Naim Efendi‘nin torunu, mürebbiyesi Madam Kronski ve bir kaç ahbabı ile beraber bir haftadan beri Büyükada’da bulunuyorlar…

🔘 Faruk Şüyün, “Bir Kitap: Kiralık Konak”, ? Gazetesi, 08.02.1987.*

Kiralık Konak
Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar değil, iki sene içinde pek çok âdetler değişti. Kışın konaklarda, yazın yalılarda oturan aileler gittikçe azalmaktadır. Hele, Mısırlıların üşüşmelerinden sonra Boğaziçi’nde yalısı, köşkü olup da kiraya vermekten sakınanlara ya çok zengin, ya çok hesapsız gözüyle bakılıyor. Naim Efendi ise, ne çok zengin, ne çok hesapsızdır. Babasından kalmış bir serveti gençliğinden beri oldukça büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyor.
Naim Efendi, maziden bize yadigâr kalmış bir şahsiyet idi. Bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline ait. Ve Naim Efendi, yeni sazdan, yeni şarkılardan da zevk almıyor. Hatta, son senelerde artık yazılan ve konuşulan Türkçe’yi de anlamıyor. Naim Efendi, evvela damadı, sonra torunları sayesinde nelere alışmadı ki. Biçare adam, kızı evlendiği günden beri, aşağı yukarı yirmi senedir, her gün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne Cihangir’deki konağında, ne Kanlıca’daki yalısında ihtiyar ve yorgun vücudunu dinlendirecek bir köşe kalmıştır. Bundan beş sene evveline kadar hiç değilse, karısı yanıbaşında idi, rahatını, huzurunu mümkün mertebe koruyordu. O, hayatta bulundukça ne kızının, ne damadının, ne torunlarının eve ait işlerde o kadar nüküm ve nüfuzları olmadı.
O öldükten sonra yerine kızı Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım, hiçbir cihetten annesine benzemiyordu. Tıpkı babası gibi çekingen, içinden titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfuzuna ve çocuklarının arzularına son derece uyardı. Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi. Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden bir kazasker oğluydu. Alafranga hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garabet yapan bu adam, Servet Bey, büyük hanımın vefatını müteakip, evi kendi heveslerine göre esasından değiştirmeye kalktı. Naim Efendi konağında bütün iradesini istediği gibi yürüttü. Hele inkılâptan beri bu konakta artık hiç Türkçe konuşulmuyordu.
Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ ya taşınmadılar ve bundan en ziyade Servet Bey‘in çocukları memnun oldular. Zira, Boğaziçi’nin bu köşesi, asrî eğlencelerin hiçbirisine müsait değildi. Hususiyle, Servet Bey‘in oğlu Cemil, henüz yirmi yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen, Beyoğlu’ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların, bazı eğlenceli evlerin sadık bir gediklisidir. Biraderinin küçük sırlarına pek yakından vakıf olan Seniha ise, daima en son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Alaycılığı ve şuhluğu hiç değişmeyen hususiyetiydi. Pazartesi günleri çay partileri verir, Faik Bey de bu partilerin vazgeçilmez konukları arasında yer alırdı ve uzun zamandır Faik Bey, Seniha’ya fazlaca yakınlık gösteriyordu.
II
Son zamanlarda Naim Efendi konağında, bir yabancının bile gözüne çarpacak derecede bazı değişiklikler olmuştu. Bu sene yalıyı kiraya verişleri bunlardan biriydi; atlardan birinin ölümü üzerine diğer atı da satıp, hususi araba kullanmaktan vazgeçişleri ve arabacı ile seyisleri savışları bunlardan ikincisiydi. Beyoğlu’nda bazı terzi ve tuhafiyeci hesaplarını ödemeyişleri bunlardan üçüncüsü ve belki en ağırıydı.
III
Naim Efendi konağa avdetinde, kapının önünde yeğeninin oğlu Hakkı Celis’e rast geldi; ihtiyar adam, bu çocuğu da torunları derecesinde severdi; pek ağırbaşlı ve mahcup tavırlı bir gençti. Gerçi, biraz haylazdı ve beyhude şeylerle meşguldü. Naim Efendi geçenlerde, onun şiir diye yazdığı bazı garip manzumeleri görmüştü de hayretler içinde kalmış ve çocuğun aklına dair epeyce endişeye düşmüştü. O girerken Hakkı Celis çıkmak üzereydi.
“Nereye böyle, küçük şair?” dedi.
Ve çenesinden okşadı. Küçük şair, iki saatten beri burada Seniha’yı bekliyordu. Genç kız bir gün evvel ona birçok kitap sipariş etmişti ve öğleden sonra akşama kadar kendisini bekleyeceğini söylemişti. Halbuki çoktan çıkıp gitmiş ve hâlâ gelmemişti.
IV
Seniha, iç sıkıntısından bitiyordu. Gönlü hiçbir şeyle avunamıyordu. Etrafındakilerin seslerinden, sözlerinden, kahkahalarından, daima aynı tarzda tekerrür eden seslerden artık usanmıştı. Bütün tanıdıklarından, kadın erkek, ayrı ayrı nefret ediyordu: Bahusus, Hakkı Celis’in irşatlarına artık hiç tahammülü yoktu; geçen gün o konağa gelir gelmez, bu odasına çekildi ve kendini yok dedirtti.
Mütemadiyen okuyordu. Kardeşi Cemil‘e “Aman kitap, aman kitap!” diyordu ve Cemil eve her dönüşünde ona beş on cilt birden getiriyordu.
Seniha, tipiye tutulmuş bir kimse gibiydi; saniyeler ve dakikalar sıkı bir kar kasırgası halinde, yüzüne, göğsüne çarpıyor, nefesi tıkanıyordu. Dört gün içinde birbirinden şiddetli iki sinir buhranı geçirdi. Bir defasında Naim Efendi de hazırdı. Biçare ihtiyar, ömrü boyunca bu kadar acılı, bu kadar heyecan verici bir manzara görmemişti. Yavrucağın vücudu, görülmez bir elin delice bir hareketle kıvırıp büktüğü bir urgan parçası gibiydi. Sesi ve nefesi dişlerinin arasına sıkışmış, uzun, parlak tırnakları birer ince hecer uçları halinde avucunun etine saplanmıştı.
O günden beri Naim Efendi, Seniha’nın bu derdine bir çere aramakla meşguldür. Başvurmadığı hekim kalmadı. Hekimlerle müşeverelerinin neticesinde de anladı kî, bu öldürücü bir hastalık değildir, evlenmek ve doğurmakla geçer, gider. Naim Efendi o günden beri torununu evlendirmek çarelerini düşünmeye başladı.
V
Hekimler, Seniha’ya biraz, yer ve hava değiştirmeyi, biraz kırlarda ve denizlerde gezip eğlenmeyi tavsiye ettiler, bunun içindir ki, Naim Efendi‘nin torunu, mürebbiyesi Madam Kronski ve bir kaç ahbabı ile beraber bir haftadan beri Büyükada’da bulunuyorlar. Burada, halası Necibe hanımefendinin köşkünde misafirdirler.
O gece Büyükada’da zümrüt renginde tatlı ve durgun bir mehtap oldu. Çamların altında, yollarda sessiz bir kalabalık vardı. Bütün gezinenler, hatta eşekler üstünde koşuşanlar bile mahzun görünüyordu. Hakkı Celis, ikide bir:
“Seniha ablamın gözlerinin renginde bir gece” diyordu.
Fakat Seniha, bu sözü işitmiyordu. Cemil’le Belkıs‘ın ortasında epeyce hararetli bir muhavereye dalmış, önden yürüyordu. Nuriye Hanım:
“Yeşil gözleri çok mu seversiniz?” dedi.
Neyyire ilave etti:
“Oh, ben siyahlara, koyu siyahlara bayılırım!…”
Bunun üzerine Hakkı Celis, gözlere dair yavaş sesle uzun bir şiir okudu. Bu iki genç kız üzerinde şiirin tesiri adeta şehvet uyandırıcıydı. Bazen bir mısrada ateşli bir dudağın temasını duyarlardı. Nuriye, ani bir heyecanla genç adamın kolundan tuttu ve şiddetle kendisine doğru çekerek ağzını kulağına yaklaştırdı:
“Yeşil gözleri sevmeyiniz. Sizi anlayan siyahlardır” dedi. Kendininkiler kömür gibi simsiyahtılar. Hakkı Celis neye uğradığını bilemedi, ilk defadır ki, bir kadın eli onu bu kadar şiddetle kendine doğru çekiyordu. Bütün vücudu kuvvetli bir rüzgâr hamlesine maruz kalmış bir dal gibi titredi. Genç kızlar, genç şairin sallandığını hissetmişler gibi biri bir koluna, öbürü öbür koluna girdi, her ikisi de iki tarafından kuvvetle bastırıyordu. Nuriye ve Neyyire hanımlar Hakkı Celis‘i uzaklara sürüklüyorlardı. Seniha: “Ayol çocuğu nereye götürüyorsunuz?’’ diye seslendi. Seniha’nın bu sözü, Hakkı Celis’in kalbine bir ok gibi saplanmıştı. Bu sözde ya bir aşağılama manası veya bir sitem vardı. Hep bir araya geldikleri zaman hâlâ kollarına asılan genç kızlardan silkindi, Seniha’ya yaklaştı, gayet ölçüsüz bir sesle ve bir çırpıda, dedi ki:
“Abla, bana çocuk dediniz. Fakat ben, sizi bir büyük adam gibi seviyorum.”
Son kelimeleri söylerken sesi boğazında kurumuştu. Herkes gülmeye başladı. Hali o kadar acaip, sözü o kadar safça ve bu hareketi o kadar aniydi. Yan yana, gelişigüzel, yere oturdular. Hakkı Celis; yaptığı bu büyük işin tesiri altında şaşkın, ayakta duruyordu. Seniha, şuh bir kahkahâ ile:
“Öyleyse, gel yanıma, itirafını tamam et; fakat, yavaş sesle” dedi. Hakkı Celis, kabahati affedilmiş uysal ve mahcup bir çocuk tavrıyle gitti. Neyyire Hanım’la Seniha‘nın arasına sokuldu. Öte yanda Cemil, bir kolunu genç bir kadının beline sarmış, ensesine hafif öpücükler konduruyor bu arada “Hakkı işte böyle yapmalısın” diyordu. Hakkı Celis utancından yere geçiyordu, büsbütün sersemlemişti; yanında, Seniha’nın mevcudiyetini bile unutmuştu. Kadınlıktan, erkeklikten tiksiniyordu ve etteki sır, ona korku veriyordu.
Ertesi gün bu korkusu daha ziyade arttı. Faik Bey, ilk vapurla çıkageldi. Ve o gece yapılan mehtap turunda, ıssız bir yerde Faik Bey, Seniha’yı yavaşça belinden kavradı, kendine doğru çekti.
VI
Ve Seniha için mehtaplı geceleri beyaz fecirler, beyaz fecirleri pembe akşamlar takip etti. Yavaş yavaş sıhhatine kavuşuyor gibi gözüküyordu. Sesine varana kadar değişmişti. Kahkahalarında, bir sefahat sofrasında gıdıklanan bir fahişenin sesi duyuluyordu. Seniha’yı böyle sesine varıncaya kadar değiştiren şey nedir? Artık bu hiç kimseye meçhul değildi. Genç kızın etrafındakiler şöyle dursun, fakat bütün ada halkı bu sırra tamamiyle vakıftı: Naim Efendi‘nin torunu Seniha Hanım ile Kasım Paşa‘nın oğlu Faik Bey sevişiyorlardı. Ve Naim Efendi ile Servet Bey’e imzasız mektuplar yağmaya başladı.
Naim Efendi ile Servet Bey arasında bu mektuplar nedeniyle geçen bir konuşmanın ertesi günü, akşam üzeri, Seniha, Madam Kronski’nin refakatinde konağa döner dönmez, büyük pederi tarafından şefkat ve özlem coşkunluğuyla karşılandı. Ancak, Faik Bey hemen her gün konağa geliyordu.
Öte yandan, eldeki para gittikçe tükeniyor, Kanlıca’daki yalıyı satmak zorunluluğu doğmaya başlıyordu.
VIII
Asıl dertli olan, asıl birini seven Hakkı Celis’ti. Zavallı çocuk bir büyük adam gibi aşk yarasının acısını, kimseye sır vermeyerek taşıyordu. Benzine bir tatlı solukluk, gözlerine derin bakış ve başına acib bir dalgınlık geldi. Ne mektepteki derslerine bakıyor, ne de evindeki kitaplarını okuyabiliyordu. Büyükannesi Selma Hanımefendi, iki de bir sert ve kalın sesiyle evin içinde “Bu çocuğa bir hal oldu; bu çocuk avareleşti!..” diye haykırıyordu, ama kimseler aldırmıyordu. Hakkı Celis ise, yaralı bir hayvan gibi boyuna insanlardan kaçmak, yalnız kalmak isteğindeydi. Seniha’yı bile aramıyordu. Çünkü bu Seniha, onun sevdiği kız değildi artık. “Ne kadar riyakâr olmuş; Yarabbim! Ne kadar riyakâr olmuş!” diyordu kendi kendine. Hakkı Celis, iyilikle güzelliğin birbirine ne kadar zıt olduğunu Seniha’dan anladı ve sevda denilen şey, ona mütemadi bir ihtilâç gibi göründü. Şiirdeki “aşk’’la hayattaki “ aşk” ne kadar birbirine benzemiyormuş.
Öte yandan Faik Bey, Seniha’ya karşı hiçbir zaman ciddi duygular beslememişti. Bir gün, ondan para yardımı da istedi. Seniha, ilk defa o gün, Faik Bey‘in sevgisi uğruna duygularından, vücudundan yaptığı fedakârlıklara acıdı. Ve kalbinin bu imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan evvelki alaycı, havaî, şuh ve işveli haline avdet etti.
Bu arada, boş zamanlarında Hakkı Celis’i yakalıyor ve onunla bir kedinin bir fareyle oynayışı gibi oynuyordu. Zavallı çocuk bir an geldi ki, adeta yeniden ümide düşer gibi oldu.
Ancak, Naim Efendi, Seniha ve Faik Bey, yavaş yavaş olumsuzluğa doğru sürükleniyor, Servet Bey ise “yeni yaşama biçimi”ni benimseyerek apartmana taşınıyordu. Naim Efendi konağı da kiraya çıkartmıştı. Acaba bu insanlar hayatta tutunmayı başarabilecekler miydi?

Kiralık Konak
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 27 Mart 1889’da Kahire’de doğdu… 1908’de ailece yurda döndüler. 1913’te “Bir Serencam” adlı ilk hikâye kitabını yayınladı. Öğretmenlik ve Kurtuluş Savaşı sırasında mücadeleyi destekleyen yönde gazetecilik yaptı, makaleler yayınladı. Savaş ertesinde milletvekili olan Yakup Kadri, hikâye, roman, mensur şiir, anı, monografi ve oyunlar yazdı. 13 Aralık 1974’te Ankara’da öldü. Önce İkdam gazetesinde tefrika edilen Kiralık Konak, Yakup Kadri’nin kitap olarak yayımlanan (1922) ilk romanıdır…
Kitabın adı: Kiralık Konak
Yazan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yayınevi: Birikim
Bir Cevap Yazın