ADALAR SANAYİ BÖLGESİ OLSUN!

Bütün ütopyaların olmasa da bir çoğunun kurgusu düşsel bir ada doğası üzerine şekillenir, ilk iş olarak da bu fikrin gerçekleşmesine engel olabilecek bir çok olumsuzluğu dışarıda bırakacak bir denizaşırı mesafenin fizikî koruyuculuğundan yardım alınır. Francis Bacon’un Atlantis‘i ya da Hay bin Yakzan’ın Esrarü’l-Hikmeti’l-Meşrikkiye’sinde ideali bozabilecek saldırılardan uzak bir ütopyanın ancak dalgalı ve çok yönlü rüzgârlardan sonra ulaşılabilen bir adada başlaması tesadüf olmasa gerektir.
Ütopyaların başka bir ortak özelliği de sakin ve adaletli bir toplumsal yapı kurgulamasıdır; kâr yoktur, kâr olmayınca mülkiyetin az sayıda elde tekelleşmesine yol açan azılı bir yarışma da olmayacağı için bu toplumsal düzen kurgularını, sanayi toplumunun ideologları başlangıçta burun kıvırarak yok saymış, giderek kentleşme adına doğadan yana tavır koyanları ise “modernite karşıtları” olarak suçlamaya başlamışlardır…
Yani doğanın koruyucu, rehabilite edici gücüne inanan kadın-lokmanhekim tipin farma endüstrisi tarafından cadı ilan edilmesi, Grimm Kardeşler’ce ustalıkla yazılmış vahşi çocuk masallarıyla cadıya dönüştürülmesi, doğa düşmanları ile doğa severlerin kavgasının ne kadar eskilere dayandığını gösteriyor.
Bugün, birden çok partinin dayatmacı bürokratları tarafından Adalar halkına ve Adalar biyotopuna yönelik ceberrut modernleşme saldırısının köklerinin gerilere, yüz yıl öncesine gitmesi de kimseye şaşırtıcı gelmez.
1913 yılında Balkan bozgununun yarattığı travmaya kendi ütopyası Rüyada Terakki* adlı kitabında çözüm arayan Mustafa Nâzım Erzurumî** İstanbul için günümüz teknolojisine yakın dijital kontrollü bir yaşamı hayal ederken –eksik olmasın– Adalar’ı da ihmal etmemiş; şimdikileri aratmayacak bir doğa düşmanlığıyla Adalar’ı İstanbul’un sanayi bölgesi yapmaya karar vermiş. Adalar’da kuracağı sanayi bölgesinin ulaşımını da dubalar üzerine kurulan şimendifer marifetiyle yapmayı kafaya takmış.
[…] Üsküdar mezarlıklarının hizasından geçtiğimiz Adalar olanca azametiyle arz-ı vücûd ediyordu. Dikkat ettim; Adalar’a şimendifer gidiyordu, denizde dubalar var, tren karadan dubalar üzerine yürüdükten sonra, şimendifer makineleri dubaların yanlarındaki çarkları tahrik ederek, kemalî süratle Adalar’a gidiyor aynı suretle geri dönüyordu. Adalar’a baktım; fabrika bacaları etraflarını kara bulut gibi sarmıştı. […]
Davudzade Molla Mustafa Nâzım Erzurumî, Rüyada Terakki, Kapı Yayınları İstanbul (2012).
Ütopya değil korku filmi sanki!
Adalar’a karadan otobüs fikri bazı partilerin kasalarında duruyor şimdilik. [bkz. Emine Çiğdem Tugay, “Adalar’ı Adalıktan Çıkartmak Sevdasına (K)ayMakam Katkısı…”, Adalar Postası-2709 (31.3.2013).]
Hepimizi Adalar’a çıkaran gemiler farklı amaçlar ve tarihler taşımış olsa da şu küçük tepelerine ve vadilerine serdiğimiz çulların dokuları konusunda en genel anlamıyla bir ruh ortaklığından söz etmek yanlış olmaz sanırım. Kentin gürültüsünden arınmış, Bugenvili bol, araç ve beton teröründen uzak ve daha rahat nefes alabileceğimiz bir atmosfer.
Bir de sokakta besleyebileceğimiz, arkadaş olabileceğimiz küçük sevimli hayvanlar…
Bunun ötesinde hızla ulaşabileceğimiz bir koru, yaşamımızı temposuna uydurmaya çalıştığımız Lodos ve Poyraz esintilerinin farklı zamanlarda ve farklı sahillerde kıyıları dövdüğü dalgaları, baş ağrılarımız, selamlaşmalarımız, evlerden taşan küçük dertler ya da yaralı veya terk edilen bir sokak hayvanı için kurulan küçük sevimli dayanışma komüniteleri, büyük kentlerde devleşmiş, palazlanmış kent mafyasının kurnaz taşralı politikacalıları marifetiyle planlı saldırısı altındadır.
Adalar’ı betona boğmanın entrikalarının provası olan Ruam tiyatrosunda sergiledikleri sahte salgın ve ardından gelen dehşetengiz itlaf yöntemleri, Adalar ütopyamızı çevirmek istedikleri distopyadan bekledikleri rant miktarının büyüklüğü hakkında bir fikir verebilir. Adalar halkının küçük dünyalarına sığdırdığı masum beklentiler, üç büyük partinin –seçim zamanındaki yalanlarını ciddiye almazsak– gerçek programlarıyla asla örtüşmemekle acımasız bir saldırı altındadır.
Ada halkının önemli bir kısmının sezgileriyle ortaya çıkarılan sonra da yöneticilerce itiraf edilen at itlafı oyunu, sonunda Başkan’ın sorunu çözümlemek üzere Ada sakinleriyle konuşmasıyla değil de planın gerçek sahipleriyle –bir bakanın tavassutuyla sarayla yaptığı Kafkavarî esrarengiz bir görüşmeyle– sonuçlandı.
Hocam Çetin Özek siyaseti analiz ederken mutlaka paranın hareketine ve miktarına bakın, “Para yoksa, rant yoksa siyaset de yoktur,” derdi. Konuşulan şeyleri, vaat edilen “her şey güzel olacak” ucuz reklam mottolarını şöyle bir sıyırırsak altındaki kirli para hareketlerini berrak bir şekilde görebileceğimiz kesin. Müteahhitlerin ve sahil mafyasının partisi yoktur ya da bütün partiler onlarındır.
Sonuç olarak fayton meselesi ve müteakip saldırılar siyaseti yöneten sistem partilerinin ortak bir projesidir ve partiler arası bir hüvviyete sahiptir. Bundan sonraki saldırılara verilecek cevaplar da partiler üstü bir dayanışmanın ürünü olmalı ve hiçbir başkan adayına ve partiye oylarımızın çantada keklik olduğu garantisi verilmemelidir. Aksi taktirde Adalr’ın kısa sürede Mustafa Nâzım Erzurumî’nin distopyasının kurulduğu, “dubalar üzerinde yüzen şimendiferlerin gidip geldiği, etrafını kara bulutların kapladığı bir sanayi bölgesi”ne dönüşmesi işten bile değildir.
Murat Ceyişakar
* Davudzade Molla Mustafa Nâzım Erzurumî, Rüyada Terakki, Kapı Yayınları İstanbul (2012).
** Tam adı: Davudzade Molla Mustafa Nâzım Erzurumî
Bir Cevap Yazın