namertsiniz, her tarafı basın. Kayseri davasında rüşvet defterini Başbakan’a gönderdik, orayı soruşturan var mı?”
1000 yıl olsa daha iyi
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, söz konusu davayla ilgili olarak şunları söyledi: “Belediye başkanımıza 397 yıl istiyorlar. Bana sordu gazeteciler, ‘Az,’ dedim. ‘1000 yıl olsa daha iyi olurdu,’ dedim. Yılmaz Özdil geçenlerde yazmış; ’Teslim ol İzmir, etrafın çevrildi, başkanın elimizde,’ diye. İzmir teslim olmayacak. Ne İzmir ne de Türkiye, karanlık güçlere teslim olmayacak.”
_____________________________________________
From: ARİF ÇAĞLAR
Subject: Okkalı bir aldatmaca!…
Date: January 27, 2012 1:41:51 AM GMT+02:00
To: adalar.postasi@gmail.com
Okkalı bir aldatmaca!…

ADALAR POSTASI-2644/6(24.1.2012)‘nın bildirdiğine göre Kutluğ Ataman “Hayatımda ilk şahit olduğum politik eylem anneanneme ait. Büyükada çamlık yolunda Menderes’i asan hakime okkalı bir tokat atmıştı,” [Twitter, 19.1.2012 @kutlugataman] demiş. Yassıada, İstanbul takım adalarının parçası olduğu için bu idamlar konusu Adalar’dan bahis açılınca ara sıra gündeme gelir, ayrıca bu konu kendisini DP’nin devamı ilan eden AKP iktidarıyla birlikte daha da sık taraftar toplar oldu son zamanlarda. İki cümlelik hikâyeye göre anneanne idamdan hoşlanmıyor. İdamdan idam olduğu için mi hoşlanmıyor ve idam kararı veren tüm hakimleri her gördüğü yerde tokatlıyor mu yoksa sadece DP’nin üç politikacısının asılmasına mı karşı çıkıyor? İdam cezasının savunulacak yanı yoktur, bunun tartışılacak yanı da yoktur, daha doğrusu vardır ve basit bir hissiyatla değil bilinerek karşı çıkılması gerekir, ayrı konu. Ama hikâyede anneannenin hakimi tokatlama nedenin idami değil siyasi olduğu açık. Belli ki bu zat milletvekili, bakan, politikacı, belki de taraftar olduğu bir siyasi partinin liderlerinin asılmasına karşı. 50’lerde DP’nin başını çekenler arasında bulunan bu adamların, ABD’nin kucağına oturur oturmaz efendisine yaranmak için Türkiye’nin askerini Kore’de cepheye sürdürüp öldürttüğünü bilmiyor ya da bilmek istemiyor. Ya da 6-7 Eylül’ü de hiç fark etmemiş, İstanbul’da çapulcuyu ayaklandıranların bu asılanlar ve onların partisi olduğunu hiç duymamış ya da dönemin propagandasına uygun olarak bilmek istememiştir – öyle ya olayların suçu yine bir Amerikan kuklası oyunu olarak komünistlerin üstüne atılmıştı. Aynı DP’nin kaç kişiyi sorgusuz sualsiz hapiste tuttuğu haberini de bir türlü alamamıştır. Kim bilir belki de hükümet radyolarından sabahlara kadar yalan dolan Vatan Cephesi’ne kaydolanların adları arasında onunki de vardır. Anlaşılan annenanne tokat atacak cesarette ve o derecede de saf ve cahil bir kadındır. Pek sık rastlandığı gibi o dönemde de din ve parayla aklını bozmuş bir iktidar yeterince insanın aklını başından almayı başarmıştı: her mahalleye istediğinden fazla din, her mahalleye bir milyoner; yaşasın yeşil kuşak, yaşasın antikomünizm. Tabii 60’ların başına kadar yasak olduğu için Nazım Hikmet’in Kore’de cepheye sürülüp öldürülen askerler için yazdığı şiiri de okuyamamıştır, o dönemin satılmış politikacıları için diğer yazdıklarını da okuyamamıştır. Yurt savunmasıyla ilgisi olmayan bir Kore savaşı, yurttaşı yurttaşa düşman etme planın hunhar politikası 6-7 Eylül vahşeti, öğrencinin üzerine sürülen atlı ve coplu polis, herkesin evde fısıltıyla konuştuğu bir baskı rejimi v.s. Bunların hiç mi sorumlusu yoktur? Bunların hesabını kim verecek, nasıl verecek? İdam cezası doğru değildir ama acaba bunca canın ve diktanın cezası ne olmalıdır? Saflığı, cehaleti, bilinçsizliği, sorumsuzluğu bir yana bırakıp okkalı bir şekilde düşünsün bakalım torun? AKP destekçisi Kutluğ Ataman kendi siyasetine doğru bir başlangıç yakıştırmış. Geçen yaz da Türkiye’de solun AKP’nin içinden çıkacağını ilan etmişti. Her iktidarın böyle kendini gönülden aldatan ve herkesi aldatmakta ustalaşan destekçilere ihtiyacı vardır. En tipik özellikleri sağı solla, solu sağla okkalı bir şekilde karıştırmalarıdır.
Arif Çağlar
_____________________________________________
From: SELİN AYGÜN
Subject: Dedem’in albümünden…
Date: January 26, 2012 5:49:58 PM GMT+02:00
To: adalar.postasi@gmail.com
Aydede dedi Adadede…
Masalsı “aydede” misali “Adadede” diye etiketlediği
bu güzel fotoğraf için Selin Aygün’e candan teşekkürlerimizle…
)O(
Dedem İbrahim Atalay ile anneannem Leman Atalay ve de teyzem Melek Aydın,
annem de anneannemin karnındaymış meğer!…
Büyükada’da, 1943.
_____________________________________________

Milliyet, 26.1.2012
Gökhan Karakaş
‘Kavga değil dans ediyorduk’
İşadamı Ali Küçükoğlu’nun ölümüne neden olan tekne kazasını yapan İlker Yiğit Hepkeskin’e dümendeyken tekme attığı ileri sürülen kilit isim Ukraynalı Anna Sychova, “Tekme atmadım dans ediyordum. Herhalde öyle anlaşıldı,” dedi
Heybeliada Çamlimanı plajı açıklarında meydana gelen tekne kazasında işadamı Ali Küçükoğlu’nun ölümüne, 5 kişinin de yaralanmasına neden olan Hepkeskin’in ‘taksirle öldürmek ve yaralamak’ suçundan 22,5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanmasına Kartal 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Tekne içerisinde Hepkeskin’le kavga ettikleri ileri sürülen Anna Sychova ve Yuliya Britova ise kavga değil dans ettiklerini ileri sürdü. Genç kızlardan Anna Sychova, “Tekne birden hızlandı, dengemi kaybettim. İlker de üzerime düşüyor gibi dengesini kaybetti. Ben yere düştüm. Sadece ‘dikkat’ sözünü anladığım için aklımda kaldı. Onun dışındakileri anlamadım. Kalkmaya çalıştığım sırada kaza oldu,” dedi.
“Biz tekme atmadık”
Yuliya Britova ise “Arkadaşım Anna ile dans ediyorduk. Ben oturdum, o dans etmeye devam etti. Tekne birden hızlandı. İlker’in ‘dikkat’ dediğini anladım. O bize vurmadı, biz de tekme atmadık. Kavga değil dans ediyordu,” dedi. Mahkeme bilirkişi gönderilmesine karar verdi ve duruşmayı erteledi.
_____________________________________________
Bianet, 27.1.2012
Abdullah Onay
Barınaklar birer Hayırsızada…
1911 yılında Hayırsızada’ya 60-80 bin arası köpeği atarak açlıktan, susuzluktan birbirlerini parçalatarak katleden ve imha çözümünü başlatan İttihat ve Terakki iktidarı olmuş. 100 yıl geçti, çok fazla gelişme sağladığımızı söylemek zor
En son Bolu Belediyesi Barınağı’nda patlayan faciayla bir barınak trajedisiyle daha yüz yüze geldik,
Hayvan haklarıyla ilgilenler bu tür barınak facialarına alışkındırlar gerçi, kamuoyu da ancak geniş çaplı bir olay meydana geldiğinde bundan haberdar olur. Önce yoğun bir tepkiyle karşılanır, sonra belki birtakım düzeltmelere gidilir ve ardından hepimiz normal hayatlarımıza döneriz. Yıllardır tekrarlana gelen durum budur.
Bu süreçte barınakların pek de iyi yerler olmadığına dair bir kanaat oluşur insanların kafasında. Köpekler istiflenmiştir. Yiyecek sorunları vardır, sağlık sorunları vardır… Ama barınağın varlığı herkese çok ‘doğal’ gelir, ezelden beri varmış ve dünya durdukça var olacakmış gibi!
[1]
Peki nasıl oldu da hayvanseverler bu barınakların ‘doğal’lığını kabul ettiler. En başta, buna razı oldular çünkü tam bir “ölümü gösterip sıtmaya razı etme”yle karşı karşıyaydılar. Daha şunun şurasında 15-20 yıl öncesine kadar, sokak köpekleri belediye görevlileri tarafından herkesin gözü önünde sokak ortasında vurularak, zehirlenerek öldürülürdü. Zehirlenmiş hayvanlara yoğurt yedirmeye çalışan gözü yaşlı, çaresiz hayvansever görüntüleri kalırdı geriye. Artan tepkiler —”yabancılara rezil olduk”u da unutmayalım— ve çıkan hayvan yasasıyla bir ‘gelişme’ yaşadık; artık sokak köpekleri barınaklara toplanacak, itlaf edilmeyeceklerdi.
İlk resmi barınak 1994 yılında Büyükşehir Belediyesi tarafından Alibeyköy’de kuruldu.[2] Hem de nereye; tadilattan geçirilmiş mezbaha binasına! Fakat gelişmeleri izleyen hayvanseverler gördüler ki bu barınak ve sonrasında mantar biter gibi kurulanlar, hayvanların yine öldürülmeye —ama bu defa gözden uzakta— devam edildiği bir toplama kampı.
Yok etme zihniyeti değişmemişti, barınaklar da bu işin yasal bir çerçeve içerisinde yapıldığı yerler olmuştu.
Hayvanlar sokaklarda gözümüzün önünde öldürülmüyordu. Barınak adı verilen toplama kamplarında kâh hastalıktan kâh açlıktan kâh birbirlerini boğazlayarak ölüyorlardı. Ama bazı hayvanseverlerin vicdanları rahatladı, göz görmeyince gönül katlanır.
Nazi dönemi Almanyası’nda toplama kamplarında yaşananlardan haberimiz yoktu diyen Almanlar gibiydik. Barınaklarda yaşananlardan haberimiz olmadan o asude hayatlarımızı sürdürüyorduk.[3]
Bir avuç hayvanseverin buralardaki vahşeti gösterme çabaları olmasa, geniş hayvansever kitlesi ve tabii ki toplum, barınakların bir hayvan cenneti olduğu yalanıyla yaşayıp gidecektik. Ama gerçekler öyle değil…
Şu an Türkiye’de kaç barınak olduğu, kaç köpeğin buralarda esaret altında olduğuna dair ulaşacağımız bir bilgi yok. Hemen hemen her ilde birçok ilçede olduğunu düşünürsek yüzlerce barınak var, on binlerce köpek buralarda ölümü bekliyor.
1911 yılında Hayırsızada’ya 60-80 bin arası köpeği atarak açlıktan, susuzluktan birbirlerini parçalatarak katleden ve bu imha çözümünü başlatan İttihat ve Terakki iktidarı olmuş.
Aradan 100 yıl geçti, çok fazla gelişme sağladığımızı söylemek zor. Çünkü —bütün ‘sorunlar’da olduğu gibi— sorunun nedenleriyle değil sonuçlarıyla mücadeleye devam eden bir zihniyet dünyamız var. Tabii çözüm aracı olacak her şey de amaca dönüşmüş durumda.[4]
Ne yazık ki barınakların sürdürülmesindeki rolü ile barınakçılık da bu halde. Kötü niyetlileri, rantçıları bir kenara bırakalım, köpekleri her ne pahasına olursa olsun yaşatma, bir takıntı haline geldi bu kesimde. Bu takıntı hayvanların doğasına aykırı koşulları görmeme, kabullenmeme direnci oluşturuyor.
Toplama kamplarında suçunu bilmeden ölümünü bekleyen bu zavallıların durumlarına ilişkin en ufak bir şüphe bile duymuyorlar.[5]
Evet, asıl sormamız gereken soruyu sorup mücadelemizi buna yöneltmezsek, bu sorunla sonsuza kadar yaşayabiliriz.
Çiftlikler, petler, kaçakçılar, hayvan sahipleri kontrolsüz biçimde üretmeye devam ederlerse, isteyen istediği kadar hayvanı alıp atarken bir kayda kuyda girmezse…
İlaç firmalarının, mama firmalarının, petlerin, veterinerlerin, barınak işletmecilerinin… herkesin kazandığı ama yalnızca hayvanların kaybettiği bir kısır döngüyü sürdürür gideriz. (AO/HK)
[1] Örneğin Barınak Gönüllüleri Derneği’nin manifestosunda barınakların geçiciliğine dair bir madde bulmamız mümkün değil. Bir kabullenme var. Barınaklar zaten olması gereken ‘doğal ortam’ gibi yerlerdir.
[2] Bu resmi kuruluşlarının öncesinde de bazı hayvanseverlerin kurduğu özel barınaklar olduğunu biliyoruz. Bunların içinde iyi niyetli hayvansever çabalarıyla kurulanlar da var, yine çıkar edinmek amaçlı olan da. (Örneğin 1992 yılında Türkiye Hayvanların Yaşama Hakkını Koruma Derneği ile Türkiye Hayvanları Koruma Derneği arasındaki kavga, İsmet Sungurbey, Hayvan Hakları, 1993, s. 798.)
[3] Aslında bunun yalan olduğunu da büyük bir çoğunluğu bilir. Birçok hayvansever barınakları görmek istemez. Çünkü görmedikçe hayal ettikleri bir hayvan cennetidir oraları.
[4] Örneğin kısırlaştırma, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin rakamlarına göre 2004 ve 2011 tarihleri arasında; 39 bin 372 kısırlaştırma yapılmış. (****) Kimse kısırlaştırma nereye kadar diye sormuyor, bu da doğallaşmış durumda. Sokak köpekleri karınca değil ki toprağın altından çıkmıyor.
[5] Bildiğim Adana, Yedikule ve bilmediklerim… ‘toplama kampı’ tabirine uymayan barınaklar var. Bu da yine orada mücadele eden o insanların olağanüstü çabalarından kaynaklanıyor ama tabii bilinçlerinden.
* * *
ADALAR POSTASI-240011/12/13/14/15 (2.4.2010):
sivriada (hayırsızada) neden mi hayırsız?
http://adalar-postasi-guncel.blogspot.com/2010/04/2-2400.html
[…]
“Gidişleriyle ıssızlaşmış sokaklarda lodosun estiği geceler sesleri duyuldu tıpkı yıllar önce olduğu gibi… Seslere dayanamayanlar sandallara, teknelere atlayıp bazılarını gizlice geri getirmeye gittiler ve adaya yanaştıklarında gördükleri manzarayı bir daha hiç unutamadılar. Sürgündeki seksen bin köpek denizin ortasındaki bu çorak kara parçasında kendilerini alıp götürecek bir tanrı misafiri bekliyordu. Ne var ki, hayat artık onları geri getirtmeyecek kadar modernleşmişti.”
1910 yılında, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden ve Jön Türklerin başa geçmesinden bir yıl sonra, İstanbul’daki sokak köpeklerinin kökünün kazınmasına karar verilir. Mesele büyük bir hızla halledilir. Önceleri köpeklere şehir kapılarında bakılması düşünülmüş, ama sürgünlerin bu duruma büyük bir gürültüyle karşı koyacağı hesaba katılmamıştı. Balık istifi gibi yığılmış, gece gündüz uluyan, hiç durmadan kapışan köpeklerin olduğu yerde yaşamak imkânsız hale gelir. Birbirlerini yiyen köpeklere bakmayı insanların içi kaldırmaz ve herkes bu sürgün cezasına karşı çıkar. Belediye de işi bitirmek için bu gürültücü hayvanları kimsenin yaşamadığı Sivriada’ya göndermeye karar verir.
Kültür tarihçisi Ekrem Işın ve Orhan Kuloğlu’nun da görüşleriyle yer aldığı film bu konuyla ilgili yapılan ilk belgesel çalışma olma özelliği taşıyor.
Sesim Rüzgâra “modern bir sürgün hikâyesi”
Yazan -Yöneten: Emre Sarıkuş
Seslendirenler: Altan Erkekli, Altan Gördüm, Engin Alkan, Hakkı Ergök ve Sungun Babacan
Müzik: Erdal Güney
Kamera: Adem Erkoçak
Kurgu: Enes Korkmaz, Erkan Tosun, Gamze Öğüt
Video Renk Düzenleme: Enes Korkmaz
Ses Miksaj: Ümit Satır
Türkiye, 2010, 37′
_____________________________________________
Bianet, 26.1.2012
Murat Türker
Komşudan traji-komik insan manzaraları…
* Burgazada’da 21 Ocak 2012’de
Şileli Eleni Paleologou Elmasoğlu’nun anısına…
İronik yapısıyla sempati kazanan yönetmeni “Böylesine şahane, üstelik Beyoğlulu bir oyuncuyu bulmuşken İstanbul’daki —affedersiniz— azınlıklarla ilgili bir film çekmeyi düşünmez misiniz?” diye provoke etmeden duramadım.
Yunanistan’da kriz ortalığı kasıp kavurmaya devam ederken Atinalı sinema yönetmeni Fillippos Tsitos, İstanbul doğumlu oyuncu Antonis Kafetzopoulos’u da peşine katarak çektiği Haksız Dünya adlı filmiyle Yunan toplumunun içine girdiği bunalımı keskin bir dille aktarıyor.
İlk gösterime girdiği İspanya’daki Uluslararası San Sebastian Film Festivali’nden geçen Eylül’de en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu ödülleriyle çıkan Yunanca adıyla Adikos Kosmos, Kasım ayında Selanik Film Festivali’nde boy göstermişti, Yunan sinemalarındaki resmi gösterim tarihi 2 Şubat 2012 olarak belirtiliyor.
1991’de Almanya’ya sinema eğitimi için gitmiş olan 1966 doğumlu Tsitos’un yoğun olarak çalıştığı alan Alman televizyonuna yönelik polisiye diziler. Kısa filmleri dışında sonuncusuyla beraber üç adet uzun metrajlı eseri var.
Fatih Akın misali gurbet vatan Almanya konulu ilk filmi 2001 yapımı My Sweet Home oldu. 25 ayrı milletten kişinin toplandığı müzikli bir mekânda curcuna sahnesi görülmeye değerdi.
Hayat mücadeleleri sırasında memleketlerinden uzak yaşamaya mecbur kalan insanların aidiyet bunalımı, yönetmenin ifadesiyle Kusturica’vari bir dille anlatılmıştı.
2009 yılında ikinci uzun metrajlı eseri Akadimia Platonos‘u çekmek üzere seçtiği başrol oyuncusu bir süre sonra sırra kadem basınca Filippos’un imdadına filmin prodüktörlerinden Antonis Kafetzopoulos yetişmiş; Yunanistan’da gayet popüler olan tiyatro, televizyon ve sinema yıldızı Antonis’le aralarında ‘aşk’ o zaman başlamış.
1964 yılına kadar İstanbul’da yaşayan ve Beyoğlulu olan 1951 doğumlu ünlü oyuncu çocukluğunda Burgaz, Tarabya ve Yeşilköy’e gittiğini gayet net hatırlıyor, hatta günümüzde, sanki fazla göze batmamak için İstanbul’un isiyle kamufle edilmiş gibi duran muhteşem yapıda, Taksim’in göbeğindeki Aya Triada kilisesinin arkasına düşen Zapyon okulunda okumuş.
Locarno Film Festivali’nde en iyi oyuncu ödülü aldığı ve Türkçe’ye Platon’un Akademisi olarak tercüme edebileceğimiz bu film Yunanistan’ın bugünkü haline nasıl geldiğinin de bir öngörüsü olmuş.
Üçü göbekli dört tembel Yunanlı bir kahvenin önündeki plastik sandalyelerde oturup kamışla frapelerini yudumlamaktadırlar. Tek meşgaleleri karşılarında bir araçtan yük boşaltmakta olan, insan zinciri halindeki bir grup Çinli işçinin sayısını tahmin etmek gibi görünmektedir.
Tabii Çinliler’in hızlı çalıştıklarını, kaldırım düzenlemesi yapmakta olan Arnavutlar’dan müteşekkil bir amele grubundan yola çıkarak Arnavutlar’ın da ağır işçilikte başarılı olduklarını itiraf etmek durumundalar.
Kendileri ise, dükkânları fazla iş yapmadığından zaten bol olan boş vakitlerinde çocuklar gibi sokakta futbol oynayacaklardır.
Mahalleye başına buyruk bir Arnavut geldiğinde ise durum değişmiştir; dört kafadar istenmeyen yabancının karşısına dikilir ve Antonis Kafetzopoulos’un oynadığı Stavros karakteri kendisine sorar: “Adın nedir senin bakıyim?” “Niko” diye cevap alınca: “Onu değil, gerçek adını, Arnavutça olanını sordum gerzek,” der ırkçılığına mani olamayarak.
Yıllar boyunca Yunanistan’ın başbelası olarak algılanan Arnavutlar’a nefretini: “Ne biçim adamlarsınız siz be? Adlarınızı nasıl değiştirisiniz?” diyerek dışa vurur.
Derken aynı kişiyi anne evinde görünce deliye döner, annesine: “Sana demedim mi yabancıları eve almayacaksın diye anamı …..in,” diye bağırır. Ama gerçek acıdır, katlanamadığı o Arnavut kardeşidir, hatta yıllar sonra yapılan itiraf bununla bitmez, babaları da aynıdır.
Her zamanki gibi mali krizin günah keçileri ilan edilen göçmenler bu günlerde Yunanistan’ı terk etmekle meşguller, fakat Filippos Tsitos son filminde tamamıyla toplumsal bir analize yönelmiş.
Kafetzopoulos’un oynadığı Sotiris karakteri kendi adalet duygusuyla davranan vicdanlı bir polistir. En ufak bir ipucunun kişinin suçlanması için yeterli olduğu tüm dünyanın güvenlik kuvvetleri zihniyetine aykırı olarak kanıt niteliğindeki olayları yok sayan, zanlıyı aklayan versiyonları doğru kabul eden idealist bir memur haline gelmiştir.
Bir süpermarketten çaldığı malla kaçmakta olan komşusu Dora’nın peşinden koşan güvenlik görevlisine çelme atmaya kadar vardırır işi.
Fakat kendisine kaba davranan birisini parmağının tetiğe istemeden değmesiyle öldürmesi işleri karıştırır. Üstelik komiserlikte odasını paylaştığı, Christos Stergioglu’nun oynadığı Minas’ın birikimlerini borç almıştır ama panik anında o parayı da kaybeder.
2009’da Giorgios Lanthimos’un dünya çapında ünlenen ve bir Yunan ailesi hakkında yapılmış en sapıkça filmlerden biri olarak kabul edilen Kynodontas (Köpek Dişi) filminde babayı canlandırmış olan Stergioglu, Adikos Kozmos‘ta zaten sevmediği karısının tek hayali olan karavanı gözden çıkarmıştır, ama başı belada olan mesai arkadaşının gözünün yaşına bakmadan parayı ısrarla geri istemektedir.
Yunan toplumunun en belirgin özellikleri olarak bilhassa son dönemde ortaya çıkan düşene vurma, gammazlama, şantaj yapma veya kendi pisliği ortaya çıkacak diye suçu örtbas etme sanki resmi geçittedir.
Theodora Tzimou’nun canlandırdığı Dora karakteri, aynı zamanda cinayetin işlendiği ofiste gece temizliği yapan ve hayatını idame ettirmek için bin bir türlü işte çalışan bir Helen dilberidir.
Kimsenin kimseye güvenmediği ve gerçek olanın tamamıyla sorgulandığı günümüz toplumunda Dora yine de Sotiris’e kendi çıkarları doğrultusunda inanmayı tercih eder, çünkü herkes art niyetlidir, kimse karşılıksız olarak kimseye iyilik yapmamaktadır.
Dora da zaten feleğin çemberinden geçmekte ve sırtını dayayabileceği bir durum peşindeyken kendi arkadaşlarına da kazık atabilmektedir, iş kapmak için cinsel kimliğini de kullanır.
Bulduğu parayı eski sevgilisiyle tüm bağlarını kesmek ve ona rest çekmek için kullanmıştır aslında, ama mevzubahis kişiden okkalı bir tokat yemekle kalmaz; “Niye bana böyle şeyler yapıyorsun, sevgilim?” lafını da duyar.
Yalnız kadın-erkek ilişkileri değil tüm toplum mutsuz, güvensiz ve ümitsizdir, hayvanların bile birbirine yardımcı olma içgüdüleri varken insanlar birbirine çelme takmak için adeta fırsat kollayan namussuzlardır.
Yönetmene film boyunca sık sık gözümüze sokulan S&S şirketinin son zamanlarda Yunanistan halkının bir numaralı düşmanı olarak algılanan Almanya’ya atıf olup olmadığını sordum, kahkahayı basarak tesadüfi olduğunu söyledi, oysa nemrut suratlı gibi görünen Beyoğlulu Antonis’in dudaklarında bıyık altı bir gülümseme belirdi, “Vallahi ben düşünmeden edemedim,” deyiverdi.
Filippos filmde insanın kendi mutsuzluğu yüzünden başkalarına haksızlık yapmaya meyilli olduğunu trajikomik bir dille anlattığını ifade etti.
“Bu zaaftan veya ihtiyaçtan kaynaklanabilir ama bir şekilde tuzağa düşülüyor, tatmin edici olmayan bir varoluş içinde, başka bir hayatın peşinde ama onun da ne olduğunu tam olarak bilmeden yolumuza devam ediyoruz. Birisi için adil olan başkası için haksızlıktır, bundan ortaya çıkan durum da herkesin aynı anda hem haklı hem haksız olduğudur.”
İronik yapısıyla sempati kazanan yönetmeni “Böylesine şahane, üstelik Beyoğlulu bir oyuncuyu bulmuşken İstanbul’daki —affedersiniz— azınlıklarla ilgili bir film çekmeyi düşünmez misiniz?” diye provoke etmeden duramadım.
Zamanında Yunanistan’da milyonları sinema salonlarına çekip ödüllere boğulmuş olduğu halde, 64 zoraki göçünün romantize edilmiş versiyonu
Politiki Kuzina yani
Bir Tutam Baharat ancak yıllar sonra Türk televizyonlarında oynayabilmiş olsa bile, aman onun gibi olmasın diye de ekledim.
Yunan sinema sektörünün de mali krizin pençesinde olduğunu, ikisinin de fazla konuşmamasından kaynaklanan, leb demeden leblebi misali bir uyumla çalışmaya devam edecekleri yeni projelerinin dış destekle gerçekleşebileceği ümidini taşıdıklarını belirttiler.
Kimbilir, belki Haksız Dünya önümüzdeki aylarda Türkiye’ye de gelir, yaşını kesinlikle göstermeyen Antonis de bu vesileyle vatanına kesin dönüş yapar, rockçı ruhunu ele veren Rolling Stones tişörtüyle eskiden olduğu gibi mutlu mesut yaşayıp gider. (MT/BA)
_____________________________________________
FaceBook, 26.1.2012
Leonidas Mikropoulos ADALAR POSTASI ile birlikte
https://www.facebook.com/leonidas.mikropoulos
ADALAR POSTASI,
Leonidas Mikropoulos’un fotoğrafında etiketlendi!…
Nabi Yavuz Şenturan: “ÇOK GÜZEL…”
Lerna Nubar Karatas: “thank you for a great picture”
Anastasia Fotiadou Liparidis: “Thanks for the picture . it brings back memories”
Maruska Manof Nedyalkof, Selcuk Aral, Leonidas Mikropoulos, Tugay Kartal, Mert Can, Salih Özlü, Karnik Olgar, Kurken Alyanakian, Cahit Gülsen, Sadık Demirci, Cüneyt Hatipoğlu, Okay Çekin, Müge Senerman, Semra Kesen, Nabi Yavuz Şenturan, Anastasia Fotiadou Liparidis, Έλενα Ράπτη, Nana Michailidou, Matoula Pantelaki, Osman Barda, Paraskeva Vassa, Anthoula Malahtari, Asti Diamantoglou, Murat İnan, Zozo Ntinou, Alp Sunalp, Melih Şallı, Michael Zildjan, Nadir Dönmez, Yasemin Yeni Akalın, Lerna Nubar Karatas, Adışah Gül, Kiriaki K. Georgiadou…
bunu beğendi.
_______________________________

AjansSpor, 26.1.2012
Yarı Yıl Kupası başladı..
Türkiye Yelken Federasyonu Faaliyet Programında yer alan 2012 Yarıyıl Kupası, Optimist ve Laser sınıf yarışları Amiral Turgut Reis Optimist ve Laser Yarı Yıl Kupası adı altında Turgut Reis Belediye Yelken Kulübü evsahipliğinde gerçekleşiyor
Turgutreis Fener Plajı’nda yapılan Amiral TurgutReis Yarıyıl Kupası yarışlarına. Optimist sınıfında 110, Laser 4.7 sınıfında 71, Laser Radial sınıfında 36 ve Laser Standart sınıfında 10 sporcu olmak üzere toplam 227 sporcu katılıyor.
Adana, Antalya, Ankara, Balıkesir, Muğla, İzmir, İstanbul, Bursa, Çanakkale, İskenderun, Sinop, Kocaeli, Aydın, Mersin, Samsun ve Tekirdağ illeri olmak üzere toplam 16 il ve 45 klubün temsil edildiği yarışlar bugün başladı.
Hava şartlarının olumsuz olması sebebiyle geç start alan yarışların ilk gününde 2 grup halinde yarışan Optimist sınıfında 1. Yarışı yalnızca 1. Grup tamamladı. Laser sınıfında ise 12 sporcunun yarıştığı Standart sınıfında 1. Yarış tamamlandı.
Heybeliada Su Sporları Kulubü’nden Mustafa Çakır 1., İstanbul Yelken Kulubü’nden Alican Başeğmez 2., aynı kulüpten Saffet Onur Bilgen 3. oldu.
Amiral Turgut Reis Optimist ve Laser Yarı Yıl Kupası yarışları 29 Ocak Pazar günü sona erecek.
AMİRAL TURGUT REİS YARIYIL KUPASI PROGRAMI
27 Ocak Cuma
11:00 Yarışlar (ilk start saati)
28 Ocak Cumartesi
11:00 Yarışlar (ilk start saati)
29 Ocak Pazar
11:00 Yarışlar (ilk start saati)
14:00 Son uyarı işaretinin verileceği saat
17:00 Ödül Töreni ve Kapanış
_______________________________

Adalar Spor, 27.1.2012
https://www.facebook.com/adalarsporkulubu
Adalar Spor U-16 Takımı ile Çavuşoğlu Spor maçı, Kartal Yunus Stadı.
U-16 Takımı’nı 6 yıl sonra yeni yönetim olarak sahaya sürdük. 100 kişilik müracaat içinde değerlendirdiğimiz arkadaşlarımızdan 18 arkadaşımızın lisansını çıkardık. Lisansları için ekstradan müracaat ettiğimiz başka arkadaşlarımızın eksik evraklarının tamamlanmasıyla yeni arkadaşlarımıza da lisans çıkartacağız.
U-16 ve B Genç gibi alt yapıda çalışma yapmamızın en önemli hedefi A Takımı’na alttan oyuncuları atarak ilerinin 11’ini Adalar Spor Kulübü’nün ismine yakışan Adalı çocuklarımızdan oluşumuna katkı sağlayabilmek. Bügün arka arkaya yapılan maçların ve yoğun idman programımızdan yorduğumuz çocuklarımız 2. devre istekli ve hırslı mücadele ederek Çavuşoğlu’yla başa baş bir mücadele ortaya koydu.
Her arkadaşımın alnından öpüyorum.
Başarılarımızın devamını diliyorum,
Yusuf Bahar
_______________________________

Bir Cevap Yazın