Gönderen: adalarpostasi | 17 Kasım 2015

troçki’den mektuplar…

troçki’den mektuplar…

Trotsky study_1200_866

Leon Trotsky (7.11.1879-21.8.1940), kendisinin deyişiyle “Koyu mavilik içinde sarp kırmızı kıyılarıyla tarih-öncesi bir hayvan gibi denize eğilmiş su içmekte olan” Büyükada’ya sürgüne geldiği 7/8 Mart 1929’da Arap İzzet Paşa’nın Giacomo (Çankaya) Caddesi’nin deniz tarafındaki selâmlık köşküne (Iliasko Köşkü) —ki harem dairesi olan diğeri o vakitler Arap İzzet Paşa Ailesi’nin ikâmet etmekte olduğu yolun diğer tarafındaki Blaque Bey Köşkü’ydü— “geçici bir kuş gibi konduğunu” zannederek yerleşmişti. “Âdeta bir limanın bekleme salonunda vapur bekliyor oldukları” bu içerisinde pek az eşyası kalmış görkemli köşkte 1929 senesi Ocak ayı ortasında kızı Zina ile 5 yaşındaki torunu Seva’nın Moskova’dan  gelişinden az sonra 1 Mart 1931 gece yarısı —Arap İzzet Paşazadeler’in aktardığına göre evrak imha etmek üzere yakmaktalarken, çoğunluğunsa arşivleri yok etmek üzere GPU tarafından hazırlanan bir kundaklamadan şüphelendiği lakin açılan soruşturmada hiçbir ipucu bulunmayan— büyük yangında, birinci cildini henüz tamamlamış olduğu Rus Devrimi Tarihi kitabının müsveddelerini alevler arasından güçlükle kurtarmasına rağmen kitaplığının ve eşyaların büyük bir kısmı yanarak bina da hayli zarar görüp oturulamaz hale gelince kısa bir süreliğine yine Çankaya Caddesi’ndeki Savoy Oteli’ne (Panciris Bey Köşkü) geçer geçmez maiyetindekiler haliyle hayli üzgün ve tedirginken dahi o bir gece önce sanki hiçbir şey olmamışcasına derhal elyazılarını masanın üzerine yayıp çağırdığı stenoya kitabının bir bölümünü dikte etmeye başlamıştı bile…!

Birkaç gün sonra Moda’da Şifa Caddesi No: 22’de yüksek dikenli tellerle çevrili ahşap bir köşke taşınmalarından birkaç ay sonra yeniden bir yangın çıktı bu defa da arşiv kurtarıldı ancak köşk hayli harap olmakla aile yakınlardaki samanlık ve kulübelerde konaklamak zorunda kaldı. Herkesin aklına yine kundakçılık gelmişti gerçi ya sonradan yangını tavanarasında talaş ve tahtalar arasında kibritle oynamakta olan torun Sava’nın çıkardığı anlaşılınca herkes rahatlayıp “küçük GPU ajanı”na gülerek birbirleriyle alay ettilerdi.

Troçki Ocak 1932’de yeniden geldiği Büyükada’da —Ayasofya’yı gezdiği ve diş hekimine gittiği bir iki sefer ve de Danimarkalı Sosyal Demokrat öğrencilerin Ekim İhtilali’nin on beşinci yıldönümünde Kopenhag’ta bir konferans vermesine dair davetiyle 14 Kasım 1932’de Natalya ve üç sekreteriyle birlikte Bay Sedov takma adıyla vapurla Yunanistan ve İtalya’da limanlara uğrayıp Marsilya’ya uzak bir iskeleden karaya çıkarak otomobil ve trenle Fransa’dan çarçabuk geçip Dunkirk’te bir gemiye binerek 23 Kasım’da vardıkları Kopenhag’da o sırada seyahatte olan bir dansözün evini kiralayıp oturdukları derken basında afişe olunca da apar topar bir pansiyona geçtikten sonra 2 Aralık’ta yola çıkıp 12 Aralık’ta Ada’ya döndükleri Danimarka seyahati haricinde 17 Temmuz 1933’te dostlarının uğraşılarıyla oturma izni veren Fransa’ya gitmek üzere ayrılıncaya değin— sürekli ikâmet etmiş olduğu Hamlacı Sokak’taki Sivastopol (Triandafilidis) Köşkü’ne Danimarka’dan dönüşünde masasında birikmiş yığın yığın mektupları görünce “Büyükada’da kalemi ele alıp özellikle Ada’nın tenha olduğu ve bahçede kuşların öttüğü sonbahar ve kış aylarında çalışmak iyi bir şey,” diye ifade ettiği hemen o günlerde —1 Ocak 1930 tarihli Berliner Tageblatt’ta yayımlanan “Troçki Ada’da” röportajını da yapmış olan— meşhur biyografi yazarı Emil Ludwig’e (1881-1948) yazdığı 17 Aralık 1932 tarihli Almanca mektubun tercümesi için Arif Çağlar‘a; 5 Ocak 1933’te oğlu Lyova’dan gelen telgrafla aldığı Berlin’de bulunan henüz 30’undaki kızı Zina’nın intihar haberi peşi sıra Zina’nın Leningrad’daki annesi Alexandra Sokolovskay’dan aldığı acı ve suçlamalarla dolu mektubun da etkisiyle sıtmadan muzdarip yarı işitmez bir halde kapandığı odasından saçları beyazlamış olarak çıkmasından birkaç ay sonra —Troçki- Büyükada’da Sürgün adlı kitabın da yazarı— sekreteri Jean van Heijenoort (23.7.1912-29.3.1986) için Fransız Pasteur Hastahanesi başhekimi Dr. Gassin’e yazdığı 25 Mayıs 1933 tarihli Fransızca mektubun tercümesi için de Can Karatay ve Emel Kurhan‘a 1001 teşekkürlerimizle…

)O(

* * *

IMG_5020

Büyükada, 17 Aralık 1932

Pek Saygıdeğer Ludwig Bey,[*]

Sevgi dolu mektubunuza cevabın gecikme nedenini seyahatim açıklayabilir: Nitekim o demokratik polis teşkilatı beni her seferinde posta idaresinden daha hızlı bir şekilde yeni bir ülkeye sevk edince mektubunuz benim peşimden gelmek zorunda kalmış oldu.

Mektubunuzla birlikte gönderdiğiniz kitabınızdan[**] alınmış Stalin’le ilgili bölüm v.b. zaten bildiğim şeylerdi, bazı diğer kupürler de öyle. Mesleğim gereği dikkatimi psikolojiden çok politikaya yönlendirmiş bulunuyorum. Danimarka yolculuğuna çıkmadan önce yazmaya başladığım eleştirel bir makaleyi şu sıralar bitirmek üzereyim. Bu makalede sizi suçladığım husus, bu şekilde ifade etmeme izin verirseniz, izlenimlerinizi ve size sözlü olarak aktarılmış malumatı yalanlanamayacak belgelere dayandırmıyor olmanız. Örneğin sizin anlatımınızda önemli bir rol oynayan Lenin’in vasiyeti tüm dillerde defalarca yayımlanmıştır. Radek’in verdiği bilgiler ne yazık ki önemli ölçüde her zaman tutarlı değildir.

Çekoslavak seyahat vizesine gelince, bence bu iş tamamıyla umutsuz. Yine de gösterdiğiniz iyi niyetli teklifinize içtenlikle teşekkür ederim.

En iyi dilek ve selâmlarımla,

Zatınıza hürmetlerimle,

Leo Trotzki

______________________

[*] Emil Ludwig (1881-1948) tanınmış ve çok sayıda eser vermiş bir biyografi yazarıdır. Özellikle 1905-1930 yılları arasında dönemin önemli devlet adamlarıyla yaptığı röportajlar ve bunlar üzerine kurduğu karakter tahlilleriyle ün kazanmıştır. Bunların arasında Büyükada’da Troçki’yle yaptığı röportaj (“Trotzki auf der Insel” [Troçki Ada’da] Berliner Tageblatt – 1 Ocak 1930) ve Mustafa Kemal’le Ankara’da yaptığı röportaj (“Besuch bei Mustafa Kemal Pascha. Die neue Türkei.” [Mustafa Kemal Paşa’yı Ziyaret. Yeni Türkiye.] Neue Freie Presse, Morgenblatt – 9 ve 11 Mart 1930) da vardır.

[**] Emil Ludwig kitabında (“Stalin, Unterredung mit dem deutschen Schriftsteller Emil Ludwig” (Stalin, Alman Yazarı Emil Ludwig’le Konuşmalar) – 1931) Troçki ve Stalin’i psikolojileri ve karakter özellikleri açısından karşılaştırmaktadır. Kısaca aktarmak gerekirse: “Ludwig Troçki’nin iyi eğitilmiş, çok okumuş ve yurtdışında uzun zaman geçirmiş olmasına karşılık Stalin’in tüm tecrübesinin kısa süreli seyahatler ve marksist literatür üzerine kurulu olduğunu belirtir. Troçki ne derece heyecan ve coşku adamıysa Stalin o derecede sebatkârdır. Troçki birlikte çalıştıklarını ikna gücüyle kazanırken Stalin emirle iş yaptırır. Troçki her zaman ailesiyle birlikte yaşarken, Stalin her zaman karısı ve oğullarından ayrı yaşamıştır. Troçki “halk önderi”dir, “dışarıyı etkiler”, Stalin’se siyasetçi ve egemendir. Bir suskunun yanında bir hatip. Ludwig’e göre “bu karakterlerin çatışması” kaçınılmaz olmuştur.”

(Pavel Flegl’in Emil Ludwig’in kitabını incelediği Sprachliche und psychologische Aspekte der Charaktererschließung und Charaktererfassung [Dil ve Psikoloji Açısından Karakter Açıklamaları ve Tanımı], Tectum Verlag, Marburg 2001 künyeli kitabında sayfa 51’de Emil Ludwig’in kitabında sayfa 45’e atıfla yazdıkları.)

* * *

49370 2

Büyükada, 25 Mayıs 1933

Sayın Bay Profesör Gassin,

Bay Van Heijenoort’u sizin “tecrübeli” ellerinize “emanet” ediyorum ve emin ki alacağı tavsiyeler en az bana vermiş olduklarınız kadar yararlı tavsiyelerdir.

Sayın Profesör, en içten selâmlarımı lütfen kabul buyurunuz.

Leon Trotsky

______________________

[***] Leon Trotsky’nin (7.11.1879-21.8.1940) sekreteri —Troçki- Büyükada’da Sürgün adlı kitabın da yazarı— Jean van Heijenoort (23.7.1912-29.3.1986) için Fransız Pasteur Hastahanesi başhekimi Dr. Gassin’e Büyükada Hamlacı Sokak’taki köşkte mukimken yazdığı 25 Mayıs 1933 tarihli mektup.

* * *

ADALAR POSTASI-2666/9 (20.2.2012):
/

ADALAR POSTASI (7.8.2006): Troçki özel sayısı’ndan…

Jean van Heijenoort (çev. Cengiz Algan), Troçki- Büyükada’da Sürgün adlı kitabının aşağıdaki bölümünde,

Hamlacı Sokak’ta yer alan köşkteki yaşantıyı anlatıyor…

Cumhuriyet-Pazar Dergi 765, (19.11.2000)10-11:

Troçki – Büyükada’da sürgün

[…] 1 Mart 1931’de Troçki, Büyükada’nın küçük oteli Savoy’a taşınalı yaklaşık dört hafta olmuşken, İzzet Paşa Yalısı bir yangınla hasar gördü. Mart’ın sonunda Büyükada’dan ayrıldı ve Anadolu yakasına, Moda’ya taşındı. Şifa Caddesi 22 numarada oturdu. Son olarak Ocak 1932’de ben Ekim ayında yanlarına katıldığımda Büyükada’ya geri dönmüştü.

O zamanlar tekneyle Pera köprüsünden Büyükada’daki iskeleye, gezintiyi tamamlamak için uğranılan diğer adaları da dahil edersek, bir buçuk saatte gidiliyordu.

Adanın iç kısımları havayı güzel kokularıyla dolduran çamlarla kaplıydı. Çoğu zaman deniz ve gökyüzü canlı ve sürekli değişen renklere bürünürdü. Şafak vakti, bu renkler dünyada nadir görülür bir şekilde eflatun ve leylak rengiydi.

Adaları ve Anadolu yakasıyla Marmara Denizi, bitki örtüsü ve gökyüzüyle Büyükada; bunların hepsi dünyanın en güzel yerleşim yerini oluşturuyordu. 1973’te Büyükada’yı tekrar gördüm. Ada’ya çok daha fazla bina yapıldığı gibi İstanbul’un dış kısımlarını da evler kaplamıştı. Marmara Denizi kirlenmiş ve bir çimento fabrikası sürekli bir duman halkasını Asya kıtasından Büyükada semalarına gönderiyordu.

1932’de Büyükada’nın nüfusu esasen Rumlardan oluşmasına rağmen, yönetim Türkler’in elindeydi. Takımadadaki tüm adaların hem Türkçe hem Rumca adları vardı. Rumca’da Büyükada’ya Prinkipo ya da Prenslerin Adası adı verilmiş ki, Bizans İmparatorluğu’nun gözden düşmüş prenslerinin genellikle körleştirilip, rütbeleri söküldükten sonra sürüldükleri bir adaydı.

Troçki’nin kaldığı yalı, evlerin daha seyrek olduğu ve iskeleden yürüyerek on beş dakikada gidilen kuzey kıyısındaydı. Ev kırk ya da elli yıl önce çok sağlamca yapılmıştı. İstanbullu çok önemli bir şahsın yazlık olarak kullandığı bir yerdi. Ev bir tarafta cadde, diğer tarafta deniz olmak üzere ikiye ayırdığı dikdörtgen bahçenin ortasına yapılmıştı. Eve, denize doğru giden, Hamlacı Sokağı adındaki çıkmaz bir sokağın içinden varılmaktaydı. Küçük bir demir kapıdan girildikten sonra sağda dört ya da altı Türk polisinin sürekli durduğu küçük bir karakol bulunmaktaydı. Bahçenin sonunda iri taşlardan sağlamca yapılmış evin özel iskelesine açılan bir kapı vardı. İkinci katta, ortadan geçen geniş bir koridor, deniz manzaralı bir balkona çıkıyordu. Bu koridorun iki tarafındaki duvarlar da kitap ve dosyalarla dolu raflarla kaplıydı. Koridorun solunda Troçki ve Natalya tarafından kullanılan banyo ve hemen sonrasında yatak odaları vardı. Sağda ilk olarak Jan Frankel ve benim yatak ve çalışma odası olarak kullandığımız bir oda, sonra Maria Ilinishna’nın çalıştığı makam odası adını verdiğimiz küçük bir büro ve en son olarak iki tarafı pencereli, büyük ve iyi ışık alan Troçki’nin çalışma odası vardı. Üçüncü katta gazete ve dergi dosyalarının muhafaza edildiği tavan arası ve aşçının uyuduğu bir oda vardı. Evde telefon yoktu. İhtiyaç duyulduğunda on dakika uzaklıktaki Savoy Oteli’nin telefonunu kullanıyorduk. Evin tamamında mobilyalar seyrekçe döşenmişti. Orada yaşamaktan çok kamptaymış gibiydik. Duvarlar kireçle badanalanmıştı. Ama ferah, rutubetsiz ve her yerden ışık alan bir evdi.

Ben taşınır taşınmaz, çabucak ev halkının hayatına uyum sağladım. Hemen alıştığım önemli bir uğraş da balık tutmaktı. İskelede, bahçenin en alt kısmında her biri on altı fit uzunluğunda balık tutmak için, iki tekne vardı. Bir tanesi motorluydu. Saf, genç ve temiz yürekli bir Yunan balıkçısı olan Haralambos, kayıklarla ve olta takımı ile ilgileniyordu. Sabah dört buçukta, hava hâlâ karanlıkken balığa çıkıyorduk. Troçki hızlı ve uzun adımlarla evi iskeleye bağlayan patikadan geçerdi. Bazı zamanlar, ayrıldıktan hemen sonra, Natalya da balık gezilerine katılırdı. Bir ya da iki sekreter ve bir de Türk polis memuru mutlaka gelirdi.

Haralambos iskelede her şeyi hazırlamış olurdu ve hemen iskeleden ayrılırken gökyüzü uçuk bir leylak rengi almaya başlardı. Biz olta ve ağlarla bazı zamanlar çok yorucu bir iş olan balık tutmaya başlıyorduk. Haralambos geliştirdiği birçok teknik aracılığıyla yaptığımız işlere yardımcı olurdu. Bu teknikler yılın zamanına ve balık türlerine göre değişirdi. O zamanlar Marmara Denizi balıkla doluydu ve büyük miktarda balıkla dönüyorduk. En çok, kırmızı tekir balığı ve uskumrunun renk ve biçiminde ama ondan daha büyük bir ton balığı türü olan palamut dediğimiz çok büyük balıklardan vardı; başka tür balıklardan da tabii ki avlamıştık. O günlerde, genellikle balık yememize rağmen, başlangıçta yakaladıklarımızın hepsini yiyemedik. Kalanları Büyükada hastanesine verdik.

Bazen Haralambos akşam üzeri ıstakoz ağlarını denize atar ve sonraki sabah biz de onları almaya giderdik. Bir gün tam otuz tane ıstakozla döndük ve Troçki bizden büyük bir gururla onları yemek odasının zeminine sermemizi istedi. Ara sıra da akşamları yem takılı oltaları denize atardık, ama gece boyunca köpekbalıkları bu oltalara takılırdı ve vurmak zorunda kaldığımız yedi fit uzunluğundaki canavarı, oltayı çektiğimizde görürdük.

Bir gün, Büyükada’da periyodik olarak sekreterlik yapan Jeanne Martin, Troçki’ye balık tutarken eşlik etti. Bir ağ dolusu balık tutuldu. Zavallı yaratıklar kayığın içinde çırpınıyordu. Bir doğasever olan Jeanne, kucak dolusu balığı tekrar denize atmaya başladı. Söylemeye gerek yok ki, Troçki böyle bir davranıştan memnun kalmamıştı. Balık tutarken yaşanmış bir başka olay da, adadan çok uzakta, Yalova yakınında motorun arızalanması olmuştu. Bu olay yüzünden Anadolu yakasında çadırı kurmak zorunda kalmışlar ve yıldızların altında uyumuşlardı.

Zaman zaman, balığa çıkmak yerini avlanmaya bırakırdı. Anadolu yakasında, Kartal yakınlarına, kayıkla avlanmaya giderdik. Kayığı sahile çektikten ve Haralambos’a emanet ettikten sonra, sarp ve çalılık bir arazide av köpeğini takip ederdik. Sonunda özellikle bıldırcın avlanmış olurdu. Çok nadir tavşan görürdük. Troçki hızlı ve isabetli ateş ederdi. Ama çok açık ki, bu çeşit bir av, Troçki’nin ilgisini balığa çıkmaktan daha az çekiyordu. Av pek bereketli değildi. Gezinti çoğu zaman yalnızca yürüyüşe dönüşürdü. Troçki evdeyken “Mektuba cevap yazdın mı?” gibi iş hakkında sürekli soru sorduğu halde balık tutarken bunlardan söz etmez, aksine av hikâyeleri anlatırdı.

Troçki, Lenin’in bu tür etkinliklerden nefret eden Zinovyev’i ava nasıl sürükleyerek götürdüğünü ve bir ot yığını arkasına saklanır saklanmaz Lenin’in onu botlarından çekmek zorunda kaldığından söz etti. Bunların yanında Anadolu yakasında kıyıda birkaç piknik de yapmıştık. Bir defasında o kadar güneş yanığıyla dönmüştüm ki Natalya, yoğurtla yanıklarımı tedavi etmişti.

Çayı tabaktan içiyor…

Sabahın erken saatlerindeki balık tutma ya da av işinden sonra, sekizde çay ve keçi sütünden yapılmış peynirden oluşan hızlı, basit kahvaltımızı yapmak için eve dönerdik. Natalya çayı hazırlar ve herkesin fincanlarına doldururdu. Çay çok sıcak olduğunda Troçki, Rus usulüyle çayı fincan tabağına döker ve ondan içerdi. Bu alışkanlık bana Fransa’dan ilk geldiğimde garip gelmişti.

Türkiye’de o zamanlar tatil günü olan Cuma gunleri hariç her sabah, postacı çokça posta getirirdi. Dünyanın her tarafından mektuplar, gazeteler, kitaplar, doküman paketleri gelirdi. Bütün paketler Troçki’ye verilmeden önce açılırdı. O zamanlar, öldürücü bir aletin küçücük bir zarfın içine konma ihtimali olmayacağını düşündüğümüzden mektupları açmadan verirdik. Her gün hayranlardan bazı alıntıları Kutsal Kitap’tan yazılmış mektuplar gelirdi. Diğerleri Troçki’ye sağlığına dikkat etmesi ve ruhunu ferah tutması için dilekler olurdu.

Posta bize iki ya da üç günlük gecikmeyle birlikte Batı Avrupa gazetelerini getirirdi. Troçki düzenli olarak Le Temps ve Die Deutcshe Allgemenie Zeitung gazetelerini, önemli pasajların altını mavi ve kırmızı kalemiyle çizerek okurdu. Bazı makaleler kesilir ve gelecekteki yazılar için dosyalanırdı. Her sabah, hiç değilse başlıklarının ne anlama geldiğini çıkarabildiğimiz Türk gazeteleri de elimize ulaşırdı. Her öğleden sonra birimiz, İstanbul’da çıkan ve bize uluslararası haber ajanslarının raporlarını veren Fransız ve Alman gazetelerini almak için iskeleye gidiyorduk.

Büyükada’daki insanlarla ilişkilerimiz minimum düzeydeydi. Evde kalan Yunan bir aşçı vardı. Sabahları Yunanlı bir temizlikçi kadın gelirdi.

Yemeğe çağırılmayı beklemezdi. Saatinde aşağıya inerdi ve o indiğinde yemeğin hazır olması gerekti. Bir tek kelime bile etmedi, çünkü hiç şikâyet etmezdi. Ama Natalya ve ben çok üzülmüştük.” Açıkçası sistem işlemedi, yardımcı tutulmalıydı.

Ne arkadaşlarımız ne de Türk dünyasında tanıdıklarımız vardı. İlişkilerimiz her ay kirayı ödediğimiz bir Ermeni olan ev sahibimiz ve kırtasiye malzemeleriyle balık takımını aldığımız birkaç dükkân sahibiyleydi. Büyükada’da kaldığım süre içinde, Troçki İstanbul’a bir ya da iki kere bir dişçiyi görmek için gitti. O zaman evin iskelesine gelen bir motorlu tekne kiralamıştık ve bizi doğrudan İstanbul’a götürmüştü.

Troçki’nin Türkiye’de kaldığı tüm zamanlar boyunca Türk yetkililerle hiçbir zorluk yaşamadık. 1920’de Türkiye’nin ulusal bağımsızlık için mücadele ettiği süre boyunca, Kemal Paşa savaş komiseri olan Troçki’nin aracılığıyla Sovyet Rusya’dan silah almıştı. Yıllar sonra, bir Türk ziyaretçi 1933’te Troçki’nin şöyle dediğini rapor etmiş: “Türkiye ile Yunanistan savaşırken Kızıl Ordu vasıtasıyla Kemal Paşa’ya yardım ettim. Yoldaş askerler böyle şeyleri unutmazlar. Stalin’in baskısına rağmen Kemal Paşa’nın beni hapsetmemesinin nedeni budur.”

Kelimeler, belki tam olarak Troçki’nin değildir ama gerçekten Troçki askeri destek sağlamıştı. Ayrıca Rus Devrimi’nin ilk yıllarında Lenin ve Troçki’nin Türk Parlamentosu’nun fahri üyeleri yapıldıklarını duymuştum.

1965 Eylül’ünde, Gerard Rosenthal Büyükada’ya yaptığı yaklaşık iki ay süren ziyareti sırasında meydana gelmiş bir olayı anlattı. Bir gün (1930 başlarında) Kemal Paşa, Troçki’nin o zamanlar yaşadığı İzzet Pasa Yalısı yakınlarında yalısı olan bir devlet memurunu —belki bir bakandır— ziyaret için Büyükada’ya gelmiş. Kemal Paşa, Troçki’ye onu kabul edip etmeyecegini sorması için bir yaverini göndermiş. Troçki görüşmeden kaçınmak için, iyi olmadığı cevabını vermiş. Bunun için en makul neden, Kemal Paşa’nın Türk Komünistleri’ne baskı uygulamasından dolayı, Troçki’nin onunla kişisel bir ilişki kurmak istememesidir. Bildiğim kadarıyla bu, yüksek Türk otoriteleriyle Troçki arasındaki tek görüşme girişimidir. […]

* * *

Troçki Büyükada’da…
Troçki, Büyükada’da ilk olarak ikâmet ettiği Arap İzzet Paşa Köşkü’nün bahçesinde, Fotoğraf: Jean Weinberg.
Pars Tuğlacı, Tarih Boyunca İstanbul Adaları I, İstanbul (1995)288.
Lev Davidovič Trockij, ?Büyükada’da.
(soldan sağa): Jan Frankel, Lyova Trockij, Natal’ja Trockij, Jiri Kopp ve Lev Davidovič Trockij Büyükada’da.

(soldan sağa): Adolf Senin, Lev Davidovič Trockij, Roman Well, Natal’ja Trockij, Büyükada, 1931.
(soldan sağa): Adolf Senin, Lev Davidovič Trockij, Roman Well, Zina Trockij, Büyükada, 1931.
(soldan sağa): Natal’ja Ivanovna Trockij, Lev Davidovič Trockij, ?Büyükada’da, 1931.
Lev Davidovič Trockij, ?Büyükada’da, 1931.
(soldan sağa): Zina Trockij, Roman Well, Lev Davidovič Trockij, Adolf Senin Büyükada’da, 1931.

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Kategoriler

%d blogcu bunu beğendi: