* * *
2- Emine Çiğdem Tugay: “Aya Yorgi, neden, nasıl ve ne zaman gününü şaştı?…”
3- ADALAR POSTASI‘ndan ‘müthiş’ bir hizmet!…
4- Adalar Kültür Derneği: “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun!…”
5- Mehveş Evin: “Kimbilir kaç paraya pazarlanan ‘Adalar manzarası’ndan bildiriyorum. Kadıköy-Pendik hattının gerisindeki tepeler, yavaş yavaş doluyor. Aradan tuhaf çıkıntılar yükseliyor. Şehir, komple bir beton yığını…”
6- Adalar Kültür Derneği 11. Fotoğraf Yarışması…
7- Tarık Konal: “İstanbul’un ağaçlarının çeşitli gerekçelerle kesilmelerinden duyduğunuz kaygıyı belirten iletinizi aldım…”
8- Selin Aygün: “Çam yemişi, bahçemizin hediyesi…”
9- TAY Projesi 19. yaşında!…
10- Selçuk Aral: “Almanların ünlü bulvar gazeteleri Bild Zeitung —Avrupa’nın en büyüğü— motorlu araçların yokluğundan dolayı okuyucularına Büyükada’da yaşamayı tavsiye ediyor. Peki bizimkiler ne yapıyor? Faytonları kaldırmaya karar veriyorlar!…”
11- Selin Aygün: “Büyükada’da atlar…”
12- Gabriela Olaru: “Heybeliada Gezisi…”
13- Selim İleri: “Gelgelelim Münevver’in aşkı sona ermez. Şefik’in babasına yazdığı mektubu rastlantı sonucu ele geçiren Münevver hakikati çok geç anlar; Büyükada’ya vardığında… … o mimozalı, leylâklı, şen şakrak Aya Yorgi panayır günü Şefik ölmüştür!…”
15- Yüzler Defteri‘nden…

NEDEN, NASIL ve NE ZAMAN
GÜNÜNÜ ŞAŞTI?…
Emine Çiğdem Tugay
…
_____________________________________________
ADALAR POSTASI’ndan ‘müthiş’ bir hizmet!
Vapurlara mopurlara tepişmeden, fayton kuyruğunda ağaç ve/veya yollara revanla perperişan olup da Büyükada’yı istilayla tarumar etmeden; Saygıdeğer Aya Yorgi Hazretleri’nin yortusu diye —dahası ne zaman ve nasılsa bir şaşmayla yanlışıkla ve yalnızca 23 Nisan’da değil— ister 5 Mayıs’ta ister yılın her bir günü 24 saat hizmetle ekteki dilek kutusuna atabilirsiniz dileklerinizi! :)
)O(
Büyükada Aya Yorgi Kilisesi, 5.5.2010.
Haydi siz de bir dilek dileyip atın Dilek Kutusu’na!
Ne olur ne olmaz tutmaz ya tutacağı da tutabilir!
)O(
ve/veya aslen ADALAR POSTASI’nın dileği şöyle:
ve derken Ayla Dikmen’den Yanan Mum…
_____________________________________________
23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN
İstanbul’a bakıyorum, gözlerim faltaşı
Adalar Kültür Derneği 11. Fotoğraf Yarışması…
_____________________________________________
From: EMİNE ÇİĞDEM TUGAY
Subject: ah! çınarlar!…
Date: April 19, 2012 2:55:34 PM GMT+03:00
To: TARIK KONAL
ah! çınarlar!…
From: TARIK KONAL
Subject: “AĞAÇLARIMIZI KESENLERE SESLENDİM…”
Date: April 19, 2012 11:31:08 PM GMT+03:00
To: emine.cigdem.tugay@gmail.com
AĞAÇLARIMIZI KESENLERE SESLENDİM…
19 Nisan 2012
From: TARIK KONAL
Subject: “PARK BAHÇELER MÜDÜRÜ NE YAPMALIYDI.”
Date: April 20, 2012 12:13:15 PM GMT+03:00
To: emine.cigdem.tugay@gmail.com
PARK BAHÇELER MÜDÜRÜ NE YAPMALIYDI?
20 Nisan 2012
Tarık KONAL
From: TARIK KONAL
Subject: “DİKKAT! AĞAÇ ÇIKABİLİR!”
Date: April 20, 2012 1:49:43 PM GMT+03:00
“DİKKAT! AĞAÇ ÇIKABİLİR!”
2O Nisan 2012
Saygın Arkadaşlarım,
Ancak, uygar bir ülkede rastlanabilecek bir “trafik uyarı işareti” fotoğrafını ek’te sunuyorum. Günümüzde İstanbul’un kaldırımlarındaki, parklarındaki görkemli ağaçlarını kesenlere, ev ödevi olarak verilecek bir fotoğraf; Doğasevmez görevlilere ödev: her gün 1000 kez bakılacak ve belleğe kazınacak!
ERİNÇ, GÖNENÇ İÇİNDE OLMANIZI DİLERİM
Tarık KONAL
_____________________________________________
From: SELİN AYGÜN
Subject: Çam yemişi, bahçemizin hediyesi…
Date: April 20, 2012 7:14:25 PM GMT+03:00
To: adalar.postasi@gmail.com
Çam yemişi, bahçemizin hediyesi…
_____________________________________________
From: TAY’dan Haber Var – News from TAY:
Subject: TAY Coğrafi Bilgi Sistemi, 6. Sürümüne Bastı!
Date: April 22, 2012 8:04:27 PM GMT+03:00
To: info@tayproject.org
TAY Projesi 19 yaşına…
Saygı ve sevgilerimizle…
19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil
TAY Projesi / TAY Project
Turkiye Arkeolojik Yerlesmeleri The Archaeological Settlements of Turkey
Kurucesme Cad. 67/B 34345
Kurucesme Istanbul
Tel: (0212) 265 7858
Faks: (0212) 287 1298
e.posta: info@TAYProject.org
web: http://tayprojesi.org
19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil 19. Yil
Subject: Re: TAY Coğrafi Bilgi Sistemi, 6. Sürümüne Bastı!
Date: April 23, 2012 10:46:26 AM GMT+03:00
To: info@tayproject.org
Cc: OĞUZ TANINDI
Twitter, 23.4.2012
ADALAR POSTASI
@ADALARPOSTASI
Sevgili TAY Projesi,
http://tayproject.org
19. yaşın kutlu olsun!
SİTlerin SİTtirildiği acayip memleketimde
nice yıllara dört nala!…
)O(


Büyükada ve Faytonlar…
______________________________
______________________________
Dijist Şehirde Yaşam Rehberi, 23.4.2012
Gabriela Olaru
Heybeliada Gezisi
Dün sabahın en erken saatlerinde eve doğru gitmek üzere yola çıkmıştık ancak günün geri kalanı, Kartal iskelesine geldiğimiz zaman aniden değişiverdi. Burağın ” Acaba bu vapurlar nereye gidiyorlar” sorusuyla başlayan bir ada turunu anlatacağım. Vapurların Heybeliada’ya gittiğini görünce Burağa yalvardım ve onu ada’ya gitmeye ikna ettim. Her ikimizin de ilk gidişi olacaktı ve hava, eve kapanmayacak kadar güzeldi.
Biletlerimizi almadan önce, Kartal çarşının içerisine girip mont ve elimizdeki fazlalıkları koyabileceğimiz bir sırt çantası aldık. Burağın şemsiyesini de kırtasiye sahibine emanet edip yola koyulduk. Biletlerimizi almamız ve kendimizi vapurda bulmamızın arasında geçen süre 30 saniyedir. Vapur bizi beklercesine biz biner binmez hareket etti. Tıklım tıklımdı ve büyük bir çoğunluğu Büyükada’da indi. Bizim için bu çok güzeldi çünkü aradığımız sakinlik ve huzurdu.
Biraz daha yol aldıktan sonra da Heybeliada’nın iskelesine vardık. Sırtımda çantam, hoplaya zıplaya adaya giriş yaptım. İçimde, Burağı kandırmış olmanın verdiği mutluluk vardı ve evde beni bekleyen işleri de kafamdan silip attım. Tek üzüntüm, yanıma fotoğraf makinesinin olmamasıydı ki imdadıma Iphone yetişti.
Ada’ya adım atar atmaz açlar gibi fotoğraf çekmeye başladım. Toplamda 77 fotoğraf çektim, ancak sen burada en beğendiklerimi göreceksin. Ayrıca, önümüzdeki hafta kalabalık bir arkadaş grubuyla, daha organize ve keşif üzerine kurulu bir gezi planlıyoruz.
Karşımıza ilk çıkan, restore edilmiş olan bu evdi. Oldukça güzel ancak bahçesinin olmaması bence kötü olmuş. Ada’da eviniz varsa bence mutlaka veranda ve bahçeniz olmalı. Umarım bizim de bir gün ada’da bahçeli ve verandalı bir evimiz olur.
Yürüyüşümüze devam ederken askeri lojmanları geçtik ve o lojmanların arasından bu fotoğrafı çektik:
Yürüyüşümüze dar ve dik sokaklardan devam ederken karşımıza İsmet İnönü Parkı çıktı. Tertemiz, yemyeşil ve bol ağaçlı olduğundan dolayı bankalarında oturup nefes almanıza olanak sunan, çocukların oyun oynayabilecekleri güzel bir park…Çevredeki kediler ve köpekler de dikkatimden kaçmadılar, keşke yanımda mama götürseydim diye düşündüm. Hoş hepsi gayet iyi durumdaydılar ama olsun…
Dolaşırken ilgimi en çok evlerin kapıları çekti. Çok ama çok güzel kapılar vardı ve senin için de bunlardan bazılarını fotoğrafladım:
Sokaklarda avare avare yürüken karşımıza değişik bir ev çıktı. Evin duvarlarında bir sürü yazı vardı ve yazıların hepsi çok düzgün yazılmıştı. Resmen bir pano gibiydi ve fotoğrafını çekmeden edemedik. Eğer görmediysen mutlaka tanışmalısın diye düşündük. Umarım adaya gittiğinde sende evi görürsün ve hatta gelip buraya yorum yaparsın :)
Ufak gezimiz boyunca çok ama çok güzel evler gördük. Bunlardan bazılarını fotoğrafladık, bazılarını da kendi hafızamıza aldık. Seninle paylaşmak istediğimiz fotoğrafları da bu yazıda kullanalım dedik:
Deniz Lisesi Komutanlığı’na geldiğimiz zaman ise Ada bitmişti, artık ormanlık alan başlıyordu. Elbet bu yol da iskeleye iner diyerek yürümeye başladık. Baya yol aldık ancak yol bitecek gibi değildi. Zaten bir önceki günden yorgunduk, ayrıca böyle bir gezi için de hazırlıklı değildik, geri dönmeye karar verdik.Eğer gidersen, mutlaka rahat bir ayakkabı ve rahat kıyafetler giyerek bu maceraya atıl:) Etrafı çok değil, mesafe aşırı değil, ancak hazır gitmekte fayda var. Dönüş yolu daha kısa sürdü ve evlerin arasında süzülürken, iskeleye yakın bir yerde, ara sokakta Luz Cafe ile karşılaştık. Dekorasyonu tam bana göreydi, ve Burak bir şey diyemeden, “kahve içelim” teklifini dile getirerek masalardan birine yerleştim. Luz cafe, Buket hanım tarafından işletilmekte ve damla sakızlı türk kahvesi yorgunluğumuzun üzerine çok iyi geldi. İçerde muffin,kek, tart gibi ürünler, ev yapımlı sabunlar da vardı ancak biz balık yemeye endeksli gittiğimizden dolayı çok bir şey yiyemedik ve alışveriş de yapamadık. Luz Cafe’nin Facebookta bir hayran sayfası da var, ve takip etmek isteyenler için hemen link verelim: facebook.com/luzcafe
Benim amatörce çektiğim fotoğrafları da paylaşmamak olmaz.
Soluklanırken içtiğimiz Türk Kahvesi (damla sakızlı)
Kahvelerimizi içerken, yan dükkanda satılan reçeller dikkatimi çekti. Hemen kapıda duran bu küçük ve şirin dükkanın sahibesi Emine hanımla konuşmaya başladım.Kendisi okldukça hoş sohbet ve tatlı olan bu hanım, bana ürünlerinden bahsetti. Ev’den ismini verdiği dükkanında, reçeller, soslar, kurabiyeler, turşu çeşitleri gibi ev yapımı, kendisinin ürettiği ürünler satmaktadır. Hatta, gittigidiyor.com’da da dükkanı var ve sizler oraya gitmeden sipariş verebiliyorsunuz. Önümüzdeki hafta sonu ben kendisinden mimoza reçeli başta olmak üzere, bir kaç reçel çeşidi, soslardan ve turşulardan alacağım.
Yolunuz düşerse hem Luz Cafe’ye hem de Ev’den isimli bu şirin dükkana uğrayarak alışverişinizi yapın derim :)
Bu ufak moladan sonra yolumuza devam ederek iskele tarafında indik ve balık yiyebileceğimiz bir yer aradık. İskelede, neredeyse tümü birbirlerine benzeyen mekanlarvar. Bir tanesinin mavi beyaz örtüleri vardı, Mavi Deniz veya Mavi… şeklinde bir ismi vardı. İsmini tam hatırlayamıyorum çünkü mutlaka yazmalıyım dediğim bir yer değildi. Aslında yediğimiz barbunya, yeşil salata, güveçte karides ve ikorpit balığı fazlasıyla lezzizdi ancak hizmetleri oldukça kötüydü. Bu yüzden ada’da yemek yiyebileceğiniz ve servisi de mükkemel olan bir yer şu an için tavsiye edilemiyor. Ancak, zamanım bol, servisi beklerim ve sinirimi bozmam derseniz bu yerin yemekleri gerçekten de güzeldi.
Senin anlattıkların bana yetmez, biraz daha tarihi bilgi diyorsan, aşağıda Wikipedia kaynaklı bir yazıyı paylaşıyorum. Daha fazlası için de linki tıkla.
daha fazla faydalı link:
http://www.halkipalacehotel.com
http://heybeli.adarehberi.net
http://www.denizlisesi.k12.tr
http://www.ibb.gov.tr/sites/ks/tr-TR/1-Gezi-Ulasim/adalar/Pages/heybeliada.aspx
“Heybeliada, İstanbul Prens Adalarının en yeşil adasıdır. Eski adı Yunanca bakır anlamına gelen Halki’dir.
En yükseği 140 metreye yaklaşan dört tepesi vardır. Heybeli yaz-kış nüfusunun en kalabalık, gidiş-gelişin en yoğun olduğu ikinci adadır. /İskeleden inilince solda Deniz Lisesi ve ona bağlı binalar uzanır. Bu binaların arasından geçilerek arkada, Çam Limanı tarafında, şu an faliyeti olmayan Sanatoryum’a gidilir. /Deniz Kuvvetleri’nin elinde bulunan arazide tarihten kalan iki ilginç eser vardır;
Birincisi Türkler’in fethinden önce yapılmış son ve Adalar’daki tek Bizans Kilisesi, Kamariotissa’dır. Kiliseyi son İmparatoriçe Maria Komnena’nın yaptırdığı sanılıyor. İstanbul’da Fener’deki Aya Maria dışında, dört yapraklı yonca modeline göre yapılmış tek kilise budur. Bu kıyıda Aya Yorgi (Ayios Yeorgios) Manastırı, Çam Limanı’nın batı ucunda Tarik-i Dünya Manastırı vardır.
İkinci ilginç kalıntı İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’in elçisi Edward Barton’ın mezar taşıdır. Üzerinde –imla yanlışları da olan- Latince bir kitabe ve Barton’ın aile arması var. /Bu tarihi eserler askeri arazide olduğu için özel izin alınmadan görülemiyor.
İskelenin sağında çarşı, meyhane ve kahveler yer alır. Büyük Rum Kilisesi Aya Nikola (Ayios Nikolaos) buradadır. Adalar’da kışın da açık kalan otel Panaroma’nın yanından geçerek yürüyünce, çamlık piknik yerlerine gelinir. Piknik alanlarının hemen ilerisinde Değirmen burnu denilen bölgeye ulaşılır. Bölgeye adını veren değirmen kalıntıları hala ayaktadır.
Fazla yapılaşmamış olan diğer tepede, Bizans’a kadar dayanan geçmişi olan Ayia manastırı (Trias Manastırı) ve Rum Ortodoks Ruhban Okulu vardır. Heybeliada, fetihten bir zaman sonra, Rum nüfusun başlıca dini eğitim merkezi olmuştur (Dünyevi eğitim merkezi Fener’de kaldı). Din adamı adayları Yunanistan’dan ve Rumlar’ın bulunduğu her yerden buraya okumaya gelirdi. 1970’lerde Türk hükümetiyle Rum Ortodoks Patrikhanesi arasındaki bazı anlaşmazlıklardan ötürü buradaki eğitim faaliyetlerine son verilmiştir.
Ortodoks Rum dini kurumlarının yanında 1940’larda yapılmış Beth Yaakov sinagogu bulunur.
Kuzey kıyısında da Hidiv ailesinden Sait Halim’in kardeşi Abbas Halim Paşa’nın konağı halen ayaktadır. Bu yapı aynı zamanda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yaşadığı yerdir.”
Kaynakça: http://tr.wikipedia.org/wiki/Heybeliada
______________________________
http://www.zaman.com.tr/yazar.do;jsessionid=D0E7A815C978ED5638B98CC300BEB7EB?yazino=1276459
Unutulmuş eski bir romancı
“Unutulmuş eski bir romancı”: 1986’da yazdığım bir yazının adı bu. Önce bir dergide yayımlanmış olmalı.
Fakat hangi dergi, hatırlamıyorum. Sonra O Yakamoz Söner’in “Dün” bölümünde yer aldı. Baktım, O Yakamoz Söner 1987’de yayımlanmış. Ferit Edgü’nün, birbirinden özenli kitaplar armağan etmiş Ada Yayınları’nda. Çeyrek yüzyıl geçmiş. O Yakamoz Söner’in yeni basımı yapılmadı.
“Unutulmuş eski bir romancı”da Güzide Sabri’den söz açıyordum. Bugün büsbütün unutulmuş olmalı, adı sanı büsbütün silinmiş. Gerçi, döneminde çok okunmuş romanı Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi bir iki yıl önce yeniden yayımlandı ama, okurla buluştu mu, günümüz okurunun ilgisini çekti mi, kestiremiyorum.
Güzide Sabri geçen gün yine karşıma çıktı. Salâh Birsel’in Nezleli Karga’sında. Kitaplığımdaki yitmişti, Nezleli Karga’yı bana Orçun Üçer armağan etti. Çok özlediğim Salâh Bey 3 Ocak 1990 tarihinde çalışma odalarını, kitaplıklarını yazmış. Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi ilk okuduğu kitaplar arasında. Aynı zamanda ilk kitaplığının kitapları arasında.
Birsel on beş yaşındaymış. Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun Türk Korsanları, Reşat Nuri’den Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, on beş yaşın gözde romanları. Sonra Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi. Birsel iki romanı daha hatırlıyor: Peyami Safa’dan Zıpçıktılar, Orhan Seyfi Orhun’dan Aşkım Günahımdır.
Bellek aldatmacısı söz konusu: Aşkım Günahımdır -şimdi bellek beni de kandırmıyorsa- Selâmi İzzet Sedes imzalıdır. Zıpçıktılar Server Bedi imzalı olabilir mi? Sanmıyorum. Geçen zaman çok merhametsiz.
Şunu da düşündüm: Aptullah Ziya Kozanoğlu kaç nesli ardına takıp götürmüş. Bu romancının tüm kitaplarını okudum handiyse. O “Aptullah” yazımına şaşardı, Abdullah değil de, Aptullah. Türk Romanından Altın Sayfalar’ı hazırlıyordum; romancılar listesini Enis Batur’a gösterdim, “Kozanoğlu olmayacak mı?” diye sordu. Eklemiştim.
Reşat Nuri’lerle birlikte Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi de kaç kuşağı peşine takmış. Sonra ne zaman unutulmuş Güzide Sabri?
Salâh Bey, “1940’larda İstanbul’a göç edince aşk ve korsan kitaplarından kurtuldum” diyor. Bir yirmi yıl sonra okumuştum Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi’ni. O yıllarda filme de alınmıştı. Gramofon Hâlâ Çalıyor’da o günleri biraz anlattım…
1899’da İstanbul’da Hanımlara Mahsus Gazete bir tefrikaya başlar: Münevver. Yazarı genç bir kız; aşkı konu edinmiş.
“Uzak ve solgun dağlara, sonbaharın sisleri çöktüğü, yaprakların sararıp yavaş yavaş döküldüğü zamanlar, ruhum garip bir melâl altında ezilir ve ağlamak isterim.”
Münevver’in girişi böyle. Bir zamanlar epey etkisi altında kalmıştım bu cümlenin. Sonra “hazin” sonbahar güneşi, “menekşesiz kalan kırlar”, “matem neşidesi”… Nerdeyse şimdi yine, altmışımda, aynı ürperti…
Münevver’in yazarı Güzide Sabri, 1883’te İstanbul’da Fındıklı’da doğmuş. Babası Adliye Nezareti’nde memurmuş. Annesi, şair Koniçeli Kâzım Paşa’nın yeğeni. Ayşe Güzide Çamlıca’da, Koşuyolu’ndaki bir köşkte büyüyor. Zaten bütün romanları da köşklerde, yalılarda geçecek ve İstanbul’dan ancak Bursa’ya kadar uzanabilecektir, ‘masa başındaki’ romancı.
Ayşe Güzide hususî hocalardan tahsil görür. Genç kız edebiyata eğilim duyar, on beş yaşındayken Münevver’i kaleme alır. Edebiyat tarihimiz, o kapalı çağda, on beş yaşında bir kızın roman yazıyor olmasıyla hiç mi hiç ilgilenmemiş. Toplumbilimcilerimiz de ilgilenmemişler.
Sonradan -Cumhuriyet döneminde- Beyoğlu Birinci Noteri Ahmet Sabri Bey’e evlenecek olan Güzide Sabri, Münevver’de yaşanmış bir hayat hikâyesinden yola çıkmış. Arkadaşı Hüsniye Hanım’ın mutsuz öyküsü, eserde Münevver’in başından geçiyor. Verem! O yılların o kadar acı veren, halk üzerinde derin iz bırakan hastalığı. Münevver amcazadesi genç tıbbiyeli Şefik’le nişanlı gibidir. Şefik verem illetinin pençesine düşer ve Büyükada’ya tedaviye götürülür. Ayrılırken Münevver’e hakikati söylemez. Ailesi, genç kıza, “Bir kadınla evlendi, seni sevmiyor” diyerek meseleyi çözümlemeyi denemiştir. Gelgelelim Münevver’in aşkı sona ermez. Şefik’in babasına yazdığı mektubu rastlantı sonucu ele geçiren Münevver hakikati çok geç anlar; Büyükada’ya vardığında…
… o mimozalı, leylâklı, şen şakrak Aya Yorgi panayır günü Şefik ölmüştür!
Münevver de çok geçmeden verem illetine tutulup fakat ‘mutlu’ ölecektir: Yeryüzünde karşılıksız kalan aşkı, ancak ölüm döşeğinde saadete ermiştir.
Romanı bize ‘anlatıcı’ aktarır. Bu anlatıcı Münevver’in yakın arkadaşıdır. Anlatıcı, ölümden sonra kendisine bırakılan udu, genç kızın annesinden teslim alır. Yadigârın üzerine kurşun kalemle şunlar yazılmıştır: “Beni özlediğin, gözyaşlarımı, yahut neşelerimi duymak istediğin zaman, bunu çal, onun tellerinde hâlâ benim kederlerim mevcuttur.”
Münevver, sonbahar tasvirleriyle yüklü naif bir eser. Bugün bile eski bir ‘romans’ olarak zevkle okunabilir. Sultan Hamid sansürü Münevver’e özgürce yayımlanma hakkını tanımamış, romanın bazı bölümleri kırpılmış. Eser ancak 1908 basımında orijinal haliyle yayımlanıyor.
Bu ilk romandan sonra ünlü Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi geliyor. Tarih artık 1905’tir. Sonra Yabangülü, Hüsran, Hicran Gecesi, Neclâ. Bir de Nedret var, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi’nin “zeyli”.
Edebiyat tarihimiz yine ilgilenmemiş ama, şu da ilginç: Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi o kadar çok beğeniliyor, o kadar çok okunuyor ki, üst üste basımlar karşısında, Güzide Sabri romanın devamını yazıyor: Nedret. Aynı girişim 1930’larda tekrarlanacak: Kerime Nadir Hıçkırık’ın satış başarısından esinlenerek bir de Son Hıçkırık’ı yazacak. Ne var ki hem Nedret hem Son Hıçkırık okurlarca pek benimsenmeyecek…
Güzide Sabri’nin bu hep İstanbullu aşk romanlarında hızla değişen toplumu yakalamak olasıdır. Ağır romantizmin verimi Münevver’den 1941 tarihli Neclâ’ya Sultan Hamid döneminden Tek Parti dönemine İstanbul macerası yakalanabilir. Neclâ’nın ilk adı Salon Kadını’dır ve Güzide Sabri gerçekçi bir roman “hazırladığını” söylemektedir. Yeni çağ romantizme çoktan sırt çevirmiş…
Bazı sahneleri Hüseyin Rahmi’yi aratmayacak bir natüralizmle örülü Neclâ’dan beş yıl sonra Güzide Sabri, Giresun’da “kısa bir hastalık neticesi” ölür. Kıpkısa bir gazete haberi, hepsi o kadar.
Bütün o sonbahar tasvirleri, solgun yabangülleri, ayışıklı gecelerde tangolar, piyano başında geçen hicranlı saatler mâzide kalmış; bütün o gönül yaraları, veremler, kalp hastalıkları, yüksek gerilimli ve muhakkak ki hem alaturka hem alafranga tutkular, hasretler, gönül taşkınlıkları bellekten silinmeye yüz tutar. Zaten o mekânlardan da yakın gelecekte iz kalmayacaktır. Geniş bahçeli köşkler, deniz çırpıntılı yalılar göçer gider, apartmanlı İstanbul başlar. Apartmanlı İstanbul da çok geçmeyecek, gökdelenli İstanbul’a evrilecektir. /Ölümden sonra, Güzide Sabri’yi yalnızca Nahid Sırrı Örik anar, keder verici bir saptamayla: “Şimdi hiçbirinin mevzuunu hatırlayamamakla beraber, bu kitapları düşünürken o eski köşklerde sürülen rahat hayatın âdeta tadını duyar gibi oluyorum. Ve Güzide Sabri’nin eserlerinden muhafaza ettiğim hazzı söyleyebilmek için, yazı hayatımda karşıma çıkan ilk fırsatın ölümü olmasından da hüzün duyuyorum…”
[Dünkü gün 18:15 Adalar Postası’nda sancak kıç omuzlukta Heybeliada’ya Hey-be(li)ada olarak seslendiydim içimden!… Bilmem neden!… Bugünkü gün Heyb(e)liada fotoğrafına tesadüf hoş oldu bu meyanda!… )O(]
Bir Cevap Yazın