Büyükada’da bir sabah Ziya Gökalp sedye içinde vapurla İstanbul’a götürülmüş ve…

🔘 M. Zekeriya Sertel, “Gökalp’in Üzüntülü Günleri”, ? Gazetesi, 06.6.1976.*

Gökalp’in Üzüntülü Günleri
Gökalp kendi kabuğuna çekilmiş, insanlardan ve çevresinden uzakta yaşayan bir evliya gibiydi. Dış dünya ile hiçbir ilişkisi yok gibiydi. Para sıkıntısı diye bir şey bilmezdi. Fani yaratıkları üzen şeyler ona ulaşamazdı. Yemesini içmesini bilmez, telefonu açıp konuşamaz, maddî işlerle uğraşmazdı. Ama iç âlemi son derece büyük ve zengindi. Onun için kendi âlemine çekilip iç dünyasında yaşamak onun en büyük zevki idi. Bunun için de yalnızca sever, zorunluluk duymadıkça insanlara karışmazdı. Böyle bir kişinin maddî üzüntü ve sıkıntısı olamaz, ama manevî üzüntüsü de o denli büyük olur. Aşağıda anlatacağım üzüntülü günleri de bunu gösterir.
1924 yılının ilk ayları idi. Amerika’dan yeni gelmiştim. Bir gün Ziya Gökalp’la Türk Ocağı’nda karşılaştım. Bir vakitler Türk Ocağı’nın peygamberlerinden biri sayılan Ziya Bey yapayalnız bir köşeye sinmiş, kendi âlemine dalmıştı. Eskiden çevresini çeviren gençlerden kimse kalmamıştı. Ziya Bey kendi köşesinde tek başına bırakılmıştı. Çevresi ile hiç ilgilenmiyor gibiydi. Ama gerçekte çevresi onunla eskisi gibi ilgilenmiyordu. Çünkü Ziya Gökalp tahtından indirilmişti.
Ziya Gökalp bizlere bu ocak içinde Turan idealini aşılamıştı. Onca vatan dar sınırları içinde yaşayan bir ülke değildi. Onca vatan ne Türkiye idi Türklere ne Türkistan, vatan büyük bir ülke idi: Turan. Yıllarca o zamanın gençleri bizler bu hayaller, bu türkülerle büyüdüktü. Ziya Gökalp, bizlere yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu yerine yeni geniş ufuklar açıyordu. Bunun gerçekleşmesi olanaksız, hatta tehlikeli bir hayal olduğunu düşünmüyor, önümüze açılan bu yeni ufuklara doğru koşmaktan zevk alıyorduk.
Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye eden Atatürk bu hayale kapılmadı. Misak-ı Millî ile kendi dar sınırları içinde bağımsız Türkiye gerçeğini kabul etti. Turan hayaline inanan tek kişi Enver Paşa kalmıştı.
Enver Paşa bu hayal arkasında Orta Asya çöllerinde öldü gitti. Böylece Turan hayali de geçmişte kaldı.
İşte Ziya Bey, Malta dönüşü böyle bir gerçekle karşılaşmış ve Türk Ocağı’ndaki yerini yitirmişti.
Ben yanına gelince sevindi. Bana Amerika’daki sosyoloji akımlarını sordu. O vakitler Amerika’da sosyoloji alanında ün salmış Giddings adında bir profesör vardı. İleri sürdüğü teori Avrupa sosyologlarının teorilerine uymuyordu. Ziya Bey ilgilenmedi. Ocağın gidişini de beğenmiyordu. Bana Atatürk’ün teorisini izaha çalıştı. Ama konuşmasından üzüntü ve hayal kırıklığı içinde olduğu belliydi. Yıllardır inandığı ve bizlere telkin etmeğe çalıştığı görüşü iflâs etmişti. Ziya Bey bunun üzüntüsünü çekiyordu.
Ziya Bey’in ikinci üzüntülü dönemi hastalığı zamanına rastlar.
Ziya Bey son yıllarında hastalanmıştı. O sırada İstanbul’da Büyükada’da, Dil’e giden yolun sonunda iki katlı açık mavi renkli bir evde oturuyordu. Yaz tatilini geçirmek üzere buraya gelmiş, hastalanınca burada kalıvermişti. Mevsim sonbahardı. Adadaki yazlık dostları çekilip gitmişlerdi. O adada yapayalnız kalmıştı.. Yat Kulüp müdürü Cafer Bey’den başka kendini arayan soran kalmamıştı.
[Cafer (Dikmen) Bey, Baytar Mektebi’nde öğrenciyken Ziya Gökalp ile aynı sıraları paylaşmıştı. Ziya Gökalp’in 1924’teki vefatına kadar da dostlukları devam etmişti. Tiraje (Dikmen) Hanım, Ada’da yürüyüşlerimizde Albayrak Sokak’tan çamlıklara doğru çıkarken sol kolda Ziya Gökalp’in vaktiyle Ada’da mukimi olduğu evlerden biri olan ahşap köşkü gösterir, babası Cafer Bey’in dostu Malta’ya sürgüne giderken son anda gemiye yetişip bir miktar yardımda bulunduğundan bahsederdi.
)O( ]
Biz, Ziya Bey’in eski dostn Halim Sabit’le birlikte haftada bir ziyaretine giderdik. Ziya Bey’i hastalığında en çok yalnızlık üzüyordu. Buraya atılmış ve unutulmuş bir hali vardı. Unutulmak bir büyük kişi için üzüntülerin en büyüğüdür. Sevilen, sayılan bir kişinin birdenbire bir köşeye atıldığını görmesi dayanılmaz bir üzüntü kaynağıdır. Bir vakitler Ziya Bey’in çevresinden ayrılmayanlar şimdi yok oluvermişlerdi. Dost bildiği kişiler ziyaretine gelmiyor, onu arayıp sormuyordu. Bunda evin uzakta, pek tenha bir yerde olmasının da etkisi vardı. Ama gene de dost bildiği kişilerin kendisini arayıp hatır sormalarını istemek onun hakkı idi. Bize hep yalnızlıktan şikâyet ederdi. Çevresinde onu anlayan, konuşabileceği kimse yoktu. Doktoru Akil Muhtar bile ancak haftada bir kez ziyaretine gelebiliyordu. Her gidişimizde Ziya Bey’i biraz daha halsiz, biraz daha zayıflamış buluyorduk. Akil Muhtar, zamanın en güvenilir doktoru idi, ama uygulamakta olduğu tedavi sistemi olumlu sonuç vermiyordu. Ziya Bey’e bir başka doktor getirtmesini salık verecek olduk. Sinirlendi. «Ben» dedi, «cahil bir doktorun elinde iyileşmektense, bir bilgin doktorun elinde ölmeyi yeğ görürüm». Zaten onu hastalığından çok yalnızlığı üzüyordu. Bunun da çaresi yoktu.
Bu ziyaretlerimizden birinde bize bir üzüntüsünü daha açtı. Uzun boylu çalışarak bir Türk Tarihi yazmıştı. Hastalığından önce bu eseri bir kez gözden geçirmesi için Köprülü Fuad’a vermişti. Fuad Bey bu kitabı kendisine geri vermemişti. Ziya Bey üzülüyordu.
— Fuad bu kitabın üstüne oturdu. Ben öldükten sonra kendi eseriymiş gibi yayınlayıverir, diyordu.
İşte Ziya Gökalp ömrünün son yıllarını bu üzüntüler içinde geçirdi ve bu üzüntüler içinde gözlerini hayata kapadı.
M. Zekeriya SERTEL
* Seneler senesi derlediği âdeta “Mâzî Cenneti” o muazzam kültür hazinesini İstanbul Şehir Üniversitesi vasıtasıyla meraklılarına sunan Taha Toros Beyefendi‘nin (1912-2012) aziz hâtırasına her daim hürmet ve sonsuz minnetle…
)O(

Ziya Gökalp’in hastalığına dair…
Ziya Gökalp’in hastalığıyla Dr. Musa Kâzım ve Prof. Dr. Akil Muhtar (Özden) ilgilenmişlerdi. Giderek hafızasında zayıflama yanı sıra konuşma bozuklukları görülmeye başlamıştı; gözlerinin iyi görmediğinden ve midesinden şikâyetçiydi. Eylül 1924’te iyi gelebileceği düşüncesiyle Büyükada’da kalmaya başlamıştı ancak şikâyetleri ve ateşi artmaya devam ediyordu. Doktorlar İstanbul’da Fransız Hastahanesi’ne kaldırılmasını istemişlerdi. Hastalığına muhtelif teşhisler konulmuş ancak kesin olarak ne olduğu tespit edilememişti. Ziya Bey, evlâdını yanına çağırarak onlarla vedalaşarak kızı Seniha’ya aileyi emanet ettiğini söylemişti: “Kızım Seniha, ben hastaneye gideceğim. Belki oradan sağ dönemem. Sen annene ve kardeşlerine bakacaksın, onların çekecekleri acıları azaltacaksın, şimdiye kadar benim için çalıştın, bundan böyle onlara hizmet edeceksin.” Seniha Hanım, ağlıyor; Ziya Bey onun başını, saçlarını elleriyle okşuyor ve bırakıyordu, bu onun vedasıydı. Eşini ve diğer çocuklarını da çağırıp onlara öğütler verip, teselli etmiş, metin olmalarını istemişti. Büyükada’da bir sabah Ziya Gökalp sedye içinde vapurla İstanbul’a götürülmüş ve 14 Ekim 1924’te Beyoğlu Fransız Hastahanesi’ne kaldırılmış, ikinci katta 38 numaralı odaya yatırılmıştı. Hastahanedeyken “Ne yazık ki, kafamdaki fikirleri veremedim. Eserimi tamamlayamadım. Bunları, hep beraber götürüyorum,” demişti.
Dr. Akil Muhtar (Özden) hastalık sürecini anlatıyor
Hastalığın ilk belirtilerini vermesinden itibaren Ziya Gökalp’i, Dr. Musa Kâzım tedavi etmişti. Hastamız yaklaşık altı ay sonra Ankara’dan İstanbul’a gelmesinden itibaren Dr. Akil Muhtar’a getirilmiştir. Süreci Dr. Akil Muhtar şu şekilde anlatıyor:
Ziya Gökalp, 4 Ağustos 1924’te bana geldi. Anlattığına göre altı ay önce Ankara’da iken sol böbrek dairesine bir ağrı gelmiş. Üç gün morfin yapmak mecburiyetinde bulunmuş, dalgın bir halde kalmış, kendini kaybetmiş. Ateşi çıkmamış. Bunu müteakip otuz gün daha yatakta kaldıktan sonra İstanbul’a gelmiş. 4 Ağustos’a kadar Ziya Gökalp’i Dr. Musa Kâzım tedavi etmiş.
O gün vaki olan şikâyetleri şunlardı: “Altı aydan beri dalgınlığım var. Fazla uyumak istiyorum. Zihnen yorgunum. Eskisi gibi düşünüp yazamıyorum. Tekrar okumadan iki cümleyi birbirine raptedemiyorum (bağlayamıyorum). Ekseriya bir cümleyi yazdıktan sonra ikincisini yazarken birincisini unutmuş bulunuyorum. Tekrar okumadan iki cümleyi birbirine raptedemiyorum. Hâlbuki Türk [Medeniyeti] tarihini yazmaya başladım. Meşgul olduğum devreye ait vak’ayiin [yaşananların] anahtarını da buldum. O zamanın hadisatını bununla kolay kolay izah ediyorum.”
Ziya Bey bunları naklederken gayet ağır konuşuyor ve suallere cevap vermezden evvel bazen bir dakika ve bazen daha ziyade bir müddet duraklıyordu. Tekellümü [konuşması] tabii bir halde değildi. Birçok kelimeleri karışık telaffuz ediyordu. Ziya Gökalp, gözlerinin biraz görmeye başladığını söyledi. Midesinden şikâyet ediyordu. Müteaddit defalar muayene edilen idrarlarından hiçbir şey bulunmadığını, bir müddet prostat dahamesinden zahmet çektiğini, Necmettin Arif tarafından tedavi edildiğini söyledi.
Zikre şayan bir nokta da Malta’ya gittikten sonra boynunun sol tarafında bir lenfa ukdesinin [lenf bezi] ceviz cesametinde büyümüş olmasıdır. Tazyiki [tansiyonu] 12.6, kilosu 80. Alnının ortasındaki nedbe [yara izi] hakkında malumat istedim. 17 yaşındayken teşebbüs ettiği intihar eseri bulunduğunu ve kurşunun röntgen muayenesinde sinos frontalde [alındaki frontal kemiğin sağ ve sol bölümleri içinde yer alan iki boşluktan her biri; alın sinüsü] kalmış olduğunu söyledi.
Tam bir istirahat tavsiye ettim. Bazı ilaçlar verdim. Bir ay sonra bana tekrar geldiği zaman kendisinde aşikâr bir iyilik vardı ve bu iyilik iki ay devam etti. Bana bu iyilik esnasında kitabının “Birinci Kısmını yazıp bitirdim,” dedi. Ada’ya [Büyükada] gittiği ilk ay zarfında her gün kulübe gelir, oturur, sonra yaya yürürdü. Bunları bana son defa muayeneye geldiği vakit anlattı. Eylül ayının sonlarında bir gün kendisine ateş geldi. Beni telgrafla çağırdılar. Muayenemde iki bacağında büyük bir zafiyet husule geldiğini gördüm. Asıl mühim nokta dimağındaki tagayyürlerin [değişimlerin] çoğalmasıydı. Pek güçlükle söz anlayabiliyordu.
Evde tedavi
Hastaneye gitmesini tavsiye ettim. Doktor Abravaya da aynı tavsiyede bulunmuştu lakin kendisi de haremi de bunu kabul etmediler. O zaman Ziya Bey’in her işine yalnız dostu Cafer [Dikmen] Bey bakardı. Ona bir karyola tedarik etti. Evinde tedavi ettik. On gün sonra aşikâr bir iyilik görülür gibi oldu. Ateş düştü. On gün kadar bu iyilik devam ettikten sonra, hali yeniden fenalaştı. Mutlaka hastaneye naklini tavsiye ettim. Bu seyir bize, hastalığın daha ziyade ansefalit [beyin iltihabı] olduğunu gösteriyordu. Bunun üzerine hastayı Fransız Hastahanesi’ne naklettik. Orada belinden su alındı. Mayi [sıvı] yine berrak çıktı. Göz muayenesinde papilin [göz bebeği] etrafı şiş değildi ve kendisinden bir dimağ tümörü gösteren hiçbir araz bulunamadı.
Konsültasyon yaptık: Selanikli Rıfat, Abravaya, Dr. Arif ve şimdi ismini hatırlayamadığım bir asabiyeci ve ben bulunduk. Ansefalit teşhisinde ittifak ettik lakin gitgide etrafının zaafı artıyordu. Hasta komaya girerek terk-i hayat etti.

Bir Cevap Yazın