Gönderen: adalarpostasi | 20 Şubat 2020

Ada Nimetleri

🔘 Selçuk Kaskan, “Ada Nimetleri”, Akşam, 20.8.1957.

ADA NİMETLERİ

Ben Büyükada’ya yazlığa çıkacak adam değilim ya, hanımın zoruna dayanamadım. Allah selâmet versin, başımdan eksik etmesin son zamanlarda kendisine bir modernlik merakıdır ârız oldu. İlkbaharda onun zoruyla Paris’e kadar gidip, eşin dostun siparişlerini tedarik için ne zahmetlere katlandığımızı, hâtır belâsı ne kadar borca girdiğimizi, unutu mu verdi ne oldu? Haziran başında ille de Büyükada’ya gideceğiz, herkes yazlığa oraya gidiyor, ille ben de isterim diye tutturdu. Halbuki bendeniz, Büyükada’ya ayağımı atmadım desem yeridir. Bir kere, bundan yirmi beş otuz sene evvel, o zamanın sözüm ona delifişek gençleri olan bizler, Dârülmuallimat talebeleri hanım kızlarla beraber, Dilburnu’na bir mektep gezintisi yapmış, orada, çarliston, blak-botom [black-bottom] filân oynamıştık, hâlâ tadı damağımdadır.

O zamandan beri bir defacık olsun Büyükada’ya adım atmış değilim. Hanım da, üzerinize âfiyet, bir şeyi tutturur, tuttuğunu koparır. Mali müşavir olacakmış, yanlış olmuş: Re’sen takdir, temyiz, mürafaa. Şûrayı Devlet mânilarını selâmetle aşmasını becerirdi Allah bilir.

Bendenize gelince, inadıma, sinamekinin biriyimdir. Bir defa oturduğum yeri bellemiye göreyim, gayri kımıldatabilene aşk olsun. Fatih Çarşamba’sında, dededen kalma ufacık, kutu gibi şirin bir evceğizimiz var. Her akşam kör değneğini bellemiş gibi, daireden gelir gelmez, bir telâşla soyunup, pijamalarımı giyer, ayağıma da takunyaları geçirdim mi soluğu bahçede alırım, bahçemiz ufaktır amma, tertibini bilen, domatesten, sütlü mısıra, sardunyadan hercai menekşeye kadar her bir çeşidi yetiştirmesini becerir. Evvelâ kuyudan su çekerek bütün bahçeyi güzelce bir sularım; ufak tefek çapaydı, kök kabartmaydı, tohumlukları ayırmak, ısırganları temizlemek gibi işleri de yaptım mı, iyice yoruldum demektir. Hemen gider, gusûlhanede güzel, buz gibi bir kuyu suyu dökünürüm. İşte günün ve bahçıvanlığın bütün yorgunluğunu bu soğuk su alır götürür, hemen temiz çamaşırlarımı, mis gibi lavanta çiçeği kokan temiz pijamamı giyip geçer, kuyunun başına, çardağın altına otururum. Yâsemin ağızlığa bir Baframâden takana kadar hanım da kahvemi kabartır.

Bakın, o lüksümden fedakârlık edemiyorum karaborsa mı olur iltimasnan mı olur, ne yapıp yapıp o kahveyi temin ediyorum. Allah sizi inandırsın, geçende tam seksen liradan, yarım kilo alıp dairedeki çekmeceme kilitledim. Evdeki bitince getireceğim. E siz söyleyin Allah rızası için: Böyle şimendifer marka saat gibi muntazam işleyen bir âdemi, yerinden tedirgin edip de Büyükada’lara götürmek, Hakdan revâ mıdır? Değildir, değildir amma, ne halt edersiniz ki, boyun kıldan ince… Hanımın dediği dedik… Sonra haspayı pek de sever, el üstünde tutarım, hangi dediğini iki etmişimdir ki?…

Başınızı ağrıttım, uzatmayayım; kalktık Büyükada’da, Nizam Köprüsü mevkiinde, üç oda, bir sofa, önü taraçalı kutu gibi bir ev tuttuk. Mal sahibi bir Rum müsüymüş, dört bin diye tutturdu, neyse çekişe çekişe üç bine sulh olduk, biraz da eşya verdi, yerleştik. Bu sefer de hanım: ille de kulübe âza olacağız diye direnmez mi? Her ne kadar: “Aman hanımcığım, sen aklını peynir ekmekle mi yedin, bu yaştan sonra bizde spor yapacak hal mi var? Gözünü seveyim başımıza iş çıkarma!” demişsem de:

— Aman efendi ne anlayışsız adamsın, ayol bu futbol kulübü değil, Yat kulübü Yat! diye beni mahçup etmeye kalkmaz mı?

— Aman hanımcığım dedim, sen çıldırdın mı? Benim sandala binerken yüreğim ağzıma geliyor, ben suyu bardakta, yelkenliyi resimde görmeye alışığım, yatlarda kotralarda ne halt ederim?

— Amaaan densiz, ne yatı, ne kotrası ayol? O kulüptekiler de senin gibi, sandala binmekten korkarlar. Orada bezik, bakara, poker gibi oyunlar oynanır, danslar, balolar yapılır! demez mi? Bu sefer iyice hırslandım da:

— A hanım madem ki kumar ve dans ile vakit geçiriyorlar, ne diye ismini oyun kulübü koymamışlar da, yat kulübü koymuşlar? diye hanıma çıkışıverdim.

Çıkışınca, hanım kulübe âza olmaktan vazgeçti. E her zaman onun dediğini yapacak değilim ya! Arada sırada erkekliğimi göstermem lâzım… Bu vartayı böylece atlattık atlatmadık bu sefer hanım: İlle de ben pantolon giyeceğim diye tutturmaz mı? Aman Allahım, ben nasıl olur da, iki gözümün bir tâneciği hanımıma daracık pantolonları giydirip de elin itinin kurdunun içine salıveririm?.. Yaahu, dairede arkadaşlar sözleşiyorlar da pazarları, pantolonlu kadın seyretmeye şuraya buraya gidiyorlar. Neyse pantolon meselesinde o benim sırtımı yere getirdi ve o acayip, koca kalçalı, göbekli vücuduna bakmadan pantolonu sırtına geçirdi.

Selçuk Kaskan ile eşi Leylâ Kaskan Büyükada’da mukimi oldukları eski Nizam yeni Şehit Murat Yüksel Sokak No: 21’de, Ayşe Seden Pakkan Aile Albümü.

* * *

Ada’ya taşındığımız gün hanım eşyalarla gitmiş ben de akşam daireden biraz geçce çıktığım için, beşi çeyrek [geçe] vapurunu kaçırmış, altı buçukta aynı zamanda Yalova’ya giden eksprese binmiştim. Hiç bu kadar gayri mütecânis ahaliyi bir arada gördüğümü hatırlamıyorum. Ekserisi Avrupa’dan alınmış şık elbiseler, gömlekler, kunduralar giymiş. Pek yüksek sesle Rumca konuşan şakalaşan, bir sürü çorbacılar, bozuk Fransızca, bozuk İspanyolca ve bozuk Türkçe’den yapılmış garip bir lisan konuşan vatandaşlar ve çıplak ayaklarını çekip altına almış elleriyle ayak parmakları arasında mütemadiyen bir şeyler arayan, fakat bir türlü bulamayan kısmen köylü kılıklı hakiki vatandaşlar, vapuru doldurmuşlardı. Bendeniz ayakta kaldım. Meğer vapura yarım saat erken gelinmesi gerekirmiş. Bir daha sefere öyle yaparız dedik ve vapurda kendilerinden başka kimseyi adam yerine koymayarak büyük bir şamata ile kendi dillerinden şakalaşıp iri iri gülüşen, bir vatandaş kalabalığı arasında ada yolunu tuttuk. Bendeniz oldum bittim bu zevata ne için vatandaş denilip de meselâ “şehirdaş” denmediğine şaşarım. Zira bu Rumca ve yukarda zikrettiğim üç lisan muhtelifini konuşan müsü ve madamların vatana olan bütün alâkaları bu vatanda para kazanıp bu parayı çeşitli vasıtalarla yurtdışına kaçırmaktan öteye geçmemiştir.

O sıcakta ayakta kalmanın verdiği kötümserlikle olacak. Böyle düşüne düşüne Büyükada’ya geldik. O daracık iskele meydanının ağzı akıl almaz bir kadın ve çocuk kalabalığı ile tıkanmıştı. Çocuk doğar gibi, bin bir sıkıntı ile bu kalabalığın arasından boşandık. Bunlar, yedi sekiz saat evvel şehre çalışmaya giden kocalarını karşılamaya gelen kadınlarla çocuklarmış. Ben de kocaları Avrupa’dan filan dönüyorlar zannettim… Ne bileyim birâder yirmi senedir evliyim bir gün bizim hanım beni karşılamaya otobüs durağına gelmemiştir. Bunu eskiden beri Ada’da oturan bir arkadaşıma açıkladığım vakit:

— Merak etme, bunlar da İstanbul’da kocalarını karşılamazlar. Burada onu bahane edip, birbirlerine caka satıyorlar, baksana ne şık giyinmişler! diye, meseleyi anlattı.

Oradan, çarşıya dağıldık. Eve biraz et alayım diye bir kasap dükkânına girdim. Bir kanat kuzu pirzolası, biraz da kıyma yaptırdım. Kasap İstanbul’da alışık olduğum rakkamın yüzde kırk fazlasını söyleyince, gözlerim faltaşı gibi açıldı. Burada kuzu eti yedi liraymış. “Narh var [mı?]” diyecek oldum kasap güldü:

— Beyim siz narh etini yiyemezsiniz, burası Büyükada dedi.

— Oğlum biz İstanbul’da hep o eti yiyoruz! demiye utandım doğrusu. Sesimi çıkarmadan parayı bayılıp paketciğimi koltuğuma kıstırdım, daldım manava. Oooo, manavda fiatlar İstanbul’dakinden yüzde elli daha yüksek. Tam bir şeyler gözüme kestirirken, gayet kaba dilli, sert bakışlı bir manav bana sen diye hitab ederek (halbuki ben ona siz diyordum) beni aldı, dükkânın arka tarafına götürdü:

— İyi mal istersen buradan vereyim? dedi.

— Neden bunları dışarı koymuyorsunuz? diyecek oldum.

— Bunu hatırlı hürmet ettiğimiz müşterilerimize veririz!” dedi. Birbirimizi ilk defa görüyorduk ama herhalde beni bir başkasına benzetti diye sevindim, sesimi çıkarmadan doldurduğu paketi aldım. Parasını verdim. Sert sert yüzüme baktı:

— Bir o kadar daha vereceksin efendi! dedi.

Meğer hürmet ettikleri müşterilerin aldığı meyvaların fiatı da hürmetliymiş.

Oradan kendimi, arabaların bulunduğu meydanlığa attım: (Affedersiniz) leş gibi at idrarı kokuyordu. Arabadan eser yoktu. Başkalarıyla beraber bir hayli bekledikten sonra birkaç araba geldi, kavga dövüş kendimi birisine attım. İlk taşındığımız gün olduğu için daha acemisiyim iyi dövüşemiyorum: Bir Yahudi müsü ile bir Rum madamının arasında az kalsın pestilim çıkıyordu. Meğer onlar idmanlıymış. Neyse, hepimiz birden arabaya yerleştik dolmuş usulü ile Nizam’a doğru yola çıktık. Arabacı yoldan birini daha aldı paketler kucağımızda, sıska, sıcaktan canı çıkmış atların (hâşâ huzurunuzdan) gaz kokusunu dinleyerek bir miktar yol aldıktan sonra Rum madam indi, arabacıya bir buçuk lira verdi. Zahar bahşiş veriyor dedim. Dedim ama arabacı teşekkür filan etmedi. Yola biraz daha devam ettik, bu sefer Yahudi müsünün de ineceği tuttu: O da arabacıya bir buçuk lira verdi. Ben gene şaşırdım, zira Nizam Köprüsü denen bizim oturduğumuz yere kadar arabaların tarifesinin bir buçuk lira olduğunu evvelce duymuştum. Halbuki dört kişi idik, sözüm ona dolmuş usulü gidiyorduk. Biraz sonra son aldığı müşteri de inip o da bir buçuğu verince, arabacı hafif bir homurdandı, yola devam ettik. Nizam Köprüsü’nde ben de inip bir buçuğu verince arabacı ters ters yüzüme baktı ve

— Utanma olmadıktan sonra!… diye söylenince:

— Tarife!… diyecek oldum.

— Bir tarife öğrenmişiniz! diye lafı ağzıma tıkadı.

— Ötekiler… Dolmuş… diye gevelerken:

— Sen kendi işine bak efendi. Buranın dolmuşu böyledir, diye terslendi.

Fazla azar işitmemek için tekrar para çantama davranınca da:

— Başına çal! diye kırbacını şaklatıp hayvanları sürdü.

Bütün bu başımdan geçenlerden sersemlemiş vaziyette, ter içinde eve geldim.

— Aman bir su! dedim. Hanım güldü, yanlış anlamış olacak ki:

— Terkos kesik bu sene havalar kurak gittiği için sarnıçta da su yok dedi. Benim, o suyu düşünecek halim yoktu:

— Yaahu bir bardak içecek su istiyorum, içecek su! diye inledim. Kahkahayı bastı:

— Sen delirdin mi ayol! dedi. İki gündür içme suyu getiren motor gelmiyormuş. Şurada sarnıç suyunu filtre edip komşulara veren bir komşu var kâinat onun kapısı önüne kuyruk olmuş sıra bekliyor. Hangi içme suyundan bahsediyorsun?…

___________________________________________

Selçuk Kaskan, “Ada Nimetleri”, Akşam, 20.8.1957.
künyeli gazete kupürünü Adalar Postası’yla paylaşan
Tekin Deniz’e, ortak dostumuz Arif Çağlar aracılığıyla aile albümünden —vaktiyle kızı Nazlı Pakkan‘ın negatiflerinden bastırmış olduğu— halası Leylâ (Seden) Kaskan ile eniştesi Selçuk Kaskan’ın o hârikulâde fotoğraflarını süratle sefere yetiştiren Ayşe Seden Pakkan‘a 1001 teşekkürlerimizle ve evet her ne kadar aile büyüklerimize dayanan örgüler de olsa anca gıyâben tanımış olduğumuz “bu güzel insanlara hasretle”…
)O(

Selçuk Kaskan

Harem-i Şerif müdürü Mazhar Kaskan ile Hayriye (Sırmalı) Kaskan’ın oğulları Selçuk Kaskan 1918 yılında İstanbul’un Üsküdar semtinde doğdu; bir kaç ay sonra ailecek taşındıkları Göztepe İstasyon Caddesi’ndeki —üç çam, dört ayva, dört kiraz, bir dut, bir de çakal eriği ağacı bulunan— bir dönümlük ‘küçük’ bir bahçe içine yaptırılmış olan ahşap evlerinde —kızkardeşleri Bârika (Afşar) ve Refika (Onger) ile birlikte— çocukluğu geçti. Ekim 1926’da —Göztepe’de birinci ve ikinci sınıfları bitirdi ve eski Türkçe okuma-yazmayı öğrendi ancak Fransızcası yeterli bulunmadığından— yeniden ilk mektebin birinci sınıfına leylî meccanî yazılarak başladığı Galatasaray Lisesi’nden 1938’de mezun oldu. Ardından girdiği Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki öğrenimini ise yarıda bırakıp çalışmaya başladı. Uzun yıllar ticaretle uğraştı. İstiklal Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı’ndaki atölyesinde tüccar terzilikle iştigal etti. Aynı zamanda çeşitli gazetelerde fıkra, sohbet türünde ve balıkçılık üzerine yazılar yazdı. Orhan Avşar Orkestrası’nda solist olarak tangolar söyledi. Ayşe ile Kemal Seden’in kızları, Osman F. Seden’in kızkardeşi Leylâ (Seden) Kaskan ile evlendi. 1949’dan itibaren İstanbul Radyosu’nda yazdığı radyo skeçleriyle tanındı. Bunların en meşhuru 1961’de yayına giren kendi ailesinden esinlenerek yazdığı Uğurlugil Ailesi‘dir. Kenter kardeşlerin rol aldığı bu dizi tam 18 yıl sürdü. Hazırlayıp sunduğu radyo programları arasında Onbeş Günde Bir, Kaptan Amca Diyor ki sayılabilir. Balıkçının Cep Kitabı (1950), Dolap Beygiri (1964), Almanya’dan Bir Yar Gelir Bizlere (1965) adlı eserleri yayımlanan Selçuk Kaskan, 18 Temmuz 1978’de İstanbul’da vefat etti.

Ayrıca bkz. Mustafa Şerif Onaran, “Tangonun Eski Sesi”, Cumhuriyet Dergi 640 (28.6.1998)6-7.

Türkiye’nin ilk Arjantin Tango orkestrasını kuran Bandoneon üstadı Orhan Avşar (1917-1974) bu kayıtta orkestrası ve solist Selçuk Kaskan (1918-1978) ile birlikte Sin Palabras adlı parçayı seslendiriyor…

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Kategoriler

%d blogcu bunu beğendi: