Gönderen: adalarpostasi | 09 Şubat 2019

Oldukça yaşlı bir Adalı, denizin bereketli ürün vermediği böyle bir dönemde, balıkçı babasının onları kardeşleriyle aç yatırdıktan sonra Aziz Nikola’nın ikonasının karşısına geçip onunla pazarlığını anlatmıştı bana…

Sanat Tarihçi ve Resim Restoratörü Dimitri Rayçanovski’nin, 1 Aralık 1990 günü, MSÜ Resim Heykel Müzesi’nde, Ada Dostları Derneği tarafından düzenlenen “Adalar Dünü Bugünü Yarını” panelinde yapmış olduğu “Adalar’dan Dünkü ve Bugünkü Görüntüler” başlıklı konuşmasını takdimle…

Adalar’dan Dünkü ve Bugünkü Görüntüler…

Günümüzde İstanbul Adaları’nın tarihiyle ilgili araştırma yapanlar genellikle belirli bazı kaynaklardan faydalanmakta, bu da araştırmacıları çok kısıtlı dar alanlarda çalışmaya zorlamaktadır.

Son zamanlarda Adalar’ın tarihiyle ilgili yayımlanan bazı kitaplar bu konuda ufkumuzu genişletmiştir. Şimdiye kadar araştırılmamış bazı Batılı seyyah günlükleri ve incelenmemiş Osmanlı arşiv sayfalarını gün ışığına çıkaran bu eserler yeni çalışma sahaları açması bakımından büyük değer taşımaktadır.

Ben bugün size eski Ada görünümleri refakatinde biraz gerilere giderek Ada sâkinlerinin sosyal hayatlarından, örf âdetlerinden kısaca laografyasından [halkbilim] bahsetmek istiyorum.

Ada halkının buraya ilk yerleşimini, nüfusunu ve yaşam şartlarını tarihî bir gelişim çizgisi dahilinde sunabilmek için Hellenistik-Roma devri bir tarafa Bizans ve Osmanlı döneminden itibaren bu bölgede cereyan etmiş bazı olayları göz önüne almak gerekir. Bizans döneminin son iki yüz yılında iyi tahkim edilmiş bir başkente karşılık civar yerleşim alanları ve bu arada Adalar müdafaasız bırakıldığından korsanlarca mütemadiyen yağmalanmış, tahrip edilmiştir.

1302 yılında Venedik donanmasının Adaları yağmalayarak rehin aldıkları keşiş ve ileri gelenlere karşılık Bizans’tan 4000 altın fidye istemeleri, İmparatorluğun bunu vermemesi üzerine rehineleri sahil suru dibinde gemilerinde işkenceyle tek tek öldürmeleri gibi olaylar Adalar’ın uzun süre tenha kalmasına sebep teşkil etmiştir. Bizanslılar bu tür olaylara karşı ilk tedbir olarak her adada tahkim edilmiş kuleler inşa etmişler ve buralarda az sayıda asker bulundurmuşlardır. Bu kuleler Büyükada’da saat kulesinin yakınında, Heybeliada’da tepede ve plaj kıyısında ki sonradan değirmen olarak kullanılmıştı. Burgaz ve Kınalı’da ise sahilde bulunuyordu.

1412 yılında Yıldırım Beyazıd’ın Kaptan-ı Deryâsı Musa Çelebi ile Bizanslılar arasında Adalar’da cerayan eden deniz savaşından sonra Bizans’ın korumasından tamamen mahrum kalan halk Adalar’ı terk etmişti.

Fetihten bir müddet evvel ise Büyükada kalesinin direniş sonucu alınmasına karşılık Heybeliadalılar Kaptan-ı Deryâ Baltaoğlu Süleyman Bey’e direnmemişler, bunun mükâfatını da Osmanlı hükümdârlarından fazlasıyla görmüşlerdi.

Fetihle birlikte Ada sâkinleri için yeni bir dönem başlamıştır. Bizans’ın korumasız bıraktığı bu fakir insanlar artık Osmanlı Devleti’nin güçlü donanmasının himâyesi altında idi.

Bir taraftan Fâtih Sultan Mehmed’in verdiği ibâdet serbestliği diğer taraftan yararlı faaliyetlerinden zaman zaman sultanlarca Ada halkına tanınan bazı ayrıcalıklar Hıristiyan dininden bu Osmanlı tebaalı vatandaşlarına huzur içinde bir yaşam sağlamıştır.

19. yy ortalarından sonra Adalar’a Müslüman ailelerin yerleşmeye başlaması ada hayatını renklendirmiş, karşılıklı sevgi ve saygının yarattığı bir kardeşlik ortamı içinde her iki topluluk günümüze kadar birlikte yaşamışlardır.

Adalar’da ilk yerleşim mutlaka sâhil kesiminde idi. Örneğin Heybeliada’nın iskânına dair elimizde en eski kayıtlardan biri olan MS 45 yılının Pierre Gilles’in [Petrus Gyllius] metninde bu adanın yalnız Doğu koyunda sâhilde birkaç ahşap balıkçı kulübesinin mevcut olduğunu görüyoruz. Daha sonra nüfus arttıkça Heybeliada’da da sâhilden iç kesime doğru bir yayılma olmuştur. Aya Nikola Kilisesi’nin yanında bulunan büyük kuyunun bulunduğu alan Lonca adıyla Ada’nın ticari ve sosyal hayatının merkezini teşkil etmeye başlar.

Tarih sayfalarını karıştırırken Adalar’ın zaman zaman büyük şehirde yaşanan felâketlerden ve problemlerden bir kaçış alanı, bir cankurtaran vazifesi gördüğünü de tespit ediyoruz. Örneğin 1562 İstanbul veba salgını sırasında büyük sayıda varlıklı aile Adalar’a sığınmış, hayatını kurtarmıştır. —Çok uzağa gitmeyelim bugün bir çok aile su problemini hâlâ Adalar’da kalmakla hallediyor.

Ancak Adalar dâima tenhaydı. Fetihten 110 yıl sonraya ait bir belgede Heybeliada’nın nüfusu 81 Rum asıllı Osmanlı tebaası olduğu, vergi olarak toplam 1100 beyaz verdiği kaydediliyor.

Genellikle denizcilikle meşgul olan Ada halkına zamanla muhtelif yörelerden buraya bazı aileler göç etmiş böylece sağlanan dar alanlarda tarım da yapılmaya başlanmıştı.

1739 yılında gezgin Pocoche, Adalılar’ın deniz ürünlerinden başka kaliteli, kuvvetli şarap ve az miktarda buğday elde ettiklerini kaydeder. Karayla irtibatı oldukça kısıtlı bu halkın kapalı bir ekonomiye sahip olduğu ve gereksinmelerini mal takası suretiyle sağladığı anlaşılıyor.

Bugün bir apartman tarlası görünümünde olan Heybeliada Camii’nin arkasındaki alan Ambela (bağ) olarak anılıyor ve Ada’nın sebze ve meyva ihtiyacının büyük bölümü burada sağlanıyordu. Burada yetişen sebzeler bostan kenarındaki barakalarda halka tahsis edilirdi.

Adalar’ın can damarını dâima İstanbul ile tekne bağlantısı teşkil etmiştir. Bu nedenledir ki yelkenli tekne sahipleri şehirle irtibatın onlara verdiği avantajla dâima Ada’nın en zengin ailelerini oluşturmuştur. 1641 yılında buradan geçen Evliya Çelebi ada zenginlerinin Rum reisler olduğunu kaydeder. O devirlerde burada yasakları uygulayarak vergi toplayan ve idari açıdan Adalar’ın bağlı olduğu Kartal Ağası’na hesap veren bir de bostancıbaşı vardır.

Halk karayla irtibatı nadiren çektirmeler vasıtasıyla Kartal’a ulaşmakla sağlıyordu. (Günümüzde tüm teknolojik imkânlara sahip olmamıza karşın kâr maksadıyla Adalar’ın İstanbul ile direkt bağlantısı kısıtlanmakta, gemilerin çoğu işletme için daha ekonomik mesafe olan Bostancı’ya yollanmaktadır. Bu yeni durum bilhassa kış mevsiminde Adaları ekonominin merkezinden koparmakta ve tenhalaşmalarına sebep olmaktadır.)

1807 yılı Ocağı’nda, Sultan III. Selim zamanında İstanbul’a, Osmanlı İmparatorluğu’na gövde gösterisi yapmaya gelen İngiliz donanması gerekli kumanyayı sağlayamayınca Kınalıada’ya saldırır ve Kınalı Kulesi’nde mahsur kalan bir avuç Osmanlı askerini kuşatarak açlığa mahkum ederler. Başkentten yardım gelmeyince Heybeliadalı balıkçılar tekneleriyle yardıma gelirler ve bir kahramanlık örneği vererek İngilizler’in kuşatmasını yardıktan sonra mahsur kalan askerlere yiyecek ulaştırırlar. Bu olay Heybeliada sâkinlerinin Sultan’ın emriyle vergiden muaf tutulmalarını sağlar.

18. yy’da at hırsızlığı yaptıkları iddiasıyla bir grup Türkmen çingene Anadolu sâhilinden sallara konulmak suretiyle kovulur. Tesadüflerin ve rüzgârın etkisiyle sallar Heybeliada sâhiline ulaşır. Çaresiz kalan Ada halkı onları arasında istemez ve onları Ada’nın en yüksek tepesinde tecrit ederek Tepeköy denilen yeni bir yerleşim alanı oluşturur. Bugün Ada Rumları arasında siyah saçlı bu esmer ırkın izlerine rastlamak mümkündür.

18. yy’ın ikinci yarısından itibaren Ege Adaları ve Epir’deki zorlu hayat şartları bazı Hıristiyan Osmanlı’yı taşı toprağı altın başkentte iş aramaya ve yerleşmeye zorlar. Aralarında Sakızlı, Androslu, Moralı ve Epirli bir grup Adalara bilhassa Heybeli’ye yerleşir. Ege Adaları’ndan gelenler usta denizci, iç kısımlardan gelenler ise çok iyi inşaatçıydılar. Kendi yörelerinin buralarda pek bilinmeyen bazı mahallî usûl ve tekniklerine esas Adalılar’ın mahâreti eklenince zamanla İmparatorluğun başkentinde Adalı kalfalar aranır kişiler olmuşlardı. Haliyle her Adalı erkek iki mesleğe sahipti. Kışın balıkçılık, yazın inşaat ustalığı.

Buzdolabı yerine tel dolaplarının kullanılmasının da etkisi olacak eskiden balıkçılar yiyebilecekleri ve satabilecekleri kadar balık tutarlardı. İnşaatta çalışırken öğle paydosunda yemeğe giden ve yemeği beğenmeyince sandalına atlayıp birkaç kulaç açıkta dört beş mercan yakalayan, eşine pişirtip yiyerek tekrar inşaata dönen ustalara sıkça rastlanırdı o dönemlerde. Bugün masal gibi geliyor belki ama bu bereketli deniz Adalılar’ın buzdolabı gibiydi.

Fakat deniz bazen ürün vermezdi “nankördü” onlara göre. Her ne kadar Ada’nın kilisesinde her yıl 6 Aralık’ta Aya Nikola yortusunda hazırlanan özel mevlût şekerlemesi, denizcilere daha iyi hava şartları ve bol balık için denizcilerin azizine rüşvet mahiyetinde denize atılıyorsa da yine de bazen nankörlüğü tutuyordu işte.

Onların deyimiyle oldukça yaşlı bir Adalı, denizin bereketli ürün vermediği böyle bir dönemde, balıkçı babasının onları kardeşleriyle aç yatırdıktan sonra Aziz Nikola’nın ikonasının karşısına geçip onunla pazarlığını anlatmıştı bana.

Bir iki şarap kadehinden sonra “Bak Azizim” diye başlardı yaşlı balıkçı, “Çocuklarım aç yattı. Ama senin yağ kandilin yanıyor. Balık verirsin, kandil yanar. Balık yok, kandile yağ yok. O yağı çocuklarıma veririm.” Ve bu monolog sabahlara dek sürermiş. Denizleri tamamen kuruttuğumuz bu günleri görselerdi bu yaşlı balıkçılar acaba kiminle pazarlığa otururlardı.

Motor gücünün çok az kullanıldığı o dönemlerde Heybeliadalı denizciler diğerlerine kıyasla daha cesur olarak tanınırlardı. Bunun tek sebebi her türlü hava şartında adalarının uygun bir sığınma koyuna sahip olması idi.

Yaşlı ada balıkçıları arasında Grekçe’den tercümesiyle “Lodos aldı” diye bir tabir vardı. Gerçekten balıkçıların en çekindikleri hava dâima Lodos’tu. Ani Lodos estiğinde yapıştığı küreğe gerekli gücü veremeyen yaşlı balıkçının sonu Anadolu sâhili istikametine açığa düşmek ve Adalı meslektaşlarının çaresiz, hazin bakışları altında karşı sâhilde parçalanan sandalıyla birlikte sulara gömülmesiydi. Şiddetli Lodos onlar için dâima bir ölüm tehlikesiydi.

Bu fakir balıkçıların kendilerine has bir dünya görüşleri vardı. Bazen karşımıza bir filozof olarak çıkarlardı.

Yaşlı balıkçılardan biri kendilerinin balıklarla kader birliği içinde olduğunu söyledikten sonra şu açıklamayı yapıyordu:

Bizler yem önünde zokayı yutmaya nazlanan balığa oltayı hafifçe çekerek nasıl aç kalma endişesi verip zokayı yutturuyorsak; o balıktan alacağımız parayı hayal eden biz balıkçılara da madrabazlar paranın ucunu göstererk çocuklarımızın rızkı için endişelenen bizleri avlamıyorlar mı? Bu bir kader birliği olmuyor mu?

Elbette Ada laografisi bunlardan ibaret değildir. Panayırları, karnavalları, eğlenceleri ve en önemlisi lakapları vardı hepsinin. Bilhassa Heybeliadalılar’ın hepsi gerçek soyadlarını unuttururcasına lakaplarıyla tanınırlardı. Bu lakaplar bazen ağza alınamayacak terbiyesizce kelimeler de olabiliyordu. Ada’nın bu lakap takma geleneğinin sonraları Adalı Türklere de geçmesi kaçınılmazdı. Heybeliada adlı kitabında sayın Nejat Gülen usta kalemiyle adamızın bu özelliklerini ne kadar güzel aktarır bizlere. —Hatta laf aramızda onun da bir lakabı vardı.

Sizlere şimdi göstereceğim dia pozitifler zamanla eski resimlerden oluşturduğum bir eski ada görüntüleri albümünden seçtiklerimdir. Bunlara on beş yirmi yıl kadar evvel Adalar’ın o günkü manzarasını vererek kıyaslamaya çalıştım.

Bugün görüyorum ki on beş yirmi yıl evvelki durumu özlemeye başladık. Adalar’ın bugünkü durumuyla kıyaslayarak yarınımızın ne olabileceği yorumunu sizlere bırakıyorum.

Bütün bunları anlatırken amacım sizleri nostaljik bir atmosfere sürüklemek değildir. Ancak eskiyi ve dünü bugünle karşılaştırmazsak gidişatı tam anlayamayacağımız kanaatindeyim. Önlem almazsak korkarım birkaç yıl sonra beğenmediğimiz bu günleri de mumla arayacağız.

Saygılarımla,

Dimitri Rayçanovski


Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

Kategoriler

%d blogcu bunu beğendi: