Büyükada’daki yalnız kız…
Şan Mûzikholü’nün hemen arkasında 19. yüzyıldan kalan masal gibi bir yapı. Yüksek tavanlı, zevkli yaşam inceliklerinin bir müze dolduracak kadar çok ve renkli sanat objeleri ile kaynaştığı bir daire. Seramik sanatçımız Füreya Hanımefendi ile konuşuyoruz. Yıllar tabii ki çizgileri değiştirmiş, ama Füreya Hanım’ın gözleri gibi düşünceleri de pırıl pırıl. Çay servisi görgülü bir İstanbul hanımefendisinin olağanlaşmış ve oturmuş inceliğinde… Akşamüstü sunduğu buzsuz ama buz gibi soğutulmuş tek kadeh rakı ise ayrıntılara önem veren bir yaşam keyfinin dikkatini taşıyor.
Ve Füreya Hanımefendi de yaşamını etkileyen üç olayı bize şöyle anlatıyor.
— 1910’da Büyükada’da doğdum. Büyük ve güzel bir bahçenin içindeki büyük bir köşkte. 4-5 yaşına kadar orda kaldım. Sağlığımdan dolayı annem çok titizlenir ve beni kimseyle konuşturmazdı. Yani hep o bahçenin içinde yetişmişimdir. Bahçenin demirleri üzerinden bakar hep imrenirdim mahalle çocuklarının oyunlarına. Ben kolalı esvap giymekten illahlah diyorum onlar bakardım ne güzel rahat rahat düşerler kalkarlar, satıcı gelir satıcıdan bir şey alırlar yerler. Hepsi bunlar benim için yasak olan şeylerdi tabii. İnsan yasak olan şeyleri seviyor. O zamanlar Büyükada 10-15 ailenin sürgün gibi yaşadığı ıssız bir yer. Zannediyorum bunlar beni çok etkiledi, bir yalnızlık hissi uyandırdı. Aynı zamanda da o bahçenin duvarlarından kurtulmak arzusu içinde kendimi bildim bileli bir özgürlük isteği bir tutkusu yerleşti bende. Sonra çeşitli dönemlerde hayat şartlarının çok değişik olmasına rağmen tutarlı bir çizgi izledi. Bu çizgi özgürlük çizgisiydi. Ve bu özgürlük çizgisi büyümemin koşullarından kaynaklanıyordu sanıyorum. […]
Ahmet Yücekök, “Büyükada’daki Yalnız Kız” / Yaşantımızın Akışını Değiştiren Olaylar Rastlantılar-3 / 25’inci Saat, Milliyet Gazetesi, 22.3.1988.*
* Seneler senesi derlediği âdeta “Mazi Cenneti” o muazzam kültür hazinesini İstanbul Şehir Üniversitesi vasıtasıyla meraklılarına sunan Taha Toros Beyefendi‘nin (1912-2012) aziz hatırasına her daim hürmet ve sonsuz minnetle…
)O(
ADALAR POSTASI (8.12.2005): saçlarına yasemin kokuları sinmiş çocuklar…

Cicely Mary Barker, The Jasmine Fairy.
Saçlarına yasemin kokuları sinmiş çocuklar…
Ayşe Kulin, Füreya, İstanbul (2000)21-27:
[…] Biz çocuklar, yani Aliye, ben ve Cevat Dayımın kızı Mutarra… Saçlarına yasemin kokuları sinmiş çocuklar.
Çocuklar, bu bahçe cennetten bir köşedir,” derdi ninem.
“Cennet nedir nine?”
“İyi insanlar ölünce gittiği yer, canım,”
“Ama biz ölmedik ki daha.”
‘İyi ya işte,” derdi Aliye, “burası cennet ise, hiç ölmeyeceğiz demek ki. Biz, yerimize gelmişiz bile!”

f: Şakir Paşa, Aliye Berger ile bebeği, köpeği ve de Habeşli lalası Seyfettin, Büyükada’da Şakir Paşa Köşkü’nün bahçesinde, 1909.
Biliyor musunuz, Aliye hiç ölmedi zaten. O, cenneti ve cehennemi bir arada bu dünyada yaşadı ve gravürleriyle, çılgın renkli abartılı giysileriyle, kocaman mavi gözleri, büyük aşkı, sınır tanımaz heyecanıyla, içinden fışkıran sevgi seliyle onu her tanımış olan kişinin yüreğinde, belleğinin bir köşesinde yaşamaya devam ediyor.
Ne diyordum size, ha evet… cennet! Cennet nasıl olur bilirdik biz, Büyükada’daki Şakir Paşa Köskü’nün bahçesinde yaşayan çocuklar…
Cennet, bir cami ile bir kilise arasında kalan araziye inşa edilmiş, üç katlı ahşap bir Osmanlı konağı idi. Bize uçsuz bucaksız gelen bahçesinde fuller, hatmiler, yaseminler, japon gülleri, ortancalar, begonviller ve mimozalar açardı.
Giritli ninemin, memleketinden özel olarak getirttiği kekik, defne, fesleğen yapraklarının kokusu öğleden sonra çıkan esintiyle, aksamsefalarının, akasyaların rayihalarına karışır, bahçe değişik esansların ağzı açık kavanozlarda yan yana dizildiği bir parfümeri dükkânı gibi kokardı. Evin kapısının önünü tutan yola çıktığınızda ise karşınızda kiliseyi bulurdunuz. İçinde yaşayanlar da bu iki ibadethanenin temsil ettiği kültürlerin arasında kalmış, elleri, kolları ve özlemleri kilisenin sembolü batıda, yere basan ayakları ve yürekleri ise tam bulundukları yerde, yani caminin ait olduğu toplumda, kafaları az biraz karışık insanlardı…
[…]
Anlattıklarımı hakkıyla kavrayabilmeniz için taa en baştan başlamam gerek. Benim için her şeyin baslangıç noktası, demin size sözünü ettiğim, Ada’daki köşktür işte. Sadece benim için de değil, o köşkte doğan diğer çocuklar, yani Fahrünissa ve Aliye için de köşkün nesnellikten öte bir boyutu vardır. Biz, Şakir Paşa Köşkü’nün çocukları sanki bir ana-babanın değil de bu ahşap Osmanlı konağının tohumlarıydık. Köşk, bizi dokuz ay yerine yıllarca rahminde taşımış gibi, genlerimize sinmiş, iliklerimize işlemiş ve bize özsuyumuzu vermiştir. Sonraki yaşamlarımızda edindiğimiz her birikim ve tecrübe, her acı ve sevinç, her kazanım ve kayıp, o konağın ruhumuzu yapılayan harcının üstüne eklenmiştir. Oysa Yıldız’daki konakta doğan annem, Ayşe teyzem, Cevat dayım ile Nişantaşı konağında doğan Suat dayım Köşk’ün değil, yalnızca Sare İsmet Hanım’la Şakir Paşa’nın evlatlarıydılar. Onlar, köşkte yaşamakla kalmışlardı. Her hallerinden belliydi, bizim gibi köşkün çocukları değil de, sakinleri oldukları. Yine de, o beyaz boyalı ahşap evde, doğan, büyüyen ya da sadece oturan her birimiz için yaşam, Ada’da zaman ve Ada sonrası diye, miladi önem taşıyan dönemlere ayrılacaktı.
[…]
Beni Ada’daki köşkte en etkileyen eşya, bir duvarı boydan boya kaplayan, üç metre yüksekliğindeki, Yıldız’dan getirilmiş yaldızlı aynaydı. Karşısında durur, kendimi kocaman aynanın içinde küçücük görürdüm. Arkamda geniş hol ve bu hole karşılıklı açılan sarı ve pembe salonların girişleri görünürdü. Bu salonlar biz çocukların dokunması yasak olan Servres ve Saks antika vazolarla ve biblolarla doluydu. Ortadaki ampir mobilyalarla döşeli büyük salonun sonuna, kızlari piyano çalarken notaları görebilsinler diye Şakir Paşa tavanda bir pencere açtırmıştı. Oradan yayılan ışık, etajerlerden fışkıran bitkilerin üstüne düşerdi. Cevat dayımın kızı Mutarra ve Suat dayımın üvey kızı Geraldine’le, döne döne yukarı çıkan merdivenin trabzanlarına oturarak aşağı kayar, üst üste yığılırdık. Kazık kadar olmasına rağmen, Aliye de bize katıldığı için, sürekli azar işitirdi. Üst katta da aşağı katın düzeninde bir hol ve karşılıklı iki salon vardı. Salonlardan birini oturma odası olarak kullanırdık. Büyük rahat koltukların bulunduğu bu odada, akşamüstü çayları içilirdi. Bahçeye bakan diğer oda ise, büyükbabam Şakir Paşa’nın çalışma odasıydı. Tavana kadar kütüphaneleri ve üstü her an karmakarışık, evrak ve kitapla dolu yazı masasıyla bize çok gizemli gelen bu odaya girmemiz yasaktı. Aliye’den öğrendiğimiz gibi, anahtar deliğinden içerisini gözlerdik ara sıra…
[…]
Şakir Paşa, Saray’a küsen devlet adamlarının ve paşaların gönüllü sürgün yeri niteliğindeki Büyükada’da, cami ile kilise arasındaki köşkü satın almıştı. Beş ciltlik Osmanlı Tarihi’ni, bu köşkte yazmaya başlamıştı…
[…]
Ada’da zaman
Mis kokulu üzüm salkımlarıydı yaz ayları
Buzlu nar şerbetiydi kristal sürahilerde…
[…]
Bir Cevap Yazın