Haldun Taner’in 3 Mayıs 1984 günü Atatürk Kültür Merkezi’nde dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Mükerrem Taşçıoğlu himâyesinde Burgazada Lioness Kulübü Derneği tarafından düzenlenen “Adalar’ın Türk Turizmindeki ve Edebiyatındaki Yeri ve Önemi” panelinde yaptığı “Tarihte Adalar” başlıklı konuşmasını takdimle…

Tarihte Adalar
İnsan monografileri, semt monografileri, üstünde oturduğumuz birikimin bilinçlenmesi ürünüdürler. Burgazadası Lioness’lerinin Adalar konusundaki bir günlük sempozyumu bu bakımdan uygarca bir girişim sayılmalıdır. Değerli sözcüler, bir gün boyu Marmara Adaları’nı çeşitli açılardan inceleyecekler. Araştırma ve bilimsel gözleme dayanarak vardıkları sentezleri açıklayacaklar. Bize de “Adalar ve Edebiyatımız” konulu bir oturuma katılmak düşüyor. Bu oturuma katılan iki değerli arkadaşımdan [Doğan Hızlan, Zeyyat Selimoğlu], yazarlar ve şâirlerin Adalar’dan esinlenerek yazdıkları eserler üzerinde muhakkak ki yararlı bilgiler edineceğiz. Bu konuda benden de birkaç söz istendi. Eski bir İstanbullu olarak benimkisi bilimsel bir araştırmadan çok, bazı dağınık anılara dayanacak.
Adalar bugün normal yolcu kapsamını taşırmış gemilere benziyor. Benim çocukluğumda böyle itiş tıkış değildiler. Tenha, kibar. Tenhalık zaten kibarlığın bir koşulu değil mi? Tıklım tıklım bir salonun —isterse pahalı möblelerle dolu olsun— estetik olması mümkün değildir.
Adalara bahar erken gelir. Ömer Seyfettin’in bir hikâyesi [Baharın Tesiri] Büyükada’da başlar [bkz. “…“Baharın Tesiri”yle “Aşk Dalgası”…”, Adalar Postası-2833 (6.5.2017).]. Yaşlı bir adam, eski ağaçlara özsu yürüten ilkbaharın coşkusuyla Adalar güzeli seçilen on sekiz yaşındaki bir kıza abayı yakar. Evlenmeye kalkar. Neyse ki bir dostunun uyarısı, Kireçburnu’nun poyrazı, bu ilkbahar sarhoşluğundan çabuk uyandırır. Yaşlı dediği adam da bugün bizim çocuk sayacağımız yaşta, daha otuz beşciğindedir. Dünya nasıl değişiyor, bazı kavramlar nasıl zaman aşımına uğruyor.
Edebiyatımızda Adaları arka fon olarak alan şiir, hikâye ve romanlardan bir antoloji bile yapılabilir.
Adalar’da, hele bunların içinde Büyükada’da o tarihte bir yazlığı olmak, ya da yazlık bir köşk kiralamak bir status simgesi, bir refah, dolayısıyla önemlilik belgesi sayılıyordu. Sosyetenin kaymak tabakası ve azınlıkların kibarları bu adada fink atarlardı. Yat Kulüp salonlarında bakışma ile başlayan nice eski moda aşk hikâyesinin, Ada’nın kocayemiş açmış tur yollarında gelişmesine az mı rastlanır? Büyükada VIP’leri gündüz işlerindedirler. İş dönüşü yandan çarklı Büyükada vapuru ile Adalara yaklaşa dursunlar, daha saatler öncesinden süslenip püslenmeye başlamış hanımları ve kızları, onları iskele meydanı ve yollarının iki yanına sıralanıp karşılamaya hazırlanırlardı. Böylece herkes birbirine kendini göstermiş olmanın zevkini çıkarır, sonra kocalarının, babalarının kollarına asılıp eve dönerlerdi. Geceleri Splendid Oteli’nin beş kişilik orkestrası yemek müziği çalar, sonra da dans edilirdi. Karşıdaki Hotel des Etrangers ve Otel Kalipso da başka bir âlemdi. Saçlarını kuaför Jorj’da yaptırmış madamlar, akşam yemeği için traş olmuş, gömlek ve elbise değiştirmiş azınlık kibarı kocaları ya beziğe ya da brice başlarlardı.
Yat Kulüp ise daha çok büyüklerin —neden hep yöneticilere kullanılır bu deyim hâlâ anlayamamışımdır ya— evet onların otağı idi. Oranın müdâvimleri de daha çok mebuslar olurdu. Çoğu beyaz keten ya da sadakor elbise giyen, bazısı o zamanın modasına uygun olarak lacivert ceket altına beyaz pantalon çeken, ayaklarına Mahmud Kemal yapısı burnu ve topuğu kahverengi, gerisi beyaz güderi maskarilli iskarpinler geçiren saygın tavırlı kimselerdi. Yat Kulübe sık sık, yanında mûtat zevatla birlikte birlikte Acar motörüne rakiben, o zaman daha Atatürk olmamış Gazi Paşa da geliverirdi. O gelince herşey daha şenlenir, erkekler daha bir mütevazileşir, derlenir, toparlanır, önünü ilikler; hanımlar daha bir canlanır en çekici pozlarını takınırlardı. Böyle bir atmosferde, Hamdullah Suphi gibi, Ruşen Eşref gibi, Falih Rıfkı, Yakup Kadri gibi, Yahya Kemal, Aka Gündüz gibi, Akbabacı Yusuf Ziya, bacanağı Orhan Seyfi gibi ve zaten Ada’da oturan tarihçi Ahmet Refik gibi gözde yazarlar da elbet bulunacaklardı. Ama Adaları şiirlerine, romanlarına, yazılarına dekor olarak almak için ille o mutlu azınlığın içinde olmak şart değildi. Burhan Cahit, Mahmut Yesari, Reşat Nuri, daha sonraları Esat Mahmut Karakurt gibi romancılar da bu dekordan esinlenen eserler yazacaklardı.
Heybeliada da edebiyatımızın o dönemde pek sevdiği verem temasının çağrışımı idi. Yazarların çoğu aşk hastası kahramanlarını orada öldürürlerdi. Heybeli bir de Bahriye Mektebi’ni ve tabii ki sevimli yazar Hüseyin Rahmi’yi çağrışımlatırdı. Tıpkı daha sonraki kuşaktan Sait Faik’in Burgaz’ın ve Burgaz balıkçılarının ayrılmaz çağrışımı olması gibi Kınalı ise Fazıl Ahmet’in adası idi. “Ördeklerden bir filo / Bir de kazdan amiral” dizesiyle hatırlanan zeki heccav, aynı manzumesinde adasını:
Uyukluyor uzakta
Tek başına bir yalı
Marmara’ya sıcakta
Sermiş postu Kınalı
mısralarıyla çizer. “Ne hakikat ne de mecaz âşığısın / Naz âşığı, saz âşığı, yaz âşığısın” diye nitelediği dostu Yahya Kemal’e yazları hep Büyükada’ya gidip Kınalı’ya hiç uğramadığı için sitemler eder. “Uğramadın bu yaz bize hiç Kemal / Neyi bekliyorsun sanki güzü mü? / Bizi unutturdu sana ihtimal / Gene bu Viranbağ’ın ekşi üzümü / Cidden bir şey oldu sana bu sene / Eski dostlarını bıraktın bütün / Canım, Kınalı’ya kadar gelsene, / Ekmek vesikanı alıp da bir gün” dediğinde takvimler ekmeğin vesikayla alındığı 1917 yılını göstermektedir. Kınalı gerçekten de Adalar içinde en küçüğü, en ağaçsızı ve kenarda boynu bükük kalanıydı.
Fecr-i Âticiler içinde de Adalar’da da oturanlar vardı. Hüseyin Cahit Bey, bir süre yaz kış Büyükada’da oturmuştu. İtalyanca’yı İstanbul’a inip dönerken hep o uzun deniz yolculuğu sırasında öğrendiği söylenirdi. Hocamız Halit Fahri Ozansoy da birkaç yıl, yaz kış Büyükada’da oturmuştu. İskele civarında tuttuğu evden Galatasaray’daki dersine gelirdi.
Daha sonraki kuşaktan çoğu yazarın yazdıklarında Adalar’dan bir şeyler vardır. Hiç değilse şiirlerinin altında yahut eserlerinin SON yazısının yanıbaşındaki tarihin altında Burgaz, Heybeli, Nizam gibi kayıtlar vardır. Benim de Ayışığında “Çalışkur” adlı naçiz bir uzun hikâyemin altında Viranbağ kaydı vardır. Hikâye orada mı geçiyor? Hayır. O dönemde Ada’da oturduğumdan mı? Yooo. Kış aylarında Ada’dan el ayak çekildiğinde tek başıma büyük tur yapmayı sevdiğimden ve ne zamandır tasarladığım bu uzun hikâyeyi Viranbağ’daki bir kahvede bir gün boyu içinde, bir solukta bitiriverdiğimin bir şükrânı olarak.
Haldun Taner
Bir Cevap Yazın