Gönderen: adalarpostasi | 06 Nisan 2017

“kızlara benzeyen hasta çamların başlarında birer beyaz yemeni…”

“kızlara benzeyen hasta çamların
başlarında birer beyaz yemeni…”

Kendimi bildim bileli annem Müjgân Demir’le (8.10.1930-26.3.2008) birlikte gezmeye âşinaydım bu şehri
haliyle de halen her bir köşesinde hatırlı hatırası ebedi…
Rumeli Caddesi’ne Nişantaşı’ndan girişte az ileride sağ koldaki Kaymakamlık binasının mermer merdivenlerinde
1930’lu yıllarda ilkokul talebesiyken bir müsamere esnasında ezberinden okuduğu uzun manzumeyle
o anın heyecanını yâd ederdi misal Raif Paşa Konağı’nın önünden her geçişimizde…
Evvel zaman Raif Paşa Konağı mukimlerinden şair İhsan Raif Hanım’ın
Büyükada hâtıralarından mülhem bir manzumesine tesadüf vesilesiyle
yâd olunan hatırlı hatıralarına selâm ola…
Emine Çiğdem Tugay
)O(

Şair İhsan Raif Hanım (1877-1926)

İhsan Raif Hanım lalasıyla…

“Köse” lakabıyla mâruf Mehmed Râîf Paşa (1836-1911) ile Servet Hanım’ın (?-1913) kızları İhsan Raif Hanım, 1877 yılında babasının mutasarrıf bulunduğu Beyrut’da dünyaya geldi. Ethem Ragıb Köseraif (1870-1946), Mehmet Fuat Köseraif (1872-1949), Abdüllâtif Nihat Köseraif (1875-1946), Fatma Belkıs Erişken (1885-1950), Süleyman Suat (1887-1913) kardeşleriydi.[1]

“Üç tuğlu vezir olurdu evvel…”

Arzıhâlci Ali Bey’in oğlu Mehmed Râîf Bey kalemden yetişip[2] Seraskerlik dairesine kâtip olmuştu. Midhat Paşa’ya intisâb ederek Tuna vâliliğinde evrak müdürlüğünü, Bağdat vâliliğinde ise muavinliğini yapmıştı.[3] Midhat Pa­şa yetiştirmelerinden olduğu için de öteden beri mimlilerden[4] dolayısıyla da hayli müddet taşrada menfî Rodos, Kıbrıs, Beyrut mutasarrıflığında bulunduktan sonra nâfia nâzırı ve rüsûmat emini olabilmişti. Vezirliği 12 Kasım 1883’te ihsan buyuruldu.[5] Ticaret nâzırı (Eylül 1880-1882), Nafia nâzırı (Nisan 1884-Eylül 1885), Adana vâlisi (Ekim 1885-Temmuz 1887), Ticaret nâzırı (Mayıs 1890-Eylül 1891), Halep vâlisi (Ocak 1896-Temmuz 1900), Meclis-i â’yân a’zâsı (Aralık 1908), Şu-rayı devlet reisi (Mayıs 1909-Ocak 1910) görevlerinde bulunan[6] âlim ve edebiyata meraklı, idarede kudretli, uyanık ve uzağı gören bir zattı.

Mehmed Raif Paşa (1836-1911)

Raif Paşa sakalı üç tel halinde bulunduğundan “köse” lâkabıyla anılırdı. O vakit vezirler ve paşalar top sakallıyken bunların arasında Raif Pa­şa garip bir şekilde kalmakta idi. Kendisine vezirlik rütbesi veril­diği zaman şair Münif Paşa da şu tarihi düşürmüştü:

Üç tuğlu vezir olurdu evvel
Üç tüylüsü oldu şimdi peyda
Üç tuğ ile üç tüyü kıyas et
Devlet ne idi ne oldu hâlâ?
[Evvel ne idi, ne oldu dünya?][7]

Köse Raif Paşa’nın Adana vâliliği sırasında yapımı tamamlanılan tren yolunun açılış törenine trenin ne olduğunu merak ederek gelen halk istasyo­nu hınca hınç doldurmuştu. Valinin konuşmasından sonra dualarla tö­ren başladı. Ne var ki uzaktan istasyona soluyarak giren lokomotifi gören kalabalık aniden çil yavrusu gibi dağılıp bir hayli geriye kaçarak bu acayip nesneyi uzaktan seyretmeye başladı. İlk günlerde kimse trene binmemiş, yabancı işletmeci­ler de bir müddet halkı alış­tırmak amacıyla yolcuları parasız taşımışlardı.[8]

Midhat Paşa yetiştirmelerinden ve güya Kanûn-ı Esâsî taraftarların­dan olması hasebiyle Haleb vâliliğiyle bir nevii sürgünde bulunan Köse Raif Paşa[9] biçki ve dikiş hususunda eşsizdi. Halep’te valiliği sırasında başında Anatole France’ınki gibi bir takke, önünde dikiş makinesi, yanında çekmecesi, makas, santimetre, terzi tebeşiri, toplu iğne desteleri, biçki pat­ronları… Boş zamanlarında, sıvırya yelek, caket, pantalon dikerdi.[10]

Mehmed Raif Paşa ile oğlu Mehmed Fuat Bey

“Ah… Suatcık…”

Raif Paşa’nın küçük oğlu Suatcık ga­yet zeki, şirin, sevimli bir yavrucuktu; gel gelelim civa gibi afacan mı afacan. Yeniköy’deki sahilhanelerinin bahçesinde minare boyundaki pervaneli tulumbanın tepesine çıkmış; meramı, kanadın birine sarılıp havada fırıl fırıl dönmek. Elleri kurtulup aşağı uçmaz mı? Bu âkibeti, herkese büyük bir iç acısı olmuş, burada bir daha oturamayıp ailecek sayfiyelerini Ayastefanos’taki (Yeşilköy) köşke nakletmişlerdi.

“Nihat Bey o kallâvi gülleleri bir solukta havalarken…”

Raif Paşa’nın bir diğer oğlu Nihat Bey’in Yeşilköy’ündeki bu köşkte jimnastik takım taklavatları, pehlivan gibi göğüs ve pazıları, güç ve kuvvetteki yamanlığıysa dillere destandı. Jimnastikhanesinde boy boy gülleler ama mahut Bonmarşenin arka kapısı yanına dizilmişler, yumurta, yafa portakalı kadarları değil, şimdiki battal boy futbol topları, Diyarbakır karpuzları büyüklüğünde, kimi de ağırlatmak hafifletmek için ayrı ayrı takılır disk disk parçalardan mürekkep, sonra irili ufaklı coblar, çekilip açılacak lâstikler, avuçta sıkılacak demir mengeneler, pa­ralel, barfiks… Nihat Bey o kallâvi gülleleri bir solukta havalarken hiç oralı olmazdı. Sanki bir mendil bohçası imiş gibi ıkınma, fıkınma, yüzünde kızarma, morarma, ağız burun çarpıtma yok. Yani tam erbabca, raconu dairesinde başarırdı.[11]

Peri masalları misali…

Nimet Hanım o peri masalları misali düğünü ertesi “paçalık” tabir olunan harikulâde elbisesiyle…

Nimet Hanım oğlu Salih’le

Baba kolundan Mahmud Celâleddin Paşa’nın, ana kolundan Tepedelenli Ali Paşa’nın torunu, Paris sefiri Salih Münir Bey ile Cemile Hanım’ın güzelliği, zekâsı, bilgisiyle devrin sosyetesi­ni âdeta büyüleyen on dokuz yaşındaki kızları Nimet —ki pek çok talibi olmakla o vakitler ricalden hiçkimse “zat-ı şâ­hâne”nin müsaadesi alınmaksızın evlenemediğinden ve nihayet hünkâr, Köse Raif Paşa’nın oğlu Nihat Bey mev­zu bahis olunca izin vermekle— düğün günü geldiğinde de Nişantaşı’ndaki Raif Paşa Konağı’nın ardı­na kadar açık kapısında sırmalı cepkenli ayvazlar, siyah redin­gotlu uşaklar davetli arabalarını sıraya koymaya, harem ağaları arabalardan inen hanımlara kol­larını uzatıp onlara yol göster­meye uğraşa dursunlar kalaba­lık öyle dille falan anlatılacak gibi değil. Or­talık sanki kadın güzelliğinin, zarafetinin, neş’esinin, kıskançlığının ve hasedinin pazara çıkarıldığı bir meşher. Misafirler önce soyunma odalarına alınıyorlar, halayıklar feracelerin çarşaf­ların çıkarılmasına yardım edi­yorlar. Cariyeler omuzlarına verevleme atılmış sırmalı kahve örtüleriyle, gümüş stilin içindeki kahve ibriğinden yeni gelenlere kahve ikram ediyorlar… Gelinin bütün cihazı Paris’te yapılıp gelmiş. Devrin modasına yenilikler getirmeye alışık olan genç gelin katiyen elmas takmayı kabul etmemiş. Sarayın hediyelerini ise herkes merak etmekteymiş. Bunlar hakikaten de meraka değer şeylerdenmiş. He­diyelerin arasında birinci derece­den bir şefkat nişanı da varmış. Nişan kordonu ile gelin kemerini bağlayan büyükbaba genç gelinin kulağına eğiliyor ve ona bütün hayatı boyunca asla unutamayacağı şu güç, şu meşakkatli aynı za­manda da mukaddes emaneti fı­sıldıyor: “Babanın evinden diri çıkıyorsun, kocanın evinden ölü çıkacaksın…”[12]

“İnsan evlâdına taht yapabiliyor ama baht yapamıyor…”

Salih Köseraif-Çorlu ile annesi Nimet Eğriboz

Tiraje ve Salih Köseraif-Çorlu

Nimet Hanım ile Nihat Bey’in 1904 yılında İstanbul’da dünyaya gelen biricik evlâdı Salih Köseraif-Çorlu, —lise ve yüksek öğrenimini her yıl birincilikle Paris’te görerek babası gibi ileri derecede sportmenlikle eskrim yarışmalarında ödüller almış, bir müddet de Osmanlı Bankası’nda çalıştıktan sonra— II. Dünya Savaşı’nda Fransız 1. Ordusu’nun Alman askerleriyle çarpıştığı Strasbourg cephesinde 14 Nisan 1945 günü Anadolu Ajansı’nın —müttefik ordular nezdinde Paris’e gönderdiği— harp muhabiri olarak bulunduğu sırada savaş alanı gezilirken —savaşta yenik düşen Almanlar Fransız topraklarından çekilirken bir yandan da çevreyi kurşun yağmuruna tutmaktayken— bir mermi başına isabet etmekle görev başında ağır yaralanarak kaldırıldığı askeri hastahanede başarılı bir ameliyat sonucu mermi çıkarılmış olmasına rağmen mermi beyinde ağır tahribat yapmış olduğundan kurtarılamayıp kırk bir yaşında hayatını kaybettiğinde[13] gözü yaşlı annesi “İnsan evlâdına taht yapabiliyor ama baht yapamıyor. Ben de evlâdıma ya­pabildim mi?” diyecek;[14] savaş koşulları nedeniyle ancak 12 Haziran 1945 günü İstanbul’a getirebilen basın şehidimizin cenazesi kalabalık bir grup tarafından karşılanarak ertesi gün Beşiktaş’taki Yahya Efendi Dergâhı’nın avlusunda gözyaşlarıyla toprağa verildikten bir müddet sonra da Halit Ziya Uşaklıgil’in torunu ve Prof. Dr. Kenan Tevfik’in kızı olan henüz otuz bir yaşındaki eşi Tiraje Hanım da bu acıya daha fazla dayanamayıp hayatına son verecekti.[15]

Raif Paşazâde Nihat Bey, kayınpederi Salih Münir Paşa, kayınvalidesi Cemile Hanım, eşi Nimet Hanım ve oğlu Salih Bey’le birlikte Paris’te

Raif Paşa oğullarına mükemmel tahsil ve terbiye vermişti. Onları memleketin ve Avrupa’nın en iyi mekteplerinde okuttu; kızlarına da Tevfik Lâmi ve Rıza Tevfik gibi pek iyi hususi hocalar buldu. Onları tutacakları yolda serbest bıraktı. Meselâ Nihat Bey mükemmel bir mühendisti, hariciyeci oldu; ağabeyi Ragıp Bey de aynı şeyi yaptı, hem de mükemmel yaptı; Fuat Bey ağabeyleri asker ve Sultan Hamid’in yaveri oldu. Bu vazifelerinin her ikisi ona yakıştı. Zira ehli idi. Bir taraftan da lisanda eski Türkçe hevesine düşmüştü. Rıza Tevfik Bey’le münakaşalarda bulunurdu.

İhsan Raif Hanım’ın istidadı ve hevesi şiirde nümâyân oldu; hocası Rıza Tevfik’ten aldığı derslerden müstefit olarak hece vezninde tecrübelere başladı. Güzel şiirler yazdı. Hayalindeki kuvveti gösterdi. Bu eş’ârı herkes beğeniyordu, seviyordu. Güzel şarkıları da vardı; üstatlar besteliyordu. Kendisinde de piyano merakı vardı. Alaturkayı âdeta iyi çalar, muhrik bir sesle şarkılarını veya sevdiği şarkıları okurdu.[16]

“Kimseye etmem şikâyet…”

İhsan Raif Hanım

İhsan Raif bir gün kardeşi Belkıs’la birlikte Nişantaşı’nda Cabi Sokak’taki (günümüzdeki adıyla Rumeli Caddesi) konaklarının beşinci katındaki çocuk odasında oynamaktayken odanın kapısı aniden gürültüyle açıldı. Hayatında hiç görmediği, tanımadığı bir adam içeriye dalıp İhsan Raif’i kaçırmaya yeltendi. Odadaki çocukların bağırış çağırışları üzerine de neye uğradığını şaşıran İhsan’ı kaçıramadan hatta ona dokunamadan da kaçıp gitti.

Çok geçmeden Reji memuru Mehmet Ali Bey olduğu öğrenilen bu adam aslında İhsan Raif’i evlenmeye mecbur etmek için Raif Paşa Konağı’ndaki Arap bacıları kandırıp konağa dalan bir düzenbazdı. Bu adamla hiçbir teması olmadığı halde babası Raif Paşa yaşanılan hadiseden küçük İhsan’ı sorumlu tuttu. İhsan, babasına konağın kapısında onca uşak, kalfa, hizmetkâr varken bunların hiçbirine görünmeden kimsenin konağa girmesinin mümkün olamayacağını, kesinlikle içeride çalışanlardan yardım alındığını velhasılı bunun mutlak surette bir komplo olduğunu anlatmaya çalıştıysa da babası kızının suçlu olduğu fikrinden katiyen geri adım atmadı. Küçük İhsan’ın “adı kirlenmişti” bir defa.

Mehmed Raif Paşa

İhsan Raif Hanım hatıralarında bu elim hadiseden “Babamın terazisinin şaştığını hiç görmedim ben. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. Babacığım, masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma, dizlerine kapandım. Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et…” diye bahsetmiştir. Raif Paşa ise kızının ve diğer aile fertlerinin yalvarıp yakarmalarına aldırmaksızın henüz on üç yaşındaki kızını “o hain Mehmet Ali’yle” evlendirip kaderine terkederek İzmir’e âdeta sürgüne yolladı. 1890’da İstanbul’a veda ederken ailesinden, çocukluk masumiyetinden, çok sevdiği İstanbul’dan, hiç sevmediği kocaman bir adamın karısı olarak ayrılmıştı. İzmir’e varışının üçüncü ayında hamile kalarak henüz on dördünde ilk evladını dünyaya getirdi. Kocası âdeta ıstırap haline getirmişti hayatı gencecik İhsan’a… “O sonbahar günü, İzmir’in kavakları yaprağını dökerken, benim de ümitlerim onlarla beraber topraklara eleniyordu” dediği bir günde, rüzgâra kapılan yaprakları seyre daldığı sırada İhsan’ın dudaklarından şu sözler dökülüverdi:

Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…[17]

Ancak on dört sene sonra yirmi yedi yaşında üç çocuk  —Ahmet Hikmet Bora (1891-1970), Hatice Mehrüba Atay (1895-1984) ve Mehmet Akif Bora (1899- 1972)— annesi genç bir kadın olarak dönebildi İzmir’den İstanbul’a. Bir süre sonra da “Sabreyle Ali, bir gün olup mat olacaksın / Ölsen dahi sen lanet ile yâd olacaksın” mısralarını yazdığı içkiye düşkünlüğü yanı sıra çapkınlıklarıyla kendisini hayatından bezdiren hayırsız kocasından boşanmasına izin çıktı. İkinci evliliğiyse pek kısa sürecek zorla elini öptürmek isteyen bu eşini derhal boşayacaktı.

İhsan Raif Hanım

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte çoğalan kadın dergilerinden biri olan Mehasin’de şiirleri yayımlanmaya başlamıştı. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte oluşan özgürlük ortamı, kadınların biraraya gelerek taleplerini dile getirmelerine vesile olmuştu. İhsan Raif de bu dönemde ateşli bir kadın hakları savunucusu olarak kadınlar için üniversite açılamasını savunanlar arasında yer aldı.

Balkan Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti’nde gönüllü hemşirelik yaptığı sırada Hilal-i Ahmer için yazdığı şiirlere bu deneyimleri de yansıdı. Milli Mücadele’nin ateşli destekçilerindendi. Yardım sağlamak, gönüllü toplamak ve eğitime destek vermek için kurulan Müdaafa-i Milliye Cemiyeti’nin Osmanlı Hanımlar Heyeti’nde de etkin olarak çalışmış, toplantılara katılmıştı. Balkan yenilgisinden sonra Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin düzenlediği büyük mitingde de Fatma Aliye ve Halide Edip ile birlikte kürsüye çıkıp şiir okumuş kadınlar arasındaydı.[18]

1912 yılında bazı şiirlerinin yeni yetenekleri destekleyen, kadın şair ve yazarlara da sayfalarında yer veren Rübab dergisinde İ.R imzasıyla yayımlanması sayesinde İhsan Raif Hanım hem basın âlemiyle[19] hem de üçüncü eşi olacak Rübab dergisi yönetmeni Şahabeddin Süleyman’la tanışmıştı.

Ahmet Semih Mümtaz “Ben kendisini evlendiğim zaman düğün günü görmüştüm. Davetliler meyanında ve koltuk merasimi esnasında sofada duruyordu, bizi seyrediyordu. Mendiliyle başını örtmüş ve her hanımın yaptığı gibi bu jest ile gûya tesettür etmişti. O tarihte henüz tek gözlüğüme bile ihtiyaç olmadığı için düğüne gelen hanımları adamakıllı görebilmiştim ve misafirlerimizin en güzeli İhsan Hanım’dır, demiştim. Vukuundan evvel var olan hissin kuvvetine bakın ki o tarihten birkaç sene sonra Şahabeddin Süleyman’la İhsan Hanım’ın evlenmek için söz kesmeleri, düğünümün icra edildiği evde —Bebek’teki yalıda— vaki olmuştur, —Şahab’ın babasıyla benim babam iki hemşire çocuklarıdır.” diye nakleder.[20]

İhsan Raif Hanım ile eşi Şahabeddin Süleyman Bey (1885-1919), 1913.

İhsan Raif Hanım 1914 yılında Rübab dergisinin yönetmeni, Fecr-i Ati’nin kurucularından, Mekteb-i Sultani Hocası ünlü yazar Şahabeddin Süleyman’la üçüncü evliliğini yapar. İhsan Raif Hanım ile Şahabettin Süleyman Bey’in Nişantaşı’ndaki Raif Paşa Konağı salonunda Batı’daki benzerlerine uygun olarak haftada üç-dört gece tertipledikleri edebiyat top­lantılarına Hakkı Tahsin, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Ruşen Eşref, Fazıl Ahmet, Halit Fahri,[21] Selahaddin Enis, Rauf Ahmet[22] gibi devrin bir çok tanınmış edebiyatçısı devam ederdi. Toplantılarda İhsan Raif Hanım piyano çalar; Şahabeddin Süleyman, Lalou’dan çevirdiği “uzun estetik makalelerini” okur; Selahattin Enis’in “her zaman pek açık saçık Zola tarzındaki hikâyele­ri” dinlenirdi.[23]

 “Terennüm saz’ı naz olurdu…”

Güftesi İhsan Raif Hanım’a bestesi Udî Nevres Bey’e ait olan Muhayyer Şarkı

“İhsan Hanım’ın çok güzel şarkıları vardı. Onları kendisi piyanoda çalarken daha da güzelleşirlerdi. Musikiden anlamayanları hissediverince bir bahane bulur, sazı derhal söze intikal ettirir ve hiç belli etmeksizin idare-i hal ederdi. Fa­kat biz anlardık, adetâ mahzun olurdu. Bazan da —şu terkibi kullanacağım ki damadının kulak­ları çınlasın— ‘terennüm saz’ı naz olurdu. Güzel sesi vardı zi­ra… Tıpkı piyano çalışı gibi şar­kı okuyuşunda dahi başka bir letafet vardı. Bazı bugünküler gibi kelimeleri çiğnemezdi. Mânalarını ve sureti telâffuzlarını bilirdi.[24]

Dağ kürü için birlikte gittikleri İsviçre’de eşi Şahabeddin Süleyman’ın İspanyol gribine yakalanarak iki üç gün içinde vefatıyla İhsan Raif Hanım’ın tekrar hayatı kararmışsa da yas döneminde yanında duran dostları Strasbourglu şair[25] Bell’le de dördüncü evliliğini yapacaktı. Bell, İhsan Raif Hanım’a aşkından dinini değiştirek Hüsrev ismini almış olsa da cemiyette pek hoş karşılanmamıştı bu son evliliği.[26] Bu aşk ilişkisi şairin, döneminde oldukça başarılı bulunan ve bestelenen şiirleriyle değil de hakkında çıkan dedikodularla anılmasına neden olmuştu. Bu son eşiyle İsviçre’de yaşayan İhsan Raif, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerini de gezer.

İhsan Raif Hanım

Avrupa’da bulunurken kızının hastalığını duyduğu zaman “Üzüntü” adlı manzumeyi yazıp kızına göndermiş ve iyilik haberini alıncaya kadar da fevka­lâde üzülmüştü.

Üzüntü

Merak çekiç, gam çivi
Deldi deşti içimi
Hasta idin nasılsın?
Benim pembe gül kızım.

Her dakika her saat
Gönlüm seninle fakat
Olmak isterdim bugün
Seni saran tül kızım.

Bir gün seni anmadan
İçin için yanmadan
Koklamadım ne bir gül
Ne de bir sünbül kızım.

Gurbet elinde benim
Sızladıkça yüreğim
Derdi hasretle böyle
Kesildim bülbül kızım.

Sinemde doğup sönen
Şu bir demet sevgiden
Şafak sökmeden evvel
Şifa bulup gül kızım…[27]

İhsan Raif Hanım

İlk defa 1912 yılında orduya ithaf edilmiş Ey Ehl-i İslam adında dört sayfadan oluşan bir şiir vesikası yayımlanmıştı. 1914 yılında Mehasin ve Rübab’da yayımladığı elli şiirini Gözyaşları adıyla kitaplaştırdı. Yapıt, “Gözyaşları”, “Feryatlar”, “Yeisler”, “Garip Demler”, “Sevdalar” başlıklı dört bölümden oluşmaktaydı. Kitabı yayımlandığında üzerine çokça yazıldı; hece vezniyle yalnızca vatan şiiri yazan Türkçü şairlerin arasında sevgi ve çoşku şiirleri yazan ender kişilerden olduğunu vurgulayan Selahattin Enis’in yorumu dikkate değerdi. Ahmet Haşim de şairin hece vezni ko­nusundaki başarısını, “Hece ölçü­süyle benim anladığım milli şiiri yalnız iki kişi yazmıştır. Filozof Rı­za Tevfik Bey ve İhsan Raif Hanımefendi” diyerek hakkını teslim etmişti.[28]

Yine aynı tarihte Kadın ve Vatan adlı on altı sayfalık bir kitapçık yayımladı. Geliri, Osmanlı Donanma Cemiyeti’ne gidecek olan bu yapıttaki şiirler daha çok Türk kadınının analık görevini yüceltip, kadının oğlu aracılığıyla vatana hizmetini vurgulamaktaydı. Ey Ehl-i İslâm, Muhterem Askerlerimize Hediye (1912), Gözyaşları (1914), Kadın ve Vatan (1914) yayımlanmış eserleridir. Hazırlamaya başladığı Yedi Dağın Gülleri adlı kitabı ise vefatıyla yarıda kalmıştır.

“20 Nisan 1926’da idi, Köse Raif Paşa’nın büyük kızı İhsan Raif Hanım geç kalan bir apandisit ameliyatını müteakip Paris’te vefat etti; çünkü eceli gelmişti bir… Ameliyat geç kalmıştı iki… Zavallı İhsan Hanım durup dururken yollandı gitti. […] İhsan Raif Hanım güzel ve hisli şairelerimizden biriydi. Lisanına hâkimdi, dürüst yazardı: Neşeli, şakacı, nüktedan, çok hassas, çok terbiyeliydi; bütün muzipliklere tahammül eder; hey gidi dünkü çocuklar hey, der gibi yüzümüze bakar, dudak bükerdi: Demek istiyorum, müsamahakârdı, affetmenin zaferini bilirdi: Allah rahmet eyliye; ihmal etti hastalığını; çok yazık oldu İhsan Hanım’a.”[29] Cenazesi İstanbul’a ge­tirilerek Rumelihisarı mezarlığına defnedilmiş, mezar taşına da bir şiiri nakşolunmuştu.

Lafı daha ziyade uzun etmeyip aslen bu yazıya vesile olan “şair İhsan Raif Hanım’ın Büyükada hâtıralarından mülhem bir şiiri”yle sözlerimize son verelim:

İbrahim Çallı (1882-1960)

Sevdalı Belde

Vapurlar dururdu sahil boyunda
Güneşin koynunda uyurdu soğuk;
Sükûnla baş başa bir kış gününde
Sevdalı Belde’ye misafir olduk.

Çamların altında fısıltı bitmiş
Sükûtu dinliyen her yer ıssızdı;
Gezinen gölgeler çekilip gitmiş
Her ağaç öksüren hasta bir kızdı.

Kızlara benziyen hasta çamların
Başlarında birer beyaz yemeni
Diyorlardı gelin bizi kurtarın
Atın saçımızdan şu ak kefeni.

Uçan bir kuş bile yoktu havada
Çiyleri titriyen çama dayandım;
Baş başa verip de o gün Ada’da
Hep siyah gözlüler ağlıyor sandım.

Baktım ki denizin rengi de atmış
Dağ eteklerini sarmıştı güneş;
Martılar sahilde pusuya yatmış
Çamlıklar arardı kendine bir eş

Uzandım şöylece çamlar altına
Maziye buluttan kefenler ördüm;
Sevdalı Beldenin garip bahtına
Ağlıyan… Ağlıyan gönlümü gördüm…
Sevdalı Belde; Sevdalı Belde
İnliyen kimdi bu garip elde?
[…][30]

[İhsan Raif]


Şair İhsan Raif Hanım’ın Büyükada hâtıralarından mülhem “Sevdalı Belde” şiirinde “Her ağaç öksüren hasta bir kızdı. / Kızlara benziyen hasta çamların / Başlarında birer beyaz yemeni / Diyorlardı gelin bizi kurtarın / Atın saçımızdan şu ak kefeni” dizeleriyle dile getirilen Kızılçamlara (Pinus brutia) musallat olan Çam Kese Böceği’yle (Thaumetopoea pityocampa) Adalar’da mücadele tarihinden iki sahifeyi de takdimle…

)O(

Çam Kese böceği (Thaumetopoea pityocampa) ve kozası

ADALAR’da TARİHTE O GÜN:

10 Nisan 1900 Salı günlü,
#Büyükada ve diğer adaların çamlarına musallat olan tırtılların yok edilmesi için sarf olunacak paraya bir karşılık bulunması ve acilen çamların kurtarılması talebine dair…

Büyükada’da Kızılçamlara musallat olan Çam Kese böceği (Thaumetopoea pityocampa) kozaları

ADALAR’da TARİHTE BİR BAŞKA GÜN:

ADALAR POSTASI-2696/8 (8.5.2012)

Osman Bahadır ➡️ Adalar Postası

[…]
Cumhuriyet Gazetesi, 30.4.1943
Salahaddin Güngör

Büyükada’nın talihsiz çamları

Hastalıkla ve haşaratla 1916’da başlayan mücadelenin hazin tarihçesi

Ada çamlarının hazin akıbeti, ilgili makamlarda olduğu kadar Adaları seven vatandaşlar arasında da geniş akisler uyandırdı. Hâlâ bu konu etrafında fıkralar, karikatürler, zaruri izahlar birbirini takip ediyor. Cumhuriyet’te geçen gün çıkan yazı ile –bilmeyerek– eski baytar umum müdürlerinden Cafer Fahri Dikmen’in de derdini tazelemişiz.

Bu zat, bana hayli ibret verici şeyler anlattı. Sözü burada kendisine veriyorum:

“1916 yılı içinde idi. Ada çamlarını muhafaza ve teksir maksadıyla bir cemiyet kurmaya karar verdik. Hatırımda kaldığına göre, müteşebbisler arasında şu zatlar vardı: Prens Abbas Halim ve eski defteri hakanı nazırı Ziya Paşalar, eski adliye nazırı Necmeddin Molla Bey (Kocataş), muhasebatı umumiye müdürü Faruk, saraylar müdürü Sezai beyler, Ada Belediye Reisi Anastaş ve Ada ileri gelenlerinden Sinyosoğlu.

Cemiyet kuruldu. Büyükada Yat Kulübü’nde tertip ettiğimiz balolar hasılatından elimize 24 bin lira kadar bir para geçti. Bununla derhal işe başladık. İlk icraatımız, Ziraat Nezareti’nin orman mütehassısı sıfatıyla Avusturya’dan getirttiği profesör Fayt’ı, Ada çamlıklarında fenni tetkikler yapmaya memur etmek oldu. Fakat tam esaslı surette faaliyete geçeceği sırada Evkaf İdaresi, çamların sahibi sıfatıyla karşımıza çıktı. Çok geçmeden, harbin aleyhimize dönmesi ve mütareke ilan edilişi, bütün hayırlı teşebbüslerimizi suya düşürdü. Üstelik az kalsın bankadaki paraları da kaptırıyorduk. Fakat ben şahsen her şeyi göze aldım ve o günler içinde Ada’ya gönderilen Rum kaymakamla aylarca mücadele ettim. Bu sayede cemiyetin parası kurtuldu. Adalılardan çoğu, o zamanki Rum kaymakamla aramızda geçen hadiseleri hatırlarlar. Paramız bundan 12 sene evvele gelinceye kadar bankada duruyordu. Vali Muhiddin Üstündağ devrinde cemiyetin adını değiştirmek teklifiyle karşılaştık ve Ada Çamlarını Muhafaza ve Teksir Cemiyeti, her türlü hak ve vecibelerinden başka bankada biriken 24 bin lirasını da yeni cemiyete, Adaları Güzelleştirme Cemiyeti’ne devretti.

Adaları güzelleştirme iddiasıyla ortaya çıkan bu yeni cemiyetin Ada’da güzel denilecek ne işler yaptığını hâlâ merak edenler vardır. Fakat ben bu bahsi karıştırıp lüzumsuz birtakım münakaşaların yeniden alevlenmesine fırsat vermek istemem. Bildiğim şey şudur; Adaları Güzelleştirme Cemiyeti, çamlıklarla meşgul olmayarak onları kendi hallerine terk etmiştir. Ada çamlarının başlıca üç hastalığı olarak tırtıl, ballıbaba ve filizkıran kurtları vardır. O zamanki tecrübemle biliyorum: Çamlar için pek tehlikeli bir düşman olan filizkıranlar, kuru dallar arasına yerleşip kış devresini geçirirler. Yazın da kelebek haline gelerek etrafa dağılırlar ve yeşil filizlerin bütün hayat usaresini emip ağaçları yer yer kuruturlar. Biz vaktiyle büyük çam gövdeleri üzerindeki kabukları soydurur, tırtıllar içeriye girip yerleştikten sonra bunları toplatır, fırında yaktırırdık.

Bu sayede haşerenin tahribatına her tarafta mani olmuş, çamları kurtarmıştık.

Tırtıllara gelince; bunlar, çam dalları üzerinde keseler örer ve kış devrelerini bu keseler içinde geçirirler. Yaptıkları tahribatı önlemek için biricik çare, keseleri vaktinde toplayıp tırtılların etrafa dağılmasına meydan vermeden yakmaktır.

Ballıbabanın tedavisi ise daha güçtür. Biz, hususi fırçalar ve birtakım ilaçlı sular kullanarak ballıbabaya tutulmuş dalları ayrı ayrı temizlemek suretiyle hastalığın önüne geçmiştik. Profesör Fayt, bize verdiği raporda Ada’nın muhtelif semtlerinde beş sene içinde üç metre boyunda çamlar yetiştirilebileceğini temin ediyordu. Bugün ve her zaman için bu imkân vardır.”

Cafer Fahri Dikmen’in Ada çamları hakkındaki mütalaası burada bitiyor. Geçende de kaydettiğimiz gibi davayı artık Devlet Ormanları İdaresi bizzat eline almıştır.


1 değil 1001 TEŞEKKÜR…

Seneler senesi derlediği âdeta “Mazi Cenneti” o muazzam kültür hazinesini İstanbul Şehir Üniversitesi vasıtasıyla meraklılarına sunan Taha Toros Beyefendi‘nin (1912-2012) aziz hatırasına hürmet ve sonsuz minnetle…
)O(


KAYNAKÇA

Yazıda kullanılan Mehmed Raif Paşa ve Ailesi’ne dair tüm fotoğraflar İstanbul Şehir Üniversitesi bünyesinde bulunan Taha Toros Arşivi’nden alınmıştır.

[1] “İhsan Raif Hanım”, Writers of Turkey.
[2] Mehmed Süreyya (yay. haz. Nuri Akbayar, çev. Seyit Ali Kahraman), Sicill-i Osmanî 6, İstanbul (1996)1800.
[3] Sinan Kuneralp, Son Dönem Osmanlı Erkân ve Ricali (1839-1922), İstanbul (2003)99.
[4] Sermed Muhtar Alus, “İstanbul Kazan, Ben Kepçe: Nişantaşı, Teşvikiye”, Akşam, (25.12.1938)8.
[5] Mehmed Süreyya (yay. haz. Nuri Akbayar, çev. Seyit Ali Kahraman), Sicill-i Osmanî 6, İstanbul (1996)1800.
[6] Sinan Kuneralp, Son Dönem Osmanlı Erkân ve Ricali (1839-1922), İstanbul (2003)99.
[7] Taha Toros notlarından.
[8] Taha Toros, “Geçmiş Zaman Olur ki: Ya Adana’ya Liman Ya Mersin’e Tren”, Çukurova-Bayram, 23.11.1977.
[9] Sermed Muhtar Alus, “30 Sene Evvel İstanbul: O Zamanın En Çok Müracaat Edilen Tedip Vasıtası Sürgüne Göndermekti”, ?, 12.8.1931.
[10] Sermed Muhtar Alus.
[11] Sermed Muhtar Alus, “Geçmiş Zaman Olur ki: Eski İstanbul’da Yeşilköy-Florya”, ?, ?.?.19??.
[12] ?, “Geçmiş Zaman Olur ki…”, Resimli Hayat Dergisi, (?.?.19??)26-27.
[13] Taha Toros’un Orhan Erinç’e 6.4.2004 tarihli mektubunun ekinde Cumhuriyet Gazetesi’nde 14.4.2005’te yayımlanmak üzere yollamış olduğu “2.Dünya Savaşı’nın Sonlarında Fransa’da Bir Basın Şehidimiz Salih Köseraif-Çorlu” başlıklı yazısından.
[14] ?, “Geçmiş Zaman Olur ki…”, Resimli Hayat Dergisi, (?.?.19??)26-27.
[15] Taha Toros’un Orhan Erinç’e 6.4.2004 tarihli mektubunun ekinde Cumhuriyet Gazetesi’nde 14.4.2005’te yayımlanmak üzere yollamış olduğu “2.Dünya Savaşı’nın Sonlarında Fransa’da Bir Basın Şehidimiz Salih Köseraif-Çorlu” başlıklı yazısından.
[16] Ahmet Semih Mümtaz, “Evvel Zaman İçinde: Şair İhsan Hanım”, Akşam, 5.5.1947.
[17] Kanat Atkaya, “Kimseye Etmem Şikâyet’i İhsan Hanım niye yazdı?”, Hürriyet, 12.5.2013.; Eren Sarı, Osmanlı Kadın Şairleri, İstanbul (2016)137-138.
[18] “İhsan Raif Hanım”, Writers of Turkey.
[19] Yakup Kadri Karasmanoğlu, “Komik Bir …”, ?, (19??)20-…
[20] Ahmet Semih Mümtaz, “Evvel Zaman İçinde: Biraz Eş’ara Dair”, Akşam, 28.8.1950.
[21] Konur Ertop, “Geçmişteki Edebiyatçılarımızın Özel Dünyasını Pek Az Tanıyoruz”, ?, 19??,26-29.
[22] Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, Ankara (1970)310-312.; Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, İstanbul (1970).
[23] Konur Ertop, “Geçmişteki Edebiyatçılarımızın Özel Dünyasını Pek Az Tanıyoruz”, ?, 19??,26-29.
[24] Ahmet Semih Mümtaz, “Evvel Zaman İçinde: Biraz Eş’ara Dair”, Akşam, 28.8.1950.
[25] Hikmet Dizdaroğlu, “Ölümünün 10. Yıldönümünde Falih Rıfkı Atay”, ?, ?.?.19??’da Falih Rıfkı Atay’ın kayınvalidesi İhsan Raif Hanım’dan bahisle “dördüncü ve son evliliği Belçikalı zen­gin genç bir bankerledir” diye Taha Toros, “Paris’e Kaçan Türkler”, Hayat Dergisi 38, 17 Eylül 1970.; İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Cüz: 4, İstanbul (1937)686.; Murat Uraz, Kadın Şairlerimiz, İstanbul (1940)126.’dan aktarıyor.
[26] “İhsan Raif Hanım”, Writers of Turkey.
[27] Ahmet Semih Mümtaz, “Evvel Zaman İçinde: Biraz Eş’ara Dair”, Akşam, 28.8.1950.
[28] Demir Aytaç, “Rıza Tevfik ve…“Uçun Kuşlar”, “Fikret’in Necîb Ruhuna”, Bütün Dünya (Ekim 2003)72.
[29] Ahmet Semih Mümtaz, “Evvel Zaman İçinde: Şair İhsan Hanım”, Akşam, 5.5.1947.
[30] Ahmet Semih Mümtaz, “Evvel Zaman İçinde: Şair İhsan Hanım”, Akşam, 5.5.1947.

İhsan Raif Hanım’ın hayatına dair ayrıca bakınız…

* Hüveyla Coşkuntürk, İhsan Râif Hanım, Ankara (1987).
* Cemil Öztürk, İhsan Raif Hanım (Yaşamı, Sanatçı Kişiliği, Yayımlanmış ve Yayımlanmamış Bütün Şiirleri), İstanbul (2002).
* Mehmet Öklü, Kimseye Etmem Şikâyet (İhsan Raif Hanım’ın Hayatı), İstanbul (2013).


Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Kategoriler

%d blogcu bunu beğendi: