🔘 Sermed Muhtar Alus, “Büyükada’ya Tebdil-i Havaya Gidişimiz”, Akşam, 02.02.1941.

Gördüklerim, duyduklarım
Büyükada’ya tebdil-i havaya gidişimiz
[📷: Büyükada’nın eski bir resmi]
Geçen yazımda[1] bahsettiğim gibi o yıl [Rumi 1315, Miladi 1889/90] da enflüenza İstanbul’u yakıp kavurmuş, içimizde en ziyade annemi [Fatma Kevser Hanım] hırpalamış, hayâlifener edip çıkmıştı.
Devrin en meşhur iki doktoru Zambako Paşa ve Horasanciyan Efendi kesip attılar:
— Hemen Büyükada’ya götüreceksiniz!..
— Aman daha Mart içindeyiz. İstanbul’un kışı yaza doğrudur!.. gibi cevaplara rağmen ısrardalar:
— Hattâ mümkünse yarın!..
Lokman hekimler bunu dedikten sonra akan sular durur.
Ada’yı iyi tanıyan bir ahbaba rica edildi. Gidip döndü. En manzaralı, en havadar bir noktada, sekiz odalı, mobilyalı, piyanosu bile içinde, matlûba ezher-i cihet muvafık bir köşk bulduğunu, fakat pahalıca olduğunu, sezonluk 100 altın istediklerini söyledi.
Filvâki tuzlu amma razı olmaktan gayri çare yok. Ertesi gün peyi yollandı, köşkü tuttuk. Hafta geçmeden takım taklavat taşınıyoruz. Alahtan olacak o gün hava güneşli, mülâyim. Annem son derece zayıf, mecalsiz olduğu için kupaya, başını dayıyacak yastık; dizlerine örtecek battaniye alındı. Geride de ev halkı. Şehzadebaşı’ndan yolu tuttuk.
Öğleüstü doğru köprünün Adalar iskelesi. O tarihte Adalar’a vapur kıt; günde dört tane gidiyorsa o kadarı bile gelmiyor. Vakti evvelden öğrenildiği için islim üstündeki 8 numaralı “Hereke” vapuruna cümbür cemaat daldık.
Bu gemi Nuh nebiliktir. Ara seferlerine konmuş. Orta kat, alt kat salonunu falan arama. Kadınlara mahsus yan kamarasına ıskarça gibi dolduk. Tonton kalktı.
Git git, Sarayburnu açıkları. Bir taraftan “Gelin havası” bayılıp dursun, enikunu sallanıyoruz. Bizimkilerin ellerinde limonlar, kolonyalar; dadı, bacı çoktan dışarıya fırlamışlar…
Fenerbahçe kulesi, Kınalı burnu, Burgaz önü, yol bitip tükenir gibi değil ki. İki mi, iki buçuk saat mi sonra çımacıların sesi imdada yetişti:
— Büyükada!…
Herkeste ekşi surat, tıpkı ağıla benzeyen iskeleye kapağı attık. Meydanın sağında gene gazino, içinde küçük sahne; sol yamaçta birkaç eşek, üç beş araba. Hepsi tenteli ve sepet; kapalısı ne gezer.
Çarnaçar bindik. Anne başını yün atkı ile sarıp sarmaladı, dizlerine battaniyeyi örttü. Hıristos caddesinde Keşanlı’nın köşküne[2] yanaştık.
Sekiz, on basamak merdivenden sonra taş bir sed. İçeriye gir, geniş bir sofa. Sokak üstünde sağlı sollu, arkada hakeza, aralarında da birerden altı oda.
Hakikaten kuşbakışı manzaraya diyecek yok. Ada, deniz derya, karşı sahiller ayak altında… Evet, ev mobilyalı. “Zengin idin hani senin partalın, şişman idin hani senin sarkanın” hesabı. Köhne bir piyano; perdelerin, kanepelerin kumaşları akmış; ayna, konsolların yaldızları kararmış; Çin işi iki koca vazo kırık; pirinç sehpalı petrol lambası yanpiri; duvarlarındaki tabloların muşambaları delik deşik. Tepedelenli Ali Paşa’nın meşhur sevgilisi Vasiliki’nin taş basması resmi lekeler içinde.
Selâmünaleyküm der demez, 40, 45’lik iki madamanko çıkageldi. Ev sahipleri ve Keşanlı’nın kızları imiş. Saçları maşalı, yüzleri düzgünlü, sıtlarında bombe kollu fistanlar; keskin keskin lâvanta kokuları yayılıyor. Sanki süvareye gidiyorlar.
Eve adımımızı attık, aman yarabbi içecek su yok. Göç telâşında elbette akıldan çıkar. Matmazeller lütfedip bir sürahicik getirdiler. Bumbulanık, ağıza konamaz.
Yakacık suyunun damacana damacana bol olduğunu söylemişlerdi. Adamlar koşturuldu. Tek sucuda katresi kalmamış.
Deşt-i Kerbelâda gibiyiz.; hararetten yanıyoruz. Kuyuya teşneler çok, fakat buruk, haza şap. Biricik eczaneye başvuruldu. Vişi maden suyuna dayandık. (Çitli, Karahisar, Kisarna gibiler o zamanlar ne arıyor?)
Hava poyrazlaşmış, tir tir titremeye başlamıştık. Sofada sözüm ona şömine var amma odun nerede? Tüttüreceği göster. Güçbelâ bir saç mangal bulundu. Etrafına üşüşen üşüşene.
Akşam yemeğine oturduk. Öyle yağlı bir et ki desturun lâhın-ı hınzır mıdır ne? Zira burası râya yatağı. Onunla piştiği için sebzeler de tukaka. Burada balığın âlâsı varmış amma kim eve sokuyor? Doktor Zambako Paşa’nın “Balık kana hararet verir, kurdeşen yapar” tembihi kulaklarda küpeydi.
Adapazarı tereyağına, peynir ekmeğe yattık. Erkencecik yataklarımıza girdik. Çok geçmeden sokakta makamlı makamlı, firaklı firaklı, mırıltılar. Zangoçlarmış meğerse. Tepelerdeki manastırlardan inerek her gece ortalığı tavaf ederlermiş.
Büyük teyze, haminnem, Esved Bacı kelime-i şehadetler, salâvatlar getirmede.
Yorgunluktan gevşemiş, uykuya dalıyor gibiyiz. Dadım Hasbihal Kalfa’nın aşağıdan feryadı çınladı.
— Kurtlar boğuyor!…
Hep fırladık. Bulaşıklar yıkanan kuyu suyunda canlı canlı kurtlar kaynaşmada. Ertesi sabah karşı komşuda temiz bir sarnıç bulundu da teknesini ateş pahasına, iki kuruşa mı, yüz paraya mı peyliyebilmişler…
O gün de yepyeni bir hâdise. Alt kata inen merdivenin başında camekânlı bir bölme var. Bitişikteki küçük bölüğe çekilmiş olan ev sahipleri ikide bir yokluyorlar. Bir de girip bakalım ki dolabın içinde bir kandil; çiçeklerle, tüllerle çerçevelenmiş Meryem Ana resmi.
Görüşecek, halleşecek kimseler yok. Herkes dokuz öksüzle mağaraya kapanmış gibi. İstanbul’dan ahbap çağırıyoruz; yalvarıp yakarıyoruz, “pekidi mekidi” diye savsaklıyorlar. Can ciğerlerden, Nabi gibi kelâmlı bir Vahide Hanım’ımız vardı. Bir de kol çengi Eda. (Kübera konaklarında ekdilik, büyük düğünlerde soygunculuk eden meşhur Uzun Nefise Hanım’ın torunu); üçüncüsü de Sultan Aziz çıraklarından piyanist Saraylanım [Saraylı Hanım].
Haber ettik, geldiler. Dil ebesi Vahide Hanım’ın nutku tutuk. Ağzından türkü eksilmeyen Eda’nın çanına ot tıkalı. Saraylı, piyanonun kapağını bir kere bile açmadı.
Öteden beri Ada’ya bayılan “yeryüzünün cennetidir” diyen babam bile sus pus.
Nisan yağmurları, bardaklardan boşanırcasına başlamıştı. Ayvaz memnun mu memnun. 15, 20 gaz tenekesi peydahlamış, oluklara yanaştırıp yanaştırıp duruyor.
Tahtalar uğuluyor, çamaşırlar yıkanıyor; gene de kimsenin yüzü gülmüyor. Herkes şekvacı, her dilde aynı nakarat:
Üç aydır öksürüp tıksıran annem bir kere hapşırdı mı, Ada’dan. Haminnemin kırk yıllık yarım baş ağrısı mı tuttu, Ada’dan. Büyük teyze dört kere geyirdi mi, Ada’dan. Esved Bacı’nın doğma büyüme romatizması mı tepti, Ada’dan. Dadımın azı dişinin zonklaması, Ada’dan. Ayvaz’ın gaz tenekesi açarken parmaklarını kesmesi, Ada’dan. Ahretliğin yatağını ıslatması, Ada’dan… Babamın son vapura kalması da, Ada’dan.
Artık dad bir, feryad iki. Pılıyı pırtıyı toplamaya başladık. Annem dinçleşmiş; haminnem de neşe, teyzenin ağzı kulaklarında; Vahide Hanım bülbül; zirzop Eda mânide; uşak, ahçı, Ayvaz memleket türkülerinde.
Denklerle beraber iskeleye indik. Ortalık mahşerdi. O gün meşhur Ayayorgi panayırı imiş. Soran sorana, şaşan şaşana:
— Hıristos, Ayayorgi, Ayanikola tepesine çıkmadan mı gidiyorsunuz?
Kartal’a giden vapura kendimizi dar attık. Biner binmez geniş bir nefes:
— Ooooh, kurtulduk!
Kartal istasyonundan trene atlayıp Göztepe’ye iner inmez de:
— Yarabbi şükür, dünya varmış!
O gün Fenerbahçe’nin Hidrellez’ini kaçırmadığımıza ne buyurulur?
Sermed Muhtar Alus
Sermed Muhtar Alus, “Büyükada’ya Tebdil-i Havaya Gidişimiz”, Akşam, 02.02.1941.
künyeli gazete kupürünü Adalar Postası’yla paylaşan
Tekin Deniz’e 1001 teşekkürlerimizle…
)O(
[1]
🔘 Sermed Muhtar Alus, “İstanbul’da Enflüenza”, Akşam, 30.1.1941.
Gördüklerim, duyduklarım
İstanbulda enflüenza
O zamanlar, her sene kara kışta bir veya iki kere başı vurup lâakal on beş gün yatak döşek serilmek şarttı. Adı enflüenza’ya tutulmak. Paçavra hastalığı da derledi ki sebebi, vücudü paçavraya çevirişi. (O vakit grip kelimesi ortada yok.)
Elâ gözlümün çıka gelişi en ziyade kânunlarda; 40 gün süren Erbain ve 50 gün süren Hamsin içinde. Erbainin Zemherir fırtınasile “İştidadülberd”ine, Hamsinin cemreler düşmeden evvelki “İzdivacı tayur” ve “Garsı eşçar” günlerine sanki balmumu yapıştırmış.
Yavaştan yavaşa lâfı başlardı:
— Kör olası gene sökün etmiş!
— Bitişikler kapı kapamaca yatıyorlarmış!…
— Karşıkilerde de var galiba. Doktor İpokratı girerken gördüm!
Buyurmadığı, mihman olmadığı ev, konak nerede?… Mutlaka da en önce ya kel takyeli ahretliğe, ya merhumlar yadigârı Arap kalfaya, ya hanım nine kardeşi büyük teyzeye, ya da yeni geline musallat.
Kar kıyamette çangırılı paçaları sıvayıp kuyudan su çeke çeke taşlıkları, tahtaları oğmuş. Bacı başını rastiğe bulayıp kar toplayan güneşte kurutmuş. Teyzanım kulunç yellerine okutmak için titreye titreye Çukurçeşme’deki Kirli kızları boylamış. Tazeye gelince buz gibi hamamcıkta yıkanıp çivi kesmiş.
Dideler ruşen, artık çekiver kuyruğunu. Kucaktakinden köşe minderindekine kadar evdekileri sıralardı.
Hepsi sergi, Kafa kazan, beyin zonk zonk, vücud fırın, her azada sızı. Gelsin filcan filcan ıhlamur hatmi, mürver! Koca koca güllâçlarla sulfato, antipirin, fenasetin (daha aspirin de meçhul); şişe şişe belladonlu, ipekalı şuruplar; paket paket döver tozu, bizmüt tozu…
Hunnak gibi üç 24 saati bırak, âdi soğuk algınlığı gibi dokuz günde savan babayiğiti parmakla göster. İkinci hafta aşıldıktan sonra hafifler, bet beniz balmumu, gövde pelte, lök gibi kaşelerden ağız çirişçi çanağı, beziryağı vari şuruplardan mide altüst, buruk tozlardan barsaklar büzülü hâlâ genizde yanma, hançerede gıcık, göğüste hışırtı gûya yataktan kalkılırdı.
Fakat odadan çıkmak kimin haddine? Zerre kadar üşümeğe gelmez, çam sakızı “ben buradayım” der. Maazallah zatürrie, zatülcenp bile haritada var.
Odanın içinde soba hani harıl, mangal nar gibi, pencere kenarları yapışık; kapıda baklava dikişli pamuk perde yerlere kadar…
Başta erkeklerde takye, kadınlarda sımsıkı yemeni, boyunda bir değirmi yıkanmamış tülbend, küreklerin üstünde vatkalı pamuk… Böylece de hayli günler geçirildikten sonra sofayı geçip karşı odaya gitmek için yün atkıya sarılan sarılana, hattâ hırka, kürk giyen giyene…
Küpten yeni konmuş su şöyle kalsın, sürahide durmuşuna bile dudak değdiren kim? Mangalda üçlük cezve hazır; hemen bardaktakinin üstüne bir parmak boca. Şayed cezve mezve yoksa yahut kül kalkmış da yayılmışsa bardak ateşin yanına.
Bunlara rağmen evin içinde güvercin tersi yemiş gibi gene kısık sesler; kontrbaso, baso, bariton, alto perdelerinden öksürükler; dahme gibi aksırıklar… Mart dokuzu atlatılacak, Nevruzu sutlanı ile ilkbahar girecek de hâ’âs olunacak.
Lâf ola, beri gele. Martın kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırdığını, Sitte-i sevrini unutmıyalım.
İyi hatırımdadır. Enflüenza 315 [1889/90] senesinde İstanbul’a pek acarcasına gelmiş, girmediği kapı baca kalmamış, saygısızca yerleşip nice kimselere duman attırmıştı.
Sıvırya panik. Az buçuk meraklıya zır deli, sari hastalığa “senesi ise geçer”, ahretine kavuşana “günü dolmuş” diyenler bile “biz de mi tutulacağız?” korkusundan bitiyor.
Göz açıp kurtulanlarda gene helecan: Ya nüks ediverirse, bu sefer daha dallı budaklı olursa…
Vehim bu, malûm a bir defa dala bindi mi bastırdıkça bastırır; faizi mürekkep hesabile ürer. Bu münasebetle hiç mübalâğasız bir vakıâ hikâye edeceğim:
Temizlik meraklısı bir eski ahbaplar vardı. Evlerine gir, bal dök yala. Pırıl pırıl taşlık, gıcır gıcır merdiven, ayna gibi camlar, sakız gibi perdeler, lâvanta çiçeği kokusu bürümüş minder örtüleri.
İşleri güçleri perşembe tahta silme, cuma ortalık süpürme, cumartesi çamaşır, pazar ütü, pazartesi sökük dikme, salı sandık istifi, çarşamba Çinili hamama tetümmat tam tamamına büyüğünden küçüğüne kadar hepsi örnek.
Azıttıkça azıttılar: “Saka kirli çorabile bastı”, “imamın kedisi siğdi”; “misafirin çocuğu galiba helâya lalınsız girdi” diye durmadan mutfağı, taşlığı, odaları şartlamalar. Halleri harap; hem üzüntüden, hem yorgunluktan helâk oluyorlar.
Paçavra hastalığının o şidetli senesi. Konu komşu: “Aman pek salgın kendinizi koruyun” diye dursunlar umurlarında değil; hâlâ temizlik derdindeler.
Sen misin aldırmayan?… Günün birinde bunlar da ard arda yakalanıyor. Akla karayı seçtikten sonra kurtuluyorlar amma hepsi canlı cenaze.
Şimdi de mikrop derdine düşmezler mi?… O gül gibi evlerinin halini görmeyin. Süblime ile yamyaş paspasdan pırıl pırıl taşlıkta pençe pençe çamur; duvar diblerine serpilmiş, kireçten gıcır gıcır merdivenlerde beyaz ökçe izleri; sakız gibi perdeler alacalı bulacalı; lâvanta çiçeği kokan örtülerde keskin keskin asidfenik kokusu…
Meselâ bir misafir gelmiş de hoşbeş arasında: “Filânca da hasta, demiri yokladık” der demez hanımla kızı haydi dörtnala dışarı. Çocukları odaya kapayıp lâstik balonlu pülverizatörle tepeden tırnağa pıspıs; misafir gider gitmez de ellerini, üstlerini başlarını, ortalığı süblimeye bulama…
Dedik a, bastırdıkça bastırır. Buyuranın ne dilinde ne halinde hastalıktan kalkış, hastalıklı yerden geliş alâmeti yoksa şimdi de ağız ararlardı. Faraza “bugün falancalara uğradık” dediler mi boş atıp dolu vurmak için hemen:
— Ortancanım Paçavradan yatıyormuş!…
Karşılık (hayır!) ise:
— Estağfurullah, ortancanım değil. Hacı bey!…
Bu sefer de fos çıktı mı:
— Torunları namizaçmış galiba!…
— Biraz öksürüyor amma ayakta dolaşıyor! cevabını alır almaz yallah gene dışarı ve ayni minval…
Nihayet kimseler gelmez, kimseler gitmez, kimse ile görüşemez hale geldiler. Daha ardından hatun eni konu oynattı. Kızı kara derilere sarıldı. Çocuklar sıskalaştıkça sıskalaştı. Damad da kendini içkiye verdi. İçlerinden sağ kalan bir o var. Gelgelelim zavallıcık menzul, yarın öbür günlük…
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Enflüenza İtalyanca influenza kelimesinden geliyor. Buradaki “z” onlarca “çe” okunur. Şeytan kulağına kurşun, dağlara taşlara habisin çoktandır adı, sanı battı. Mütareke seneleri İstanbul’da çok hanımları mateme sokan “İspanyol nezlesi” nam cellâd bu murdarın azmanı idi ya.
Katî kayıdlara göre o yıllar Avrupa’da, Rusya hariç, üç milyon, Uzak Şark’ta 15 milyon kurban vermişmiş…
Sermed Muhtar Alus

)O(
[2]
Keşanlı’nın Köşkü:
[…] Sofronios Evi’nin karşısında Konstantinos Keşanlı’nın günümüze kadar ayakta kalan, çok bakımlı köşkü bulunmaktadır. Keşanlı 1860’da İstanbullular kontenjanından İhtiyar Meclisi’ne seçilen üyelerdendi. Bitişiğindeki dostu Garifalidis’in köşkü ile birlikte bu ev Hristos yolunda ilk yapılan evlerdendi. Adından da anlaşılacağı gibi kökeni Doğu Trakya’daki Keşan kazasıydı. Oğlu Yeoryios Keşanlı’yı 1876’da, Hristos Kilisesi’nin idari işlerini idare eden kurulun çok faal genel sekreteri olarak görmekteyiz. Ada’da “Keşanlı’nın kızları” olarak bilinen evde kalmış torunları “saatlerini hiç şaşırmadan el ele, sıska endamları ve eski moda elbiseleriyle” her Allahın günü gezmeye çıkarlardı. Kopsidas’ın evinin önünden her geçişlerinde, Tante ile anneannem Eleni itişmeye başlar, “Çocuklar Keşanlı’nın kızları geçiyor” diye fısıldaşır, sonra da dedikodularını yapmak için üzüm asmasının altına koşarlardı. “…baloya gider gibi, süslü püslü, eski bir moda dergisinden çıkmış gibi dolaşmalarını” görünce konuşmadan duramazlardı. […] Keşanlı’nın köşkünü yıllar sonra Oreopuloslar, az ötedeki Garofalidis’in yazlık evini ise akrabaları Fotiadisler satın alacaktır. […]
Akillas Millas, Büyükada (Prinkipo, Ada-i Kebir), İstanbul (2014)389, 391.
Sermet Muhtar Alus (1887-1952)

28 Mayıs 1887 tarihinde İstanbul Saraçhanebaşı’nda doğdu. Asıl adı Osman Sermet’tir. “Sermed” kelimesi ebced hesabına göre doğum tarihi olan 304 (1304) yılını vermektedir. Babası Askerî Müze Müdürü Ferik Ahmed Muhtar Paşa, annesi Osman Âbid Paşa’nın kızı, Hanımlara Mahsus Gazete’de F. K. imzasıyla yazıları yayımlanan Fatma Kevser Hanım’dır. Başlangıçta Osman Sermet Muhtar, daha sonra yazılarında Sermet Muhtar adını kullandı. Eğitimine Sultanahmet’teki Fîruz Ağa Camii imamı Mustafa Efendi’den aldığı özel derslerle başladı, Muhacir Ârif Efendi ile devam etti. Küçük yaşlarda Fransızca ve Almanca öğrendi. On yaşında iken dedesi Âbid Paşa’nın sürgünde bulunduğu Halep’e gitti. Dönüşünde son sınıfına kaydedildiği Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nden 1906’da mezun oldu. Aynı yıl girdiği Mekteb-i Hukuk’u birincilikle bitirdi (1910). Avrupa’da hukuk doktorası yapma arzusu gerçekleşmeyince sınavla Askerî Müze’ye Umûr-ı Fenniyye ve Târîhiyye kâtibi olarak girdi. Bu sırada müze için hazırladığı rehberler üç cilt halinde yayımlandı. Babasının ölümünün (1926) ardından müzedeki görevinden ayrıldı. Hayatının son döneminde geçimini gazete ve dergilere yazdığı yazılarla sağlamaya çalıştı. 18 Mayıs 1952’de öldü. Bilgili, kibar, zeki, nüktedan, sohbeti aranan, cömert kişiliğiyle tanınan Sermet Muhtar zaaflarını, maddî sıkıntılarını dışa yansıtmayan bir terbiyeye sahipti.
Sermet Muhtar’ın çocukluğu, köklü ve zengin kültür birikimine sahip bir aile ortamı içinde dedesi Âbid Paşa’nın Saraçhanebaşı’nda ve Göztepe’deki konaklarında geçmiş, konak hayatı kişiliğinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Çocukluğundan itibaren Şehzadebaşı’nda ve Kadıköy yakasındaki tiyatrolarda çok sayıda oyun izleme imkânı bulmuştur. Jules Verne’in çeviri romanları yanında F. Alcan’ın “Bibliothèque de philosophie contemporaine” dizisindeki kitapları okumuş, Illustration dergisinin hemen tamamını edinmiştir. Servet-i Fünûn şair ve yazarlarının eserlerine duyduğu hayranlıktan dolayı, ilk evliliğinden olan kızına Cenab Şahabeddin’in “Elhân-ı Şitâ” şiirinden ilhamla Elhan adını vermiştir. Babasının ölümünün ardından annesinden hiç ayrılmamış, üçüncü evliliğinden sonra bir daha evlenmeyerek annesi ve tek çocuğu Elhan’la beraber yaşamış, kızının yetişmesi ve eğitimiyle bizzat ilgilenmiştir. Annesi Fatma Kevser Hanım tarafından devrin başbakanı İsmet İnönü’ye hitaben yazılan ve Göztepe’deki köşklerinin sanatoryum yapılmak üzere satın alınmasını talep eden dilekçeden, ailenin özellikle Ahmed Muhtar Paşa’nın hastalıklarla geçen son yıllarında geçim sıkıntısı içine düştüğü anlaşılmaktadır.
Müziğe olan ilgisi yanında resme de merak sarmış, ilk gençlik yıllarında evlerine gelip giden (1904) Hoca Ali Rızâ Bey’le alıştırma çalışmaları yapmıştır. Eserlerinin önemli bir kısmını kendi resimlediği gibi yağlı boya tablo çalışmaları da bulunmaktadır. Fotoğrafçılıkla ilgisi, evlerinde bir karanlık oda düzeni kurmaya ve zamanla İstanbul içinde şehir fotoğrafları çekmeye kadar varmıştır. Galatasaray’da edebiyat, felsefe ve tiyatro üzerine konuşan bir arkadaş çevresine dahil olmuş, ilk yazıları Samiha Necdet takma adıyla Çocuklara Mahsus Gazete’de çıkmıştır (1907). II. Meşrutiyet’in ilânından sonra iki arkadaşıyla birlikte Elüfürük adlı kısa ömürlü bir mizah dergisi yayımlamış, Davul’da yazı ve çizgileriyle görünmüş, çeşitli dergilerde Necdet takma adıyla hikâyeler yazmıştır. Düzenli yazmaya 1931’de Akşam gazetesinde başlamıştır. Dönemin çeşitli yayın organlarında yazılarına rastlanmaktadır. Bir ara Cemal Nadir’in çıkardığı Amcabey’in imtiyaz sahibi olarak görünür (1943). Gazete yazılarında geleneksel İstanbul yaşayışını bütün zenginliğiyle ve iyimser bir bakış açısıyla anlatır. Bu yazılarda çocukluk ve gençlik anılarına, aile, dost ve arkadaş çevresine, okuduğu kitaplara da yer verir. Okuduklarına ve gördüklerine duyduklarını da katar. Balkan ve I. Dünya savaşlarının yıkıcı etkilerine yakından şahit olan yazar, roman ve piyeslerinde savaş şartlarını kendi çıkarlarına kullanarak bir anda servet sahibi olan, sonradan görme harp zenginlerini nükteli bir dille hicveder.
Eserleri.
İstanbul Yazıları. 1. İstanbul Yazıları (nşr. Faruk Ilıkan, İstanbul 1994). Eski İstanbul yaşayışı üzerine yazdığı yazılardan bir seçmedir. 2. İstanbul Kazan Ben Kepçe (İstanbul 1995). İstanbul’un çeşitli semtlerini anlattığı, Ekim 1938 – Mart 1939 tarihleri arasında Akşam gazetesindeki tefrikalarından oluşmaktadır. 3. Masal Olanlar (İstanbul 1997). Önce Akşam gazetesinde yayımlanmıştır (Mart-Nisan 1932). 4. Eski Günlerde (İstanbul 2001). Müellifin, Ekim 1939 – Mayıs 1940 arasında yine Akşam gazetesinde çıkan yazılarında başta ramazan günleri olmak üzere eski İstanbul yaşayışının çeşitli ayrıntıları ele alınmıştır. 5. 30 Sene Evvel İstanbul (İstanbul 2005). Akşam gazetesinde 12 Mart – 27 Eylül 1931 tarihleri arasında yayımlanan elli altı yazıdan meydana gelen kitapta 1900’lerin başındaki İstanbul hayatı anlatılmaktadır.
Alus’un yine eski İstanbul hayatı üzerine gazete ve dergilerde tefrika edilip henüz kitap halinde basılmamış başka yazıları da vardır: “Eski Defterdekiler” (Akşam, Mart-Nisan 1932); “Bir Varmış Bir Yokmuş” (Yedigün, Haziran-Ekim 1934); “Eski Konaklar Bize Neler Anlatıyor” (Tan, Ekim-Aralık 1936); “Kırk Yıl Evvelkiler” (Akşam, Mart-Haziran 1939); “35 Yıl Evvelki Demlerinde” (Akbaba, Ekim 1939 – Şubat 1940); “Gördüklerim Duyduklarım” (Akşam, Ocak 1941 – Ağustos 1944, aralıklarla); “Eski Ramazan Geceleri” (Yeni Sabah, Eylül-Aralık 1942); “Pazar Sohbetleri” (Yeni Sabah, Aralık 1942 – Mart 1943); “Dünden Bugünden” (Amcabey, Akşam, 1943-1947, aralıklarla); “Bugünden Dünden” (Aydede, Akşam, 1949-1951).
Roman: Kıvırcık Paşa (İstanbul 1933, filme alınmıştır, 1941), Pembe Maşlahlı Hanım (İstanbul 1933), Harp Zengininin Gelini (İstanbul 1934), Eski Çapkın Anlatıyor (İstanbul 1944), Onikiler (İstanbul 1949; haz. Eser Tutel – Faruk Ilıkan, İstanbul 1999). Gazetelerde tefrika halinde kalan romanları: “Rüküş Hanımlar” (Akşam, 1934), “Dünün Genci Anlatıyor” (Cumhuriyet, 1935), “Kırkından Sonra” (Kurun, 1936), “Anasını Gör Kızını Al” (Kurun, 1937), “Nanemolla” (Akşam, 1938), “Şahende Hala” (Amcabey, 1943), “Banker Arif” (Amcabey, 1943), “Bebek Emine” (Vatan, 1943), “Molla Beyin Baldızı” (Aydede, 1949) (romanlarının geniş bir tahlili için bk. bibl. Demiryürek).
Oyun: “Derd”, “Zincirleme”, “Kof Ramiz”, “İnci Sultan”. Uyarlama: “At Martini” (La souriante Mme Beudet); “Ev İlâcı” (La gloire ambulancière, Şair dergisinde tefrika edilmiştir, nr. 12-15, 1919); Helâl Mal (Dozulé’den, Temaşa dergisinde tefrika edilmiş, kitap olarak da basılmıştır, 1336); “Sevk-i Tabiî” (H. Kistemaeckers’den Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte, 1925’te sahnelenmiştir); “Kalem Efendileri” (Yusuf Ziya Ortaç ile birlikte).
Diğer Eserleri. 1.Topkapı Saray-ı Hümâyûnu Meydanında Kâin Müze-i Askerî-i Osmânî Züvvârına Mahsus Rehber / Guide: Musée Militaire Ottoman Situé à Ste.Irène, Place de Top-Kapou-Sérail (İstanbul 1336/1920, 1922). Üç ciltten oluşan rehber Fransızca ve Türkçe olarak ayrı ayrı hazırlanmıştır. 2.Türkçe-Fransızca Yeni Lugat / Nouveau Dictionnaire Turc-Français (İstanbul 1930; genişletilmiş 2. bs. 1935). 3.Yeniçeriler ve Eski Türk Ordusu (İstanbul 1933). Sermet Muhtar, Reşat Ekrem Koçu tarafından çıkarılan İstanbul Ansiklopedisi’ne çeşitli maddeler yazmış, bazılarına notlarıyla katkı sağlamış, bunların toplamı 135’e ulaşmıştır. “Meşrutiyet Tarihi” de 1916’da Ebüzziya takviminde yayımlanmıştır.
Müellifin ayrıca basılmamış bir “Küçük İstanbul Rehberi” bulunmaktadır.
/
Alim Kahraman, “Sermet Muhtar Alus”, İslâm Ansiklopedisi Ek: 1 (1996)91-92.
Bir Cevap Yazın