* * *
1- Emine Çiğdem Tugay: “Büyükada halkı, Seferoğlu Korusu’nu tarumar eden imar canavarını ‘sevinçle’ mi karşıladı?…”
3- Pek saygıdeğer ve de sevgili Büyükada halkı, Seferoğlu Korusu’nu tarumar eden imar canavarını hakikaten “sevinçle” mi karşıladın?…
4- Deniz Toprak: “Kim mi Adaperest gömleğiyle ortalarda gezip, perdeler ardındaki rantı seçenler?…”
7- İAKTVKD: “Adalar’daki at fışkısı kirliliğini azaltmak için Belediyemizin hazırladığı proje hangisidir?… “
8- Süleyman Durmuş, ADALAR POSTASI’nı Orman Festival Pikniği etkinliğine davet etti…
9- Adalar Kaymakamlığı: “İlçemiz Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı, Hükümet Konağı’nın 1. katında hizmet vermektedir…”
10- Yalova Belediyesi’nin, Yalova-Adalar arası deniz ulaşımının sağlanması adına yaptığı çalışmalarda sona gelindi…
11- Metin Akdemir: “Oylum Yılmaz’la Büyükada’da geçen, politik, cinsel ve psikanalitik bir metin diyebileceğimiz, son derece iddialı romanı Cadı’yı konuştuk. Ortaya, fantastik edebiyatın politik duruşu, Büyükada’nın yaralı tarihçesi ve doğaya dönmek isteyen dil üzerine bir söyleşi çıktı…”
12- SuGraphic: İstanbul’un Adaları ve kışın Burgazada’daki nostaljik balıkçı teknelerinden birinin görüntüsü ve ufukta görünen Kınalıada…
13- Fotokritik: “Burgazada’da güneş…”
14- Kuşlar Âlemi‘nden…
15- Yüzler Defteri‘nden…


Seferi Seferoğlu Korusu’nun
bahtsız başına gelenlere dair
kısa bir anımsatma…
Ek-2:


Yalova Çizgi, 11.3.2012
http://yalovacizgi.com/Haberler/ADALAR-oZLEMi-SONA-ERiYOR.html
ADALAR ÖZLEMİ SONA ERİYOR
Yalova Belediyesi’nin Yalova-Adalar arası deniz ulaşımının sağlanması adına yaptığı çalışmalarda sona gelindi. Kararlı çalışmaların ardından 13 Mart 2012 Salı günü saat 13:00’de halkın da katılımıyla yapılacak deniz turunun ardından imza protokolü düzenlenecek. Yalova açıklarında yapılacak gezi turunun ardından Yalova Belediyesi ile Dentur Avrasya arasında şirketin teknesinde imza töreni yapılacak. Törene Yalova Belediye Başkanı Yakup B. Koçal ve firma yetkilileri ile Yalova halkı katılacak. Dentur Avrasya firması Yalova’da düzenlenecek imza törenine 2 gemiyle iştirak edecek.
_______________________________
BirGün, 11.3.2012
Metin Akdemir
http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1331474153&year=2012&month=03&day=11
Bugüne kadar edebiyat eleştirilerinden tanıdığımız Oylum Yılmaz’ın ilk romanı Cadı’nın sayfalarını çeviriyoruz birer birer… Anlatıcımız ilginç bir kahramanı ve onun kendisi kadar ilginç, karanlık hayatını anlatma peşindedir. Ne var ki anlatma sancıları, anlatabilme kaygıları içindeyken kahramanı gözden yitiverir… Az-çok alışkın olduğumuz bu oyunlar buraya kadar bizi çok da şaşırtmaz. Ama ne zaman anlatıcı, bu kaybolmuşluktan kendi hikâyesini çıkarır, dahası bu hikâyeyi kucaklar ve kendini iyileştirmeye başlar, biz de şaşkınlıkla yazgımız, dertlerimizin dermanları ve dermanlarımızın yeri yurdu üzerine düşünmeye başlarız…
Cadı bu anlamda tek bir Cadı’nın nam-ı diğer Ümran’ın hayatını anlatmakla kalmıyor, içimizdeki ve dışımızdaki cadıları, cadılığı da anlatıyor; onun kötülüğü kadar, iyiliğine, gücüne ve güzelliğine açılıyor. İyiliğimiz ve kötülüğümüz de doğadan bağımsız değildir ki, ne yapsak ona döner, ondan bize yansır. Bu anlamda adada, ormanın karanlığında ve ağaç diplerinde geçen romanın en büyük dertlerinden biri hep söylenegeldiği gibi doğa değil de sanki daha çok doğanın karşısında kendi yalnızlığına bir yer arayan insan… Oylum Yılmaz’la Büyükada’da geçen, politik, cinsel ve psikanalitik bir metin diyebileceğimiz, son derece iddialı romanı Cadı’yı konuştuk. Ortaya, fantastik edebiyatın politik duruşu, Büyükada’nın yaralı tarihçesi ve doğaya dönmek isteyen dil üzerine bir söyleşi çıktı.
Cadı gibi gerçekle gerçeküstü arasındaki sınırlarda gezinen bir romanı yazarken ilk çıkış noktanız, ilham kaynağınız neydi?
Büyükada’da yaşayan olağanüstü bir kahramana dair hikâyem vardı başlangıçta, ancak sadece fantastik edebiyatın sınırları içinde de kalmak istemiyordum. Zamanla tıpkı hayatımızın kendisi gibi, gerçekle gerçeküstü arasındaki sınırda gezinen, somut maddi gerçekler kadar yalanlardan, söylentilerden, batıl inanışlardan, düşlerden ve rüyalardan oluşan bir hikâyeye dönüşmeye başladı Cadı. Dilimin ve hikâyenin içine arayış düşüncesi sindi, iskelelerde uğuldayan rüzgârın sesi, kurumuş yaprakların hatıraları, çam iğneleri, ağaçlara bağlanan çaputlar, Büyükada’nın hem gerçek hem batıl tarihi işin içine karıştı. Kısacası Ada’nın her şeyiyle varoluş şekli ve bu coğrafya ekseninde oluşan kültür, temel ilham kaynağımdı diyebilirim.
Romanda birçok fantastik öğenin ve düşsel karakterlerin yanında Büyükada’nın gerçek tarihine, 6-7 Eylül olaylarına, Anavatan Parti’li 80’li yıllara ve hatta o dönemin belediye başkanının öldürülmesine dair çeşitli göndermeler var. Fantastik ve politik öğeleri bir arada kullanmak bilinçli bir tercih miydi?
Cadı aslında bir yönüyle son derece politik bir roman. Tarihin talihten ayrılamayacağı düşünülürse eğer, başka türlü olması da pek mümkün değildi zaten. Her hikâyenin bir zamanı vardır, Cadı’nın zamanından ise özellikle Büyükada’yı kasıp kavuran, yıllarca bir arada yaşamış insanları, dostları birbirine düşüren, toplumda kapanmaz bir bıçak yarası açan 6-7 Eylül olayları, rant çılgınlığıyla tarif edebileceğimiz Anavatan Partisi dönemi ve hatta Adalar Belediye Başkanı’nın yine bir rant didişmesi yüzünden öldürülüşü geçiyor… Fantastik edebiyatın sanıldığı ve iddia edildiği gibi bir kaçış edebiyatı olduğunu, gündelik hayattan, siyasetten kopuk olduğunu düşünmüyorum hiç. Tam tersine, bir kaçış hissi yaratarak edebiyat aracılığıyla hem toplumsal ve kültürel hem de bireysel bir yüzleşme sağladığını düşünüyorum. Bu aynı zamanda son derece politik, muhalif bir tavır. Dolayısıyla fantastik ve politik öğeler, somut maddeci anlayışa, ataerkil kültüre karşı duran Cadı’da kendiliğinden bir araya geliyor, birbirlerini var ediyorlar.
UZAK BİR YAZAR BAKIŞINA KARŞIYIM
Romanın yoğun bir şiirsel, düşsel dili var, çoğu zaman da Anlatıcı’nın ve Ümran’ın sesi birbirinin içine giriyor. Bu durumun okurun işini zorlaştıracağını düşündünüz mü?
Doğrusunu söylemek gerekirse hiç düşünmedim. Okuru küçümseyen, anlattıklarını anlayamayacak bir topluluğa seslendiğini düşünen uzak bir yazar bakışının özellikle son yıllarda edebiyatımıza, yayın dünyamıza çok hâkim olduğunu biliyorum ama benim gibi pek çok yazar da var buna karşı durmaya çalışan. Cadı’nın daha ilk satırlarından itibaren okuyucunun zaten bir tür anlatıcı-kahraman parodisi içinde olduğunu fark edeceğini, sesleri ayırt etmeye çalışmak yerine onların birbirine karışmalarından keyif alacaklarını umut ediyorum.
Ümran karakteriyle kadının içindeki cadılığın ve kötülüğün nedenlerini, köklerini araştırıyorsunuz sanki. Sizi bu ‘karanlık tarafa’ yönelten şey neydi? Nietzsche ‘İyiliğin ve Kötülüğün Ötesinde’ye “farz edelim ki hakikat bir dişidir”, diye başlar. Hakikat dişiyse eğer kötülük de iyilik de onun özünde demektir. Kadını doğaya, kaosa ve karanlığa ait bir canlı gibi görmek ve uygarlığı, kültürü, aydınlığı erkeğe atfetmek günümüzün temel eğilimlerinden biri. Ben de bu eğilim ekseninde kadının içindeki cadılığı, kötülüğü sonuna kadar kurcalamaya niyetlendim. Nihayetinde karşıma coğrafya, toplum, kültür ve dil çıktı. Sanırım özellikle kadın yazarların kendilerine bir dil aramaları bundan. Kısacası yine daha çok kadın yazarların mustarip olduğu edebi bir paradoksu kendimce kırma çabasıydı kötülüğün üzerine gitmek, Ümran’ın cinleri ve perileriyle yüzleşmek…
O kadar doğadan kopuk ve dolayısıyla o kadar yaralıyız ki…
Günümüzde pek çok yazar yavaş yavaş yüzünü doğaya çeviriyor. Ki bu da edebiyatımızda yeni bir dil arayışını müjdeliyor. Doğayı yaraladıkça biz de yaralanıyoruz aslında. Edebiyat bu yaralara merhem olabilir mi? Bu yönde bir umut taşıyor musunuz?
İnsan, benliğini doğayı ötekileştirerek kurmuş. Peki, nasıl ötekileştirmişiz doğayı? Elbette yarattığımız kültürle ve yazarak… Şimdi ise onu yazmayı bile unutmuşuz. Bunda kendi doğamıza karşı yabancılaşmamızın da çok büyük etkisi var tabii. Edebiyat bu yaralara merhem olabilir mi, diye soruyorsunuz. Bu umudu taşımasam, sanırım yazamazdım ve hatta yaşayamazdım bile… Zaten Cadı da en çok bu umut üzerine, edebiyatın getirdiği şifa üzerine, onun hem yazarını hem de okurunu iyileştirdiğine dair yazılmış bir roman. Bir temenni…
Anlatıcı, başkahramanı Ümran’la birlikte bir hikâyenin içine giriyor ve oradan kendine dair tinsel bir kök öykü çıkarıyor. Bir tür ‘şifacı öykü anlatıcısına’ dönüşüyor. Bu benim kendi kendime verdiğim bir müjde. Romandaki her kahraman ve hemen her olay, bilinçaltımıza dair mitsel arketiplerin birer izdüşümü. Sizin de dediğiniz gibi o kadar doğadan kopuk ve dolayısıyla o kadar yaralıyız ki, bir an önce bu yaraya merhem olabilecek bir şeyler bulmamız lâzım. Çok ama çok okumak, yazmak, tüketim sürecinden çıkıp üretici bir yaşam sürdürmek, doğaya elinden geldiğince sahip çıkmak, mevsimlerin geçişini değişen kıyafetlerimizden değil, biraz da etraftaki ağaçlara bakarak izlemek, benim kişisel olarak bulduğum ve herkese tavsiye edeceğim bazı tedavi yöntemleri.
_______________________________
300 gram Kuşbaşı kafalar
Bir Cevap Yazın