Gönderen: adalarpostasi | 07 Kasım 2020

Naim Efendi’nin torunu, mürebbiyesi Madam Kronski ve bir kaç ahbabı ile beraber bir haftadan beri Büyükada’da bulunuyorlar…

Naim Efendi‘nin torunu, mürebbiyesi Madam Kronski ve bir kaç ahbabı ile beraber bir haftadan beri Büyükada’da bulunuyorlar…

Nazmi Ziya, “Büyükada’da Gezinti”, 56 x 76 cm, tuval üzerine yağlıboya. Özel Koleksiyon.

🔘 Faruk Şüyün, “Bir Kitap: Kiralık Konak”, ? Gazetesi, 08.02.1987.*

Kiralık Konak

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar değil, iki sene içinde pek çok âdet­ler değişti. Kışın konaklarda, yazın yalılarda oturan aileler gittikçe azal­maktadır. Hele, Mısırlıların üşüşme­lerinden sonra Boğaziçi’nde yalısı, köşkü olup da kiraya vermekten sa­kınanlara ya çok zengin, ya çok he­sapsız gözüyle bakılıyor. Naim Efen­di ise, ne çok zengin, ne çok hesap­sızdır. Babasından kalmış bir serve­ti gençliğinden beri oldukça büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza edi­yor.

Naim Efendi, maziden bize yadi­gâr kalmış bir şahsiyet idi. Bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhab­betleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka bundan kırk se­ne evveline ait. Ve Naim Efendi, yeni sazdan, yeni şarkılardan da zevk almıyor. Hatta, son senelerde artık yazılan ve konuşulan Türkçe’yi de anlamıyor. Naim Efendi, evvela da­madı, sonra torunları sayesinde ne­lere alışmadı ki. Biçare adam, kızı ev­lendiği günden beri, aşağı yukarı yir­mi senedir, her gün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne Cihangir’deki ko­nağında, ne Kanlıca’daki yalısında ihtiyar ve yorgun vücudunu dinlendire­cek bir köşe kalmıştır. Bundan beş sene evveline kadar hiç değilse, ka­rısı yanıbaşında idi, rahatını, huzuru­nu mümkün mertebe koruyordu. O, hayatta bulundukça ne kızının, ne damadının, ne torunlarının eve ait iş­lerde o kadar nüküm ve nüfuzları olmadı.

O öldükten sonra yerine kızı Se­kine Hanım geçti; fakat Sekine Ha­nım, hiçbir cihetten annesine ben­zemiyordu. Tıpkı babası gibi çekin­gen, içinden titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfuzu­na ve çocuklarının arzularına son de­rece uyardı. Kocası ise kırk beş ya­şında bir züppeden başka bir şey de­ğildi. Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden bir kazasker oğluydu. Alafranga hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garabet ya­pan bu adam, Servet Bey, büyük hanımın vefatını müteakip, evi ken­di heveslerine göre esasından değiş­tirmeye kalktı. Naim Efendi konağın­da bütün iradesini istediği gibi yürüt­tü. Hele inkılâptan beri bu konakta artık hiç Türkçe konuşulmuyordu.

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ ya taşınmadılar ve bundan en ziya­de Servet Bey‘in çocukları memnun oldular. Zira, Boğaziçi’nin bu köşe­si, asrî eğlencelerin hiçbirisine mü­sait değildi. Hususiyle, Servet Bey‘in oğlu Cemil, henüz yirmi yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen, Beyoğlu’ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların, bazı eğlenceli evlerin sadık bir gediklisidir. Birade­rinin küçük sırlarına pek yakından vakıf olan Seniha ise, daima en son çıkan moda gazetelerinin resimleri­ne benzerdi. Alaycılığı ve şuhluğu hiç değişmeyen hususiyetiydi. Pa­zartesi günleri çay partileri verir, Faik Bey de bu partilerin vazgeçilmez ko­nukları arasında yer alırdı ve uzun zamandır Faik Bey, Seniha’ya faz­laca yakınlık gösteriyordu.

II

Son zamanlarda Naim Efendi ko­nağında, bir yabancının bile gözüne çarpacak derecede bazı değişiklik­ler olmuştu. Bu sene yalıyı kiraya verişleri bunlardan biriydi; atlardan bi­rinin ölümü üzerine diğer atı da sa­tıp, hususi araba kullanmaktan vaz­geçişleri ve arabacı ile seyisleri sa­vışları bunlardan ikincisiydi. Beyoğlu’nda bazı terzi ve tuhafiyeci hesap­larını ödemeyişleri bunlardan üçüncüsü ve belki en ağırıydı.

III

Naim Efendi konağa avdetinde, kapının önünde yeğeninin oğlu Hak­kı Celis’e rast geldi; ihtiyar adam, bu çocuğu da torunları derecesinde se­verdi; pek ağırbaşlı ve mahcup tavırlı bir gençti. Gerçi, biraz haylazdı ve beyhude şeylerle meşguldü. Naim Efendi geçenlerde, onun şiir diye yazdığı bazı garip manzumeleri gör­müştü de hayretler içinde kalmış ve çocuğun aklına dair epeyce endişe­ye düşmüştü. O girerken Hakkı Ce­lis çıkmak üzereydi.

“Nereye böyle, küçük şair?” de­di.

Ve çenesinden okşadı. Küçük şair, iki saatten beri burada Seniha’yı bekliyordu. Genç kız bir gün evvel ona birçok kitap sipariş etmişti ve öğleden sonra akşama kadar kendisi­ni bekleyeceğini söylemişti. Halbu­ki çoktan çıkıp gitmiş ve hâlâ gelme­mişti.

IV

Seniha, iç sıkıntısından bitiyordu. Gönlü hiçbir şeyle avunamıyordu. Etrafındakilerin seslerinden, sözlerin­den, kahkahalarından, daima aynı tarzda tekerrür eden seslerden artık usanmıştı. Bütün tanıdıklarından, kadın erkek, ayrı ayrı nefret ediyordu: Bahusus, Hakkı Celis’in irşatlarına artık hiç tahammülü yoktu; geçen gün o konağa gelir gelmez, bu odasına çekildi ve kendini yok dedirtti.

Mütemadiyen okuyordu. Kardeşi Cemil‘e “Aman kitap, aman kitap!” diyordu ve Cemil eve her dönüşün­de ona beş on cilt birden getiriyor­du.

Seniha, tipiye tutulmuş bir kimse gibiydi; saniyeler ve dakikalar sıkı bir kar kasırgası halinde, yüzüne, göğ­süne çarpıyor, nefesi tıkanıyordu. Dört gün içinde birbirinden şiddetli iki sinir buhranı geçirdi. Bir defasın­da Naim Efendi de hazırdı. Biçare ihtiyar, ömrü boyunca bu kadar acı­lı, bu kadar heyecan verici bir man­zara görmemişti. Yavrucağın vücu­du, görülmez bir elin delice bir ha­reketle kıvırıp büktüğü bir urgan par­çası gibiydi. Sesi ve nefesi dişlerinin arasına sıkışmış, uzun, parlak tırnak­ları birer ince hecer uçları halinde avucunun etine saplanmıştı.

O günden beri Naim Efendi, Se­niha’nın bu derdine bir çere aramak­la meşguldür. Başvurmadığı hekim kalmadı. Hekimlerle müşeverelerinin neticesinde de anladı kî, bu öldürü­cü bir hastalık değildir, evlenmek ve doğurmakla geçer, gider. Naim Efendi o günden beri torununu evlendirmek çarelerini düşünmeye başladı.

V

Hekimler, Seniha’ya biraz, yer ve hava değiştirmeyi, biraz kırlarda ve denizlerde gezip eğlenmeyi tavsiye ettiler, bunun içindir ki, Naim Efendi‘nin torunu, mürebbiyesi Madam Kronski ve bir kaç ahbabı ile beraber bir haftadan beri Büyükada’da bulunuyorlar. Burada, halası Necibe hanımefendinin köşkünde misafirdir­ler.

O gece Büyükada’da zümrüt ren­ginde tatlı ve durgun bir mehtap ol­du. Çamların altında, yollarda sessiz bir kalabalık vardı. Bütün gezinenler, hatta eşekler üstünde koşuşanlar bi­le mahzun görünüyordu. Hakkı Ce­lis, ikide bir:

“Seniha ablamın gözlerinin renginde bir gece” diyordu.

Fakat Seniha, bu sözü işitmiyor­du. Cemil’le Belkıs‘ın ortasında epeyce hararetli bir muhavereye dal­mış, önden yürüyordu. Nuriye Ha­nım:

“Yeşil gözleri çok mu seversiniz?” dedi.

Neyyire ilave etti:

“Oh, ben siyahlara, koyu siyahla­ra bayılırım!…”

Bunun üzerine Hakkı Celis, göz­lere dair yavaş sesle uzun bir şiir okudu. Bu iki genç kız üzerinde şii­rin tesiri adeta şehvet uyandırıcıydı. Bazen bir mısrada ateşli bir dudağın temasını duyarlardı. Nuriye, ani bir heyecanla genç adamın kolundan tuttu ve şiddetle kendisine doğru çe­kerek ağzını kulağına yaklaştırdı:

“Yeşil gözleri sevmeyiniz. Sizi an­layan siyahlardır” dedi. Kendininkiler kömür gibi simsiyahtılar. Hakkı Celis neye uğradığını bilemedi, ilk defadır ki, bir kadın eli onu bu kadar şiddetle kendine doğru çekiyordu. Bütün vücudu kuvvetli bir rüzgâr hamlesine maruz kalmış bir dal gibi titredi. Genç kızlar, genç şairin sal­landığını hissetmişler gibi biri bir ko­luna, öbürü öbür koluna girdi, her iki­si de iki tarafından kuvvetle bastırı­yordu. Nuriye ve Neyyire hanımlar Hakkı Celis‘i uzaklara sürüklüyorlar­dı. Seniha: “Ayol çocuğu nereye gö­türüyorsunuz?’’ diye seslendi. Seni­ha’nın bu sözü, Hakkı Celis’in kal­bine bir ok gibi saplanmıştı. Bu söz­de ya bir aşağılama manası veya bir sitem vardı. Hep bir araya geldikleri zaman hâlâ kollarına asılan genç kız­lardan silkindi, Seniha’ya yaklaştı, gayet ölçüsüz bir sesle ve bir çırpı­da, dedi ki:

“Abla, bana çocuk dediniz. Fakat ben, sizi bir büyük adam gibi seviyorum.”

Son kelimeleri söylerken sesi bo­ğazında kurumuştu. Herkes gülme­ye başladı. Hali o kadar acaip, sözü o kadar safça ve bu hareketi o ka­dar aniydi. Yan yana, gelişigüzel, ye­re oturdular. Hakkı Celis; yaptığı bu büyük işin tesiri altında şaşkın, ayak­ta duruyordu. Seniha, şuh bir kahkahâ ile:

“Öyleyse, gel yanıma, itirafını ta­mam et; fakat, yavaş sesle” dedi. Hakkı Celis, kabahati affedilmiş uy­sal ve mahcup bir çocuk tavrıyle git­ti. Neyyire Hanım’la Seniha‘nın ara­sına sokuldu. Öte yanda Cemil, bir kolunu genç bir kadının beline sar­mış, ensesine hafif öpücükler kondu­ruyor bu arada “Hakkı işte böyle yapmalısın” diyordu. Hakkı Celis utancından yere geçiyordu, büsbü­tün sersemlemişti; yanında, Seni­ha’nın mevcudiyetini bile unutmuş­tu. Kadınlıktan, erkeklikten tiksiniyor­du ve etteki sır, ona korku veriyor­du.

Ertesi gün bu korkusu daha ziya­de arttı. Faik Bey, ilk vapurla çıka­geldi. Ve o gece yapılan mehtap tu­runda, ıssız bir yerde Faik Bey, Se­niha’yı yavaşça belinden kavradı, kendine doğru çekti.

VI

Ve Seniha için mehtaplı geceleri beyaz fecirler, beyaz fecirleri pembe akşamlar takip etti. Yavaş yavaş sıhhatine kavuşuyor gibi gözüküyor­du. Sesine varana kadar değişmiş­ti. Kahkahalarında, bir sefahat sof­rasında gıdıklanan bir fahişenin se­si duyuluyordu. Seniha’yı böyle sesine varıncaya kadar değiştiren şey nedir? Artık bu hiç kimseye meçhul değildi. Genç kızın etrafındakiler şöy­le dursun, fakat bütün ada halkı bu sırra tamamiyle vakıftı: Naim Efen­di‘nin torunu Seniha Hanım ile Ka­sım Paşa‘nın oğlu Faik Bey sevişi­yorlardı. Ve Naim Efendi ile Servet Bey’e imzasız mektuplar yağmaya başladı.

Naim Efendi ile Servet Bey ara­sında bu mektuplar nedeniyle geçen bir konuşmanın ertesi günü, akşam üzeri, Seniha, Madam Kronski’nin refakatinde konağa döner dönmez, büyük pederi tarafından şefkat ve özlem coşkunluğuyla karşılandı. An­cak, Faik Bey hemen her gün kona­ğa geliyordu.

Öte yandan, eldeki para gittikçe tükeniyor, Kanlıca’daki yalıyı satmak zorunluluğu doğmaya başlıyordu.

VIII

Asıl dertli olan, asıl birini seven Hakkı Celis’ti. Zavallı çocuk bir bü­yük adam gibi aşk yarasının acısını, kimseye sır vermeyerek taşıyordu. Benzine bir tatlı solukluk, gözlerine derin bakış ve başına acib bir dalgınlık geldi. Ne mektepteki derslerine bakıyor, ne de evindeki kitaplarını okuyabiliyordu. Büyükannesi Selma Hanımefendi, iki de bir sert ve kalın sesiyle evin içinde “Bu çocuğa bir hal oldu; bu çocuk avareleşti!..” di­ye haykırıyordu, ama kimseler aldır­mıyordu. Hakkı Celis ise, yaralı bir hayvan gibi boyuna insanlardan kaç­mak, yalnız kalmak isteğindeydi. Seniha’yı bile aramıyordu. Çünkü bu Seniha, onun sevdiği kız değildi ar­tık. “Ne kadar riyakâr olmuş; Yarabbim! Ne kadar riyakâr olmuş!” diyor­du kendi kendine. Hakkı Celis, iyi­likle güzelliğin birbirine ne kadar zıt olduğunu Seniha’dan anladı ve sevda denilen şey, ona mütemadi bir ih­tilâç gibi göründü. Şiirdeki “aşk’’la hayattaki “ aşk” ne kadar birbirine benzemiyormuş.

Öte yandan Faik Bey, Seniha’ya karşı hiçbir zaman ciddi duygular beslememişti. Bir gün, ondan para yardımı da istedi. Seniha, ilk defa o gün, Faik Bey‘in sevgisi uğruna duygularından, vücudundan yaptığı fedakârlıklara acıdı. Ve kalbinin bu imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan evvelki alaycı, havaî, şuh ve işveli haline avdet etti.

Bu arada, boş zamanlarında Hak­kı Celis’i yakalıyor ve onunla bir ke­dinin bir fareyle oynayışı gibi oynu­yordu. Zavallı çocuk bir an geldi ki, adeta yeniden ümide düşer gibi ol­du.

Ancak, Naim Efendi, Seniha ve Faik Bey, yavaş yavaş olumsuzlu­ğa doğru sürükleniyor, Servet Bey ise “yeni yaşama biçimi”ni benimseyerek apartmana taşınıyordu. Naim Efendi konağı da kiraya çıkartmıştı. Acaba bu insanlar ha­yatta tutunmayı başarabilecekler miydi?


Kiralık Konak

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 27 Mart 1889’da Kahire’de doğdu… 1908’de ailece yurda döndüler. 1913’te “Bir Serencam” adlı ilk hikâye kitabını yayınladı. Öğretmenlik ve Kurtuluş Sava­şı sırasında mücadeleyi destekleyen yönde gazetecilik yaptı, makaleler ya­yınladı. Savaş ertesinde milletvekili olan Yakup Kadri, hikâye, roman, mensur şiir, anı, monografi ve oyunlar yazdı. 13 Aralık 1974’te Ankara’da öl­dü. Önce İkdam gazetesinde tefrika edilen Kiralık Konak, Yakup Kadri’nin kitap olarak yayımlanan (1922) ilk ro­manıdır…

Kitabın adı: Kiralık Konak
Yazan: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yayınevi: Birikim


* Seneler senesi derlediği âdeta “Mâzî Cenneti” o muazzam kültür hazinesini İstanbul Şehir Üniversitesi vasıtasıyla meraklılarına sunan Taha Toros Beyefendi‘nin (1912-2012) aziz hâtırasına her daim hürmet ve sonsuz minnetle…
)O(

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Kategoriler

%d blogcu bunu beğendi: